28 Aralık 2014 Pazar

Corps Morcelé










Fotoğraflar sırasıyla Reykjavik'de, Stockholm'de, Stockholm (2)'de, Sorrento'da, Palermo'da, Palermo (2)'da, Napoli'de, Copenhagen'da, Stockholm (3)'de ve Napoli (2)'de çekilmiştir.

25 Aralık 2014 Perşembe

Jodorowsky Sinemasında Travmatize Eden Sürrealist Şiddet


'Jodorowsky Sinemasında Travmatize Eden Sürrealist Şiddet' üzerine konuşacağım. Ayrıntılı program, yakında...

23 Aralık 2014 Salı

Gradiva'nın Cinsel Organı Ayağıdır



Kant'ı Sade'la okumak mı yoksa Rodin'in Düşünen Adam'ını Jensen'in Gradiva'sıyla buluşturmak mı diye sorsalar, ilkinin duruma göre katlanılabilir olduğunu ancak ikincisinin organize-sahte bir buluşmadan öteye gidemeyeceğini söylerdim. İşte bu yüzden, Monsieur Carax'ın son kısa filmi Gradiva'yı izlediğimde içimi kaplayan hoşnutsuzluğun nereden kaynaklandığını çok iyi biliyorum.

Öykünün geneli bir yana, yalnızca tek bir plan beni filmden uzaklaştırmaya yetti; kadının (Sarah Forveille) sol ayağına kesilen ilk yakın plan! Bir montaj hatasıymış ya da zorla hatırlatılmaya çalışılan bir anıymış gibi araya giren o kekeme fazlalık, anonim bir arzuyu tahammül edilemez bir pornografiye dönüştürmüş. Gradiva'nın ayağını göstermekle -bir anıyı kamera zoruyla hatırlatmak- ayağın kendini görünür kılması -bir anının başka bir anı ile kendini hatırlatması- arasındaki fark, Jensen'in yazınsal kurgusuyla Carax'ın kaba montajı arasındaki farka benziyor. Eğer ayağı hatırlatan Carax değil de ayağın kendisi olsaymış Gradiva'nın yürüyüşü bir anlam kazanabilirmiş.

Bununla birlikte yakına kesilen plan, 'zamanlama' ve 'oranlama' olmak üzere iki hata daha içeriyor. Zamansal olarak hatalı çünkü ayağın, bir seyrin ortasında değil, bilinçdışı bir sorunsalı (Forveille'in çıplaklığı & Yarattığı kastrasyon kaygısı) çözüme kavuşturması anlamında filmin yalnızca sonunda kendini görünür kılması gerekirdi. Ve oransal olarak hatalı çünkü Gradiva'nın ayağı, kadın bedeninin bütünselliği (yakın plandan önceki genel plan) ile poposu (yakın plandan sonraki plan) arasında konumlandırılamaz. Onun ayağı, ancak 'bakış' ve 'arzu' arasında kendine bir yer bulabilir. Poponun boyutu ile 'bakış'ın işlevi arasındaki fark, Gradiva'nın tarihsel ayağı ile Forveille'in taraklı ayağı arasındaki farka eşittir.

PS: Jensen'i Rodin'le ya da Carax'la değil de Freud'la okumak isterseniz 'Der Wahn und die Träume in W. Jensens Gradiva' kitabı size yardımcı olacaktır. 

21 Aralık 2014 Pazar

Post-Oedipus


Amalfi'de birkaç hafta önce çekmiştim bu videoyu. Şans eseri-gereği çalan çanlar eşliğinde, yüzü çimentodan bozma bir çiçek olan sonradan mistik bir kadının besin hücrelerini elime boşalmaları için uyarırken...

Sütten kesilmiş her tanrıça, 'şimdi' ve 'gelecek' arasındaki doğrusal zamanı ortadan kaldırarak kendini a priori yeniden dayatan bir yineleme nevrozudur.

Videoyu çektikten sonra, dilenci olduğu her halinden belli bir İtalyan yaklaştı yanıma ve şöyle dedi: "Dokunmak, keşişleri dahi kıskandırabilecek acı bir deneyimidir, oysa Arcanum'un memelerine dokunmak yerine ağzını dayamış olsaydın, tüm susuzluğun tıpkı bir hıçkırık gibi aniden kesilebilirdi."

Katolik çilekeşlerin haz ilkesine yapmış oldukları bu sıradışı oral yatırımı bir yana bırakıp 'Arcanum' sözcüğü üzerine yoğunlaştım. Yaklaşık 70 yıl geriye gidip André Breton'un 56. Caddede (Manhattan) bir restoranda ilk kez tanıştığı 3. karısı Elisa için yazdıkları geldi aklıma:

"Kader benimle tanışmak için seni buraya getirdiğinde, içimde büyük karanlıklar vardı..."

Breton'un 'L'amour Fou' üçlemesinin son kitabı olan Arcane 17, 1945 yılında basıldı; ben onun karısının göğüslerine dokunmadan ve içimdeki hiç de şairane olmayan karanlığı dağıtmadan tam 69 yıl önce!

Nasıl ki her anne temsili annenin kendisinden daha anaçtır, her açlık temsili de doyum düşüncesinin kendisinden daha doyurucudur. Ve Breton affetsin, 'dokunmak' ve 'dokunmak', karar ile eylem arasında sıkışmış tarihsel-oedipal bir sapkınlıktır.

1977


Erken sütten kesilmiş olmamın travmasını ve suçluluğunu önce üzerinden ve sonrasında üzerimden atmaya çalışan annem, böylesi bir depresif durumdan kurtulmak adına en iyi formülü, beni soykırıma uğramış toplumlara karşı gerçek bir aktivist olarak yetiştirmekte bulmuş. Gördüğünüz fotoğraf, 1977 yılında ya İstanbul-Göztepe'de, ya Kars-Ardahan'da ya da Trabzon-Sürmene'de çekildi. O yıllarda en azından üç ayrı yerde ve üç ayrı 'devrimci kişilik' olarak bulunup da nerede olduğunu hatırlayamamak erken sütten kesilmiş çocuklar arasında bohem sayılabilecek bir modaydı. Fakat size bir şey söyleyeyim; Kristof Kolomb'un Proto-Emperyalist ruhunu, psikanalizden de öte simyasal bir dönüştürücü olan 'Cinsiyetsiz Ayna'dan aldığım güçle kovduğum o an, özde -pardon sözde- hiç de kapitalist olmayan iki kazanç elde ettim:

a) Erken sütten kesilmiş olmanın reçetesini çokça 'emmiş' toplumlara atfederek ve azınlığın yanında yas tutsam da kaçınılmaz olarak öteki'ne göz kırpan-öteki'nin gözünü oyan 'yansıtmalı paranoid' bir patolojinin kucağına oturarak ve 

b) Anamdan ememediğim sütün acısını aşamalı evrensel-sosyalizme karşı duran emperyalist ideolojilerin burnundan getirerek. 

Neyse, bırakalım Reich'ın ya da Althusser'in dahi kökten idealist bulacağı bu hezeyanları. İnanın, mucizevi de olsa sırf yaşıyor olduğum için olacak, kişisel tarihim Marx'tan da Troçki'den de yaşlı. Tam da bu yüzden,1977 yılında Mrs. Oedipus tarafından çekilmiş, mekanı asılsız şu fotoğrafın ruhuna ithafen şöyle bitirmek istiyorum sözlerimi:

Arzu ve Devrim arasına giren en büyük kıymık memedir. Ona aynı ölçüde yaklaşıp aynı noktadan uzaklaşmak mümkün olmadığı için kusursuz devrim de, tıksırıncaya kadar doymak da hipotetiktir. Yani siz tüm bu biyolojik 'açlık-tokluk' gereksiniminizin diyalektik-sosyolojik yasalarını bir ideolojiye bağlamaya çalışırken biri aniden çıkıp da elinizdeki biberonu kaparak annenizin sütünü öyle ya da böyle markalaştıracaktır.

Çözüm mü istiyorsunuz? Obama'nın değil belki ama Kristof Kolomb'un ruhunu yeniden kovacak bir ayna tasarlıyorum 18 haftadır! Süt reçeli kadar 'zorla lezzetli' ya da orgon akümülatörü kadar 'kendiliğinden erotik' olmasa da yakında evimin tavan arasında satışa sunmaya başlayacağım. Ve Eros'un yasaları gereği Picabia'nın makine tasarımlarından daha az mekanik olan bu ayna/lar sayesinde erken kesilmiş sütlerinizin faturasını şahsen ödeyeceğim. Ama durun, sakin olun! Bu arkaik, hiper-materyalist projeyi satın almak için sıraya girmenize gerek yok, hepinize yetecek kadar ayna, hepinizi doyuracak kadar siz var. Yeter ki Kızılderili kostümünüzü giyip doğduğum günü bekleyin...

18 Aralık 2014 Perşembe

After the Giant Anteater


Uzunca cümlemi bağışlayın ama Karl Marx'ın 19 yaşında yazmaya başlayıp da ancak 1848 yılında 'Nesnel Şans Yasası' gereği 'Manifesto of the Communist Party' ismiyle tamamlayabildiği 'Scorpion Und Felix' yapıtına ithafen çektiğim 'Felix Und Scorpion' filminin setinden bir gün önce, aynı isimli kitabın sürreal bir tasarımını yaptırmak adına yerin altında hizmet veren bir matbaa dükkanının (Kadıköy'de) kapısına kafamı çarptım. Oluk oluk akan kandan etkilenen matbaacı, dükkan kapısını korkuyla suratıma kapatıp kolonyayla taradığı her halinden belli mürekkepsiz saçlarını ellerinin arasına alarak o ana dek işlediği beden suçlarını bir bir geçirmeye başladı aklından. Uzun süredir temizlenmediği için olacak, sakızlı zift kıvamını almış Alman işçi sınıfının kanıyla çalışan dört renk matbaa makinesinin (Herr. Heidelberger) hemen önünde dua etmeye başlayan bu adamın yüzü, tuhaf bir 'ayna evresi' efektiyle kan ve vakit kaybından ölebileceğim kaygısına ilham oldu aniden. Bay Bedri Baykam kadar narsisistik bir hezeyan tonunda olmasa da ayıplanacak bir Panik Tiyatrosu çırpınışıyla durdurmaya çalıştım yanımdan geçen taksileri. Ne var ki hepsi de Mondrian tişörtüme akmakta olan soyut kanın, tertemiz sicillerine (Drive'ing Licence) bulaşmasını istemediklerini paranoid bir ara gazla gösterdiler...

Uzunca çabalarım sonucunda ve dakikalar sonrasında yalnızca biri durdu; yolu sırf zevk için uzatacağını söyleyen ve arabasının döşemesini kirletirsem, iç-yıkama masraflarını taksimetre ücretine ekleyeceğini söyleyen ekonomi bakanı kılıklı biri...

Şoförün isteğini kabul ettim ve yol boyunca kendi kendime Freud'un 'The Joke and Its Relation to the Unconscious' isimli kitabındaki tahammül edilemez esprilerle Nasreddin Hoca fıkraları arasındaki benzerliği düşündüm. Sürekli ağzına attığı leblebi parçalarıyla İstanbul trafiğini kısım-kısım yuttuğu fantazmasına kapılan şoförle Lacan'ın sponsorluğunu üstlendiği dikiz aynasından göz göze gelmemeye özen gösterdim ve tam Freud'un kitabında geçen Yahudi fıkralarıyla Nasreddin'in Akşehir takıntısı arasındaki nükteli bağlantıyı yakalayacakken Haydarpaşa Numune'de buldum kendimi.

Acile girer girmez karşıma çıkan ilk doktora kafamı dikmesi gerektiğini, aksi taktirde Türkiye'deki sürrealist soykırımından tek başına sorumlu olacağını söyledim. Doktorun sol gözü, mucizevi bir biçimde diğerine göre daha sarkıktı. Bu korkunç anatomik değerin bende yarattığı görsel etkiden güç alarak ona, Bunuel'in asimetrik yüz tipolojisine sahip olduğunu -Bunuel'in sağ gözü diğerine göre sarkıktır- dolayısıyla sinema zekasının muhtemelen Michael Bay ile geç dönem Luc Besson arası bir yerde kaldığını ve son çözümlemede eğer kafamda herhangi bir dikiş hatası olursa onu terziler odasına şikayet edeceğimi söyledim. Tehditlerime aldırış etmeyen doktor, ağzında sigarası ve mırıldandığı bilmem hangi yöreye ait türküsüyle kafamı dikmeye başladı. O an, işini daha düzgün yapmasına yardım edeceği inancıyla kendisine bir anekdot sunma ihtiyacı duydum. Salvador Dali ile ilgiliydi anekdot; onun 1969 yılında Paris'te görüntülendiği bir fotoğraf ile...

"Doktor", dedim. "Dali'nin metro çıkışında görüntülendiği fotoğrafı bilir misin? O fotoğrafta kendisi, sağ eliyle katolik-Catalan bastonunu ve sol eliyle bir karıncayiyeni zapteder." Sustu türküsü doktorun. Üflediği sigarasının dumanı yumuşattı dikiş yerlerimi... Devam ettim: "O karıncayiyen, temsilden de öte, André Breton'un kendisidir. Dali, Breton'un ölümünden 3 yıl sonra dahi onun ruhunu ve adını gezdirir Paris sokaklarında."

Söylediklerimi iplemeyen doktor, kafamdan sarkan ipliğin ucunu, öğle yemeğinden arta kalan bir tabldot iştahıyla dişleyerek kopardı. "Dali'nin tasmaya vurduğu karıncayiyen" diye devam ettim ısrarla, "Breton'dan da öte, kafamdaki yeni yetme dikişin ucundaki zavallı çocukluğumdur."

Hayli zorlama olduğu her halinden belli bu analitik yaklaşım, sanat tarihini, devrim tarihini, kişisel tarihimi ya da tarihin kendisini değil belki ama fetüs kokan kekeme bir hastanede, müzik kutusu olarak görev yapmakta olan dikiş-doktorunun türkü sıralamasını değiştirdi.

Sıradaki şarkı, sırasıyla Dali'ye, Breton'a, bana ve 40 yıldır ateşler içinde yanan çocukluğuma geldi.

8 Aralık 2014 Pazartesi

28 Kasım 2014 Cuma

Dipnotlar XXII


* 21.Yüzyılın en başarılı intihar inhibitörü: Yemek Sepeti. 

* Seksek oynadığı için ayak tırnakları uzamayan kızları seviyorum.

* Carax'ın son uzun filmi 'Holy Motors', mitolojide öyle ya da böyle karşılığı olmayan kadınlarla yaptığım sekse benziyor.

* Gerçeklik gerçeğin inkarıdır.

* Hıçkırık, sahip olduğunuz varlıktan artakalandır. Onu yinelemek özünüzü zenginleştirmese de nefesinizi tutmak sizi ideal kilonuza ulaştırır.

* En ağrısız saplantı nevrozu, doğum günleri.

* Üçgenlerin en kutsalı olan Oedipal üçgenin hipotenüsünü hangi formülle hesaplarsınız?"

* Ne zaman kadınların bıraktığı bir sabun enkazıyla yıkansam, bedenim biraz daha yol alıyor kendi çocukluğuna.

* "L'océan, François, il y a l'océan!..." Skandallardan sorumlu ergenliğim, bağışla beni ama ne yapsam da duygusallaşıyorum yaşlandıkça.

* Déjà vu, anın geçmiş zaman kipi.

* Yalnız olabilmek için başkalarına ihtiyacım var.

* Bu saatlerde kendimi Noel ağacına dadanmış bir ağaçkakan gibi hissediyorum; süslü püslü geceyi delik deşik eden ikinci el bir karanlık gibi.

* Tek bacaklı kadınlar kekeme adımlar bırakır arkalarında.

* Rahminde Kinder yumurtası taşıyan kadın, çocukluğuma gebe kalacak Aralık ayının son gününde. Az zaman kaldı...

* Sizin 'kültür' dediğiniz, 'arzu'dan geriye kalandır.

* Bir kadınla bütünleşmekten daha erdemli onlarca kadına bölünmek.

* İnanmış olmanın ne olduğunu çok iyi biliyorum, bazen neye inandığımı unutturacak kadar güçlü de olsa.

* 'Klecks' ve 'Felix Und Scorpion' filmlerimde görünen buz pateni, karım olması için Helmut Kohl'den izin istediğim Katarina Witt'e aittir.

* 'Kadın' sözcüğü 24 kareden oluşur.

* Les Amants du Pont-Neuf filminin sonunda köprüden atlayan, Denis-Juliette çifti değil Carax'ın kendisi olmalıydı, ancak sular çekilmişken!

* Suçluluk duygusu, sen hiç sarhoş olmaz mısın yahu!

* Dilin sürtünme kuvveti yoktur, hızla ve kesintisiz yol aldığı anlam evreninde yaptığı her sürçme onun kendi meşruiyetinin sağlamasıdır.

* Carax'ın son kısa filmindeki (2014) 'Heykel Rodin', Godard'ın Alphaville filmindeki 'Alpha 60' gibi konuşuyor. Carax'ın kana ihtiyacı var!

* Ve her kedi gibi Cihangir'de sonlandı hayatım; giderek daha da korkak, kuyruğunu bırakarak.

* Luis Bunuel olmaya çalışırken Bertrand Blier olmak, 12 kısa film çektikten sonra kendin olmaya çalışmaktan iyidir.

* Amerika'ya tarihin hiçbir döneminde sürrealizm gelmedi. David Lynch de sürrealist falan değil. Lütfen rahat uyuyun artık.

* Bayanlar baylar, Breton'un Nadja'sını ölü seviniz!

16 Kasım 2014 Pazar

Vysotsky İle Sabah Jimnastiği



Bu adam, 25 Temmuz 1980 yılında alkolün azizliğine uğrayıp kalp krizinden öldü. Onu ilk kez 1992 yılında tesadüfen tanımıştım. O zamandan bu zamana, icra ettiği 500'den fazla şarkısını bulup bir biçimde dinledim. Ve nihayet belki de ilk kez, onun da izniyle hiç de kutsal olmayan mezarını ziyaret edebilecek gücü buldum kendimde... Uzun lafın kısası, az önce, 30 Mart tarihine Vagankovo Mezarlığı'na bilet aldım. Vysotsky ile votka içip, kimsenin yardımı olmadan yeryüzüne düşmüş 'atlar' üzerine konuşacağız, nihayet!  

12 Kasım 2014 Çarşamba

12 Kasım - Rüya


Rüyayı üç açıdan görüyorum; aile evinin televizyonundan, bir zamanlar çalıştığım TV kanalının stüdyosundan ve kimin çektiği belli olmayan ve konusu 'Ben' olan bir belgesel filmin görüntüleri olarak...

Aile evinin televizyonunda babam ve annemle birlikte İran haberlerini izliyoruz. Söylenene göre son çatışmalarda çokça insan silahlı saldırı sonucu öldürülmüş ve saldırıların hepsi de bilinmeyen bir nedenle İran'daki çay bahçelerini hedef almış. Babama, 'niçin çay bahçeleri' sorusunu sormaya hazırlanırken yayın akışına ara veren TV'de 'Trenler mi Terk Edilmiştir Yoksa İstasyonlar mı' isimli kısa filmim gösterilmeye başlıyor. Herkesin haberleri izlediği bir saatte niçin kısa filmime öncelik tanıdıklarını anlayamıyorum. O sırada bulunduğumuz odaya kar yağmaya başlıyor. Ne annem ve ne de babamın aldırış ettiği bu kar yağışı beni öylesine büyülüyor ki aileme daha çok sarılma ihtiyacı duyuyorum.

Evin içine yağan karı izlerken kendimi aniden 'Trenler mi Terk Edilmiştir...' filminin setinde buluyorum. 25 yaşındaki Tan, ekibiyle birlikte filmdeki 'Haber Spikeri Sahnesi'ni çekiyor. Ben de onları köşeden izliyorum. Fakat, o sahnede spiker rolünü oynayan Barış'ın yerinde Mesut Yılmaz'ın olduğunu şaşkınlıkla görüyorum. Genç Tan, Mesut Yılmaz'a direktifler vererek nasıl oynaması gerektiğini söylüyor. O anda tüm gördüklerimin bir belgesel filme ait olduğunu anlıyorum. Belgesel, 'Trenler mi Terk Edilmiştir Yoksa İstasyonlar mı' filminin kamera arkasını konu alıyor. Bir yandan, 'Ben' ve 'Genç Tan'ın aynı mekanda bulunmadığı gerçeğiyle içim rahatlıyor, bir yandan da çektiğim filmi bu denli çarpıtan bir belgeselin yapılmış olması içimi acıtıyor. Yine de izlemekte olduğum belge görüntülere o kadar değer veriyor ve öylesine dikkatle inceliyorum ki o yıllarda bambaşka bir Tan olduğu gerçeğiyle karşılaşıyorum. Örneğin belgeseli çeken kamera, 25 yaşındaki Tan'a odaklandığında, onun bıyıksız ancak sakallı olduğunu görüyorum. Hayatımın neredeyse hiçbir anında böylesi bir görünüşü tercih etmediğimi düşünürken bir de gözlerimde masmavi bir lens olduğu dikkatimi çekiyor. Hiç lens takmamış olmamla belgeseldeki Tan'ın lensli hali arasında bir gerçeklik kurmaya çalışıyorum. Bununla birlikte müthiş alaycı, aşağılayıcı ve ukala tavrıyla filmini yönetmekte olan Tan'la kendi karakterim arasında karşılaştırmalar yapıyorum. Bir süre sonra, izlemekte olduğum belgeselin beni hiçbir biçimde yansıtmadığı düşüncesiyle öfkeleniyorum ve o anda kendimi filmin çekildiği stüdyoda buluyorum. Mesut Yılmaz, ciddi bir özenle filmdeki spikerin repliklerini çalışıyor. Genç Tan da moladan yararlanarak setindeki kızları eğlendirecek espriler yapıyor. O an cesaretimi toplayıp Genç Tan'a doğru ilerliyorum. Ona yaklaşmakta olduğumu gören Tan, ani bir manevrayla yerinden kalkıp yolumu kesiyor ve sete girme iznini kimden aldığımı soruyor. Aklımdan 'babam' demek geçiyor ancak aklımdan geçen ağzımdan bir türlü çıkmıyor. Genç Tan'a onunla konuşmak istediğimi söylüyorum. Olduğu yere çöküyor Tan ve yarım ağız bir ses tonuyla acele etmem gerektiğini söylüyor. Tan'ın yanına oturuyorum. Sonra da istemsiz bir biçimde elinden tutarak onu kucağıma oturtuyorum. Endişelenmemesi gerektiğini, homoseksüel olmadığımı ve kucak kucağa oturmamızın sadece bir sevgi işareti olduğunu söylüyorum. Genç Tan, hayli mutlu bir biçimde sarılıyor bana. Ucuz deterjan kokusu alıyorum üzerindeki gömlekten. Bana ne hakkında konuşmak istediğimi soruyor. Bunu sorarken gözlerindeki parıltı müthiş etkiliyor beni ancak yine de taktığı mavi lense anlam veremiyorum. Lensi ne zamandır taktığını soruyorum. "İran'daki çay bahçelerine yapılan saldırılardan sonra" diye yanıt veriyor. Babam ve annemin Genç Tan'la beni tam o anda televizyonlarından izledikleri paranoyasına kapılıyor ve duyabilecekleri korkusuyla onlar hakkında yanlış bir şey söylememem gerektiğini düşünüyorum. Cesaretimi toplayıp Genç Tan'a gelecekten geldiğimi ve onun 15 yıl sonraki hali olduğumu itiraf ediyorum. Kahkaha atıyor Tan ve bunun mümkün olmadığını söylüyor. Ben de ona, madem öyle, tanımadığı bir adamın kucağına oturmasının büyük bir hata olduğunu dile getiriyorum. Gülmeye devam eden Genç Tan, bana karşı hızlı gelişen bir sempati duyduğunu ve bu ani duygudan kendini alamadığını söylüyor. O sırada setteki kızlardan biri yanımıza geliyor ve Genç Tan'ı kucağımda görünce bir kahkaha da o atıyor. Sarmaş dolaş halimizin tedavisi için bir an önce ıhlamur içmemiz gerektiğini söylüyor. Sonra da Bursa Kapalı Çarşı'dan alındığı her halinden belli zevksiz topuklu ayakkabılarıyla diğer arkadaşlarının yanına dönüyor. Yalnız kalışımızı fırsat bilerek Genç Tan'a filmi yanlış çektiğini, Mesut Yılmaz'ın filmde olmaması gerektiğini ve onu oynatarak nasıl bir politik yanlışa düştüğünün farkında olmadığını söylüyorum. Genç Tan da üzerinde çalıştığı projenin bir reklam filmi olduğunu, dolayısıyla ürünü satması gerektiğini ifade ediyor. "Hangi ürün" diye soruyorum. Gözü uzaklarda bir noktaya takılıyor Genç Tan'ın ve sorumu yanıtsız bırakıyor. Onu üzdüğümü düşünerek özür diliyorum. Özüre aldırış etmeksizin konuyu değiştiren Tan, Arzu'yu hala görüp görmediğimi soruyor. Arzu'nun kim olduğunu hatırlamadığımı söylüyorum. O da "ilk öpüştüğün kadını nasıl hatırlamazsın, Arzu işte" diye yanıtlıyor. Sonra yine gözlerindeki ışık sönüyor Genç Tan'ın ve dramatik bir hal alıyor. Tam "ne oldu yine" diye soracakken susturmak için elini dudaklarıma götürüyor ve söze kendisi devam ediyor. Arzu ile yatmış olmaktan dolayı duyduğu pişmanlığı dile getiriyor. Kadının ilk benimle öpüştüğünü, o yüzden de bana ait olması gerektiğini söylüyor. İçini rahatlatmak adına ona Arzu'yu tanımadığımı, ilk öpüştüğüm kadının da o olmadığını yineliyorum. Cümlemi bitirmemle birlikte Genç Tan'ın gerçekten 'Tan' olup olmadığı konusunda korkunç bir şüphe duyuyorum. Akabinde, 'kendim' dışında bir başka erkeğin kucağıma oturması düşüncesi müthiş bir tiksinti duymama neden oluyor. Bu sarsıcı şüpheye daha fazla dayanamayarak sadece benim değil onun da Arzu diye birini tanımadığını ve dahası onunla yatmadığını söylüyorum. Kendisini ilk kez gördüğüm halde böyle bir yargıya nasıl vardığımı merak ediyor Genç Tan. Ben de ona, onun 15 yıl sonraki hali olduğum gerçeğini tekrarlıyorum. Söylediklerimi hiç de inandırıcı bulmayan Tan, tam kucağımdan kalkmaya hazırlanırken ona vücudundaki izlerken söz etmeye başlıyorum. Sol kalçasının üzerinde 'ben' olup olmadığını soruyorum. "Hiçbir yerimde 'sen' yoksun" diye yanıtlıyor inatla. Vücudundaki 'ben'i görmek için ısrar ediyorum. Krem rengi eşofmanını bir parça aşağı çekerek kalçasını gösteriyor Genç Tan. Gerçekten de 'ben' falan göremiyorum. Yalanımı yüzüme vuruyor Tan ve onun yaşlılığı olmadığım konusunda nihayet ikna ediyor beni. Yüz yıllık bir savaştan yenilgiyle çıkmışçasına onu üzerimden iterek ayağa kalkıyorum. Müthiş bir düş kırıklığı bakışlarımı ele geçiriyor ve hala yerde oturmakta olan genç halime bakarak filmi 'olması gerektiği' gibi çekmezse onu öldüreceğimi söylüyorum. Yüzündeki alaycı tavrı bozmuyor Genç Tan. Onun bu aldırmaz tavırlarından duyduğum öfkeyi tam fiziksel bir saldırıyla dışa vuracakken stüdyoya hızlı adımlarla giren babam buna engel oluyor. Soğuk bir ses tonuyla iyi geçinmemiz gerektiğini aksi taktirde birimizden birinin hastalanıp öleceğini söylüyor. Ani bir hamleyle ayağa kalkan Genç Tan, babama sarılarak onun kaygısını ve sözlerini onaylıyor. Başedebileceğim bir kıskançlık duygusu geçiveriyor içimden ve babama sarılmak için sıramın gelmesini bekliyorum.

20 Ekim 2014 Pazartesi

Geste à Peau



Bugün, daha önceleri hiç olmadığı kadar René Crevel'in major depresif hayaletini üzerimde hissettim. 'Özdeşleşme Stratejisi ve Psikopatolojik Yaklaşım Üzerinden Korku Sinemasında Kadının Psikanalizi' konulu verdiğim seminer sırasında oldu ne olduysa! Gösteren zincirinin (S2) ataklarından kurtulmak için baştan aşağı kurguladığım 'yazılı metni' okuduktan hemen sonra, dinleyicilere ilk ve son kez dönerek, 'sorusu olan var mı' diye sordum. Ve gördüm ki, koca bir suskunluktan daha fazlası olmayan sunumuma çalışmış olan tek ölümlü ben değilmişim; dinleyiciler de zikrettiğim sunumu çok iyi anlamış olmalı ki argümanlarıma destek çıkacak biçimde öylesine sessiz kalmayı tercih ettiler. Tam o sırada, yani dinleyicilerle aramdaki 'sözleşme' bitmiş olmasına rağmen, oturumu kapatmamaya dair ani bir gereklilik hissettim. Sanki beyaz perdenin 'bizden öte' yanında barbar bir kavim Roma'yı paramparça ediyormuş da dinleyicileri bu uygarlık dışı katliamdan uzaklaştırmak için konuşmayı elimden geldiğince uzatmam gerekiyormuş gibi... Ne yapacağımı şaşırdım. Elimde teşhir edecek iki video daha vardı ancak salonda bulunan 'bir'i yüzünden o videoları göstermek istemedim. Görsel referanslardan ivedilikle uzaklaşıp adına 'fallus' denen elimdeki son spekülatif kozu da hayli provokatif bir argüman zincirinde oynadıktan hemen sonra, izleyicinin, çokça çalışmış olduğu sessizlik oyununu bozamadığım gerçeği ile karşılaştım. İşte ne olduysa ondan sonra oldu; beni dinleyen kalabalık, ısrar ettiği suskunluğun ertesinde, perdenin öte yanından salonu işgal eden barbar bir kabile tarafından paramparça edildi. Salondaki herkes, kapatılamamış antik bir bavulun içine zorla tıkıştırılmış organ parçaları oluverdi. O an Crevel'in hayaleti dokundu omzuma ve bunca insanı 'evvel zaman içinde' bir katliamdan kurtaramadığım için duyacağım suçluluğu ağırlaştıracak bir 'ceza kağıdı' uzattı bana. Formu doldumam gerektiğini, aksi taktirde tarafımdan gerçekleşecek olası bir intiharın geçersiz kabul edeceğini söyledi. Şükürler olsun, belki de saniyeler içinde, Crevel'in uzattığı ve yokluğun kapısını açan formun basit bir öğrenci yoklama kağıdına dönüştüğünü gördüm. Seminerin son dakikalarında sözüne ettiğim 'gösteren zinciri'ne benzer bir bağla mühürlenmiş onlarca isim vardı o kağıtta. Kırmızı bir tükenmez -hipotetik- kalemle mühürlenmiş olan bu ontolojik grup, bir 'gösteren'in -Akademi'nin Söylemi- ancak başka bir 'gösteren' için -Öteki'nin söylemi- var olabileceğini hatırlattı bana. Ve gördüm ki adına 'öteki' denen 'hani şu şey', halihazırda organize olduğu inancıyla 'söz'ün kudretini kullanan bir logosentrikten çok daha organize bir kastrasyon draması yaratabiliyormuş. 

Bayanlar baylar, her ne kadar Kanlı Seminer bitmiş de olsa, şu meşhur gösteren zincirindeki her bir imgenin, nasıl oluyor da bir diğeriyle yer değiştirebildiği üzerine başka bir örnek var sırada. O halde sizleri, görselleşmiş sözcüklerden daha fazlası olmayan bir rüyada, adına Gestapo denen bir gösterenin, rastlantısal bir dokunuşla yerini bir başka gösterene, yani 'geste à peau'ya nasıl bıraktığını kanıtlayan bir simya deneyiyle baş başa bırakıyorum.

19 Ekim 2014 Pazar

Helin et Moi


Ne demiş Lautréamont, "As beautiful as the chance encounter of a sewing machine and an umbrella on an operating table"

Kendinden hayli sıkılmış görünen Helin Avşar'ın mı daha 'dikiş makinesi' yoksa 'kendinden hayli sıkılmış görünen Avşar'dan sıkılmış olan benim mi daha şemsiye' olduğumu sorgulamak istemiyorum. Çenesinden ve ağzından güç alarak suskun kalmayı başarabilmek, 'söz'ü ama yalnızca 'söz'ü iletmek adına iki zavallı ölümlünün tam ortasında erekte olmuş, erki kızıl kızıl yanan bir mikrofonun sözde iktidarını söndürmeye yeter diye düşünüyorum.

Yine de 'benimle burada ne işin var' diyen bir kadın -soldan okumaya başlayan bizim gibi toplumlarda bakışın ve suskunluğun egemenliği de soldan sağa doğrudur- 'benim burada ne işim var' diyen -sağdan sola doğru bir türlü var olamayan- bir erkekten her koşulda daha baskındır, aklidir ancak görece üstündür.

O halde sıradaki Lautréamont, soldan sağa baksa da 'ontolojik kader' gereği okuduğunu anlayamayan Mrs. Avşar'a gelsin: "…the association of two, or more, apparently alien elements on a plane alien to both is the most potent ignition of poetry."

14 Ekim 2014 Salı

Foucault'yu Unutmak


Oğuz Adanır'ın Baudrillard'dan yaptığı çevirinin coşkusuyla her gece olduğu gibi bu gece de Foucault'yu unutmak istiyorum; hem de %25 indirimli! Ne zaman bu kitabı okusam, alkolden olsa gerek, onu-bunu unutuyor olmanın utanç veren psikopatolojisi, hiperrealist bir konjonktürde yaşamakta olan kitlelerde asla hatırlanmaması gereken 'şey'in post-politik (Baudrillard olsa 'trans-estetik' derdi) durumuna dönüşerek en azından içtiğim şeyin hakkını vermemi sağlıyor.

Onu bunu bırakın da hiç %25 daha ucuza birini unuttuğunuz oldu mu; karınızı, kocanızı, kız arkadaşınızı ya da cinselliğinizin tarihini? Haydi bu gece bir iyilik yapın kendinize ve 6 Liraya, 80 sayfada Foucault'yu aniden unutuverin! Halihazırda tarih olan birini bir kez daha tarihe gömerek endişe verici de olsa yaşıyor olduğunuzu kendinize kanıtlayın; %25 daha az ödeyerek Foucault'nun yerine 'yaşam', Foucault'nun adına 'düşünme' hakkını kazanın. Bu sizin için yapılan son çağrı...

13 Ekim 2014 Pazartesi

Özdeşleşme Stratejisi ve Psikopatolojik Yaklaşım Üzerinden Korku Sinemasında Kadının Psikanalizi


20 Ekim günü saat 13:00'da hiç de adil olmayan çoklu bir cinayet işlenecek; 1971'den bu yana korku filmlerinde öldürülmüş olan tüm kadınlar, çocukluğumun sponsorluğunda, çocukluğumun arzusunu kırmayarak ve bir kez daha öldürülmüş gibi yaparak sizi anında unutabileceğiniz bir zevke ortak etmeye çalışacaklar.

Ağıza alınması neredeyse olanaksız bu akademik zevkin tam başlığı ise şöyle: "Özdeşleşme Stratejisi ve Psikopatolojik Yaklaşım Üzerinden Korku Sinemasında Kadının Psikanalizi"

Size bir sır vereyim; 1970-80'lerde korku sinemasında kurban edilen kadınları baştan çıkarabilmenin ve onları hala 'ölü', hala 'güzel' kılabilmenin tek yolu bu; sondan eklemeli 'akademik' bir sunum başlığıyla onların yeniden dirilmesini sağlamak...

Bu eklektik-ritüelistik harikulade başlığa rağmen aranızda hala ölü olan ve dirilmeye karşı direnen varsa ayılmanız için 20'sinde içkiler benden!

9 Ekim 2014 Perşembe

Leos Carax'la Tek Kişilik Söyleşi


2000'lerin bilmem hangi yılında -yılları vererek konuşabildiğim son yıl 2006'dır- Boğaziçi Üniversitesi'ne konuk olan Leos Carax'ın söyleşisine katıldığımı hatırlıyorum. Kendisine, scan edilmiş versiyonuyla Mauvais Sang (1986) filmine dair beş kare ve beş soru ilettim. Aşağıda görmüş olduğunuz beş kare + 1 karenin soruları şöyleydi:

1) Mauvais Sang filminizde Lavant'ın (Alex) girdiği asal mekanı dış mekandan ayırmak için algılayamadığım biçimde ve ani olarak bir at kafasına kestiniz (Filmsel Kastrasyon: Cut to) Oradaki at, Cocteau'nun 'Le Testament d'Orphée' filmine yok yere bir gönderme miydi?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

2) Lavant (Alex) ve Binoche'u (Anna) tam da hiç bir yere varmayan söyleşilerinin orta yerinde dikizleyen röntgenci sizin gençliğiniz miydi yoksa tüm zamanların size ait arzusu mu?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

3) Lavant ne zaman Carroll Brooks (The American Woman) ile iletişime geçse üst açı kullanmışsınız; gayrimeşru çocukluğunuza üstten bakmak hoşunuza mı gidiyor?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

4) Şimdilerde boyundan büyük sözler ederek ve dahi filmler çekerek yalnız ve yalnız Woody Allen'ın Fransız 'animus'u olmak peşindeki Lise'in (Julie Delpy) arka planında görünen kelebekler onun geri dönüşümsüz bekaretini mi temsil ediyor?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

5) Filmde Lise karakterinin odasında görmüş olduğumuz duvar kağıtları çocukluğunuzu yaşadığınız odanıza mı ait yoksa sanat yönetmeni, kendi dahil kimseye çaktırmadan kişisel tarihini mi konuşturdu?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

BONUS SORU:

6) Söyleşi sonunda anımsıyorsanız sizinle bir fotoğraf çektirmiştik, fotoğraftaki siz misiniz, Fritz Lang mi, yoksa ben mi?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

Ne var ki sürmenaj ve postmodernizm arasında mucizevi bir ilişki var dostlar; her kim yattığı filmi unutur o ki libidosunu hiç de Deleuzian olmayan kutsal motorlara yatırır. Tanrı Carax'ı ve unuttuğu tüm günahlarını affetsin...

7 Ekim 2014 Salı

The Dance of Reality


Piyonun vezir çıkmasından öte, bir elin kendisinden daha hızlı sevebilen bir kalbe dokunmasıdır Simya... Ne mi saçmalıyorum? Size filmi izlediğimi söylüyorum! Size, tersinden yaşlanmış bir yönetmenin göksel yasalar gereği burnu dibindeki direğin rengini alan kozmik saçlı kızla olan dokunsal ilişkisini sesleniyorum!

Şurası gerçekler içinde bir gerçek ki Jodorowski'nin makyaj kırmızısı bakışlarındaki hiç de ölümcül olmayan sahtekarlığı açıklayabilmek için kutsal-otomatizmle 'organize rüya draması' arasındaki ayrımı iyiden iyiye yapmak gerekiyor. Uyandıktan sonra geriye sıkıcı mı sıkıcı kendinizden başka hiçbir şey kalmayan, hiç bir şey bırakmayan sizler çok iyi biliyor olmalısınız bu ayrımı.

O halde içimden bir slogan üretmek geldi. Askerliğini yapanlar bilir; bölüklerdeki ani müdahale mangasına benzer bir 'film eleştiri' sistemi vardır Amerika'da; kim daha çağrışımsal slogan üretirse o kişi filmi en kestirme yoldan açıkladığını zanneder. Saatler 21'i 34 dakika geçmişken yıllardır üzerine ciddi ya da gayri ciddi konuşuyor olduğum Jodorowsky'nin şu son filmi üzerine bezer bir slogan üretmek istiyorum: 'Pedophilia' meets 'Sisters of Loreto' o da ister istemez meets 'Sonchromatoscope...'

4 Ekim 2014 Cumartesi

Oedipal Üçgen


Londra'da yaşayıp Freud'dan haberi olmayanlar bilir; 'Hazreti Psikanaliz'in evini görmek, onu tastamam görmek demek değildir... Londra'da yaşayıp Freud'u Marx'la karıştıranlar daha da iyi bilir; onun az buçuk yerin altında olan mezarını ziyaret edebilmek için görevlilere düpedüz yalan söylemeniz gerekir. Aksi taktirde en ucuz RPG oyunlarında dahi göremeyeceğiniz türden ucuz bir yontu yığınına rengarenk anti-depresan kapsüllerinizi bağışlayarak ağlıyor pozu vermeniz işten bile değildir.

2005 Şubat ayında söylediğim yalanı hatırlamasam da Romero'nun filmlerinden çıkmışcasına üzerime yürüyen ve bedeninin istavroz koordinatlarını son seviştiği kadının üzerinde unutmuş bir adamı çokça iyi hatırlıyorum. Elinde bir tomar anahtar ve terbiye edilmiş domuz eti kokan rüzgarıyla Freud'un mezar kapısını açan bu adam, üstlerine karşı söylediğim yalanı sezse de aldırmaksızın şöyle demişti bana: "Saçları arkadan taralı gençliğiniz, bir kül yığınından daha fazlası olmayan bu ölümlüye yaptığı her duygusal yatırımda biraz daha yaşlanıp biraz daha çürüyecek..."

Adının Igor olduğundan şüphe duymadığım ve beni Freud'un cürufuna böylesine yaklaştıran o mezar kaçkınını şimdilerde çok daha iyi anlıyorum... Ama size nasıl ve hangi şartlarda çürüyor olduğumun detaylarını vermeyeceğim elbette! Onun yerine, çokça işgüzar mezarlık görevlilerini bir biçimde kandırarak yerin merkezine indiğim o yağmurlu akşamda aklıma takılan bir soruyu soracağım:

"Üçgenlerin en kutsalı olan Oedipal üçgenin (Martha, Freud ve Tan) hipotenüsünü hangi formülle hesaplarsınız?"

29 Eylül 2014 Pazartesi

Tan And Jerrry


1979-1980, Özel İnal Ertekin Yuvası mezuniyet töreni; 'Dost Başa, Tan Tolga Ayağa Bakar' isimli neo-fetişist oyundan yer seviyesinde bir arzu görseli. 

Ve her kedi gibi Cihangir'de sonlandı hayatım, kuyruğunu bir ötekine bırakarak, giderek daha da korkarak... 

Bu oyunu benimle öncesinde ya da sonrasında oynayan varsa gönderiyi beğensin rica ederim. 

PS: No Men Allowed!

22 Eylül 2014 Pazartesi

Son Değilmiş, Eylül Yine



Bayanlar baylar,

Paylaştığım fotoğrafların ilki, doğduğum haberini adında sesli harf olmayan bir Narodnik gazetesinden alan babama ait, yıl 1975... Diğer fotoğrafsa babamın aldığı haberle eş zamanlı olarak lensin batı ucunda beni dikizlemekte olan anneme sunduğum erotik bakışın temsili... Ey insanlar! Bakışıyor olmanın doygunluğu, oraya buraya bırakılan biberonların sunduğu sınırlı oral hazdan da sessiz harflerden oluşan doğum haberlerinden de daha besleyici, daha güçlü...

Ve son olarak paylaştığım şiir, aynı adlı adamın; yani babamın, tam da içinde bulunduğumuz 'Eylül' adına, Eylül ayına yazdığı üç perdelik kelamın yalnızca son iki perdesini içeriyor. İyi doğumlar, iyi kesişmeler, iyi okumalar...

SON DEĞİLMİŞ; EYLÜL YİNE

13.00 
ajans haberleri!

tırnaklarımın arasına dolan kullanılmamış günlerden önce 
özgürlük meydanına sırtını dönmüş, önden kopçalı 
iki mermer anıtın tülünü açarken hatırlıyorum parmaklarımı 
yüzünüzü geçen serin akıntı boğmamıştı henüz sizi 
ve cinayet yeri saymıyordunuz henüz göğüslerinizin ucunu 
karşı kaldırım kadar uzaktı şehir; bomba tayyareleri, topçu ateşi 
kadar uzaktı, İskenderiye’deki iki yüz İngiliz esir 
bir düğüm daha atıyormuşum meğer düğümlerinizin üstüne 
Ortaşark’tan tebliğler: ah, gözlerinize düşen çöl ve şehir tiyatrosu

22.00 
radyo salon orkestrası

buzlu bira, halis kahve, inhisar şarabı 
sizi saadete götüren pudranın rengi ne 
ve vadesiz varlığınızın sırrı

N.D.

19 Eylül 2014 Cuma

İzlanda'da bir Anarcho Surrealist, Jón Gnarr Ve...


Keflavík'te bir cenaze evi önü; 'Anarcho Surrealist' Jón Gnarr'ı son yolculuğuna uğurlamadan hemen önce. Eylül, 2014...

13 Eylül 2014 Cumartesi

İthaf


Teşekkürler küçük Tan; benden daha erdemli, daha çılgın ve her koşulda sorgulamaksızın var olabildiğin için.

12 Eylül 2014 Cuma

Yatak Odası Günlükleri - Kuzey Avrupa


Başta sevgili Isadora olmak üzere emeği geçen herkese teşekkürler!

September - 2014 

31 Ağustos 2014 Pazar

René Crevel Vakası


La Révolution Surréaliste'in 1925 yılında yayınlanan ilk sayısında Breton'un paylaştığı "İntihar çözüm müdür" sorusuna EVET mührünü basan René Crevel, 'International Congress of Writers for the Defense of Culture' toplantısından 'oğlancı' oldukları gerekçesiyle kovulan sürrealistleri bir araya toplamaya çalıştı, ancak başaramadı. Bitkin bir biçimde evine döndü ve 18 Haziran 1935'te ocağından çıkan gazla yaşamına son verdi, cesedinin yanında bir notla: "Lütfen bedenimi yakınız, nefretle..."

Crevel'in eşcinsel oluşunu kullanan bir grup dangalak, bu intiharın sorumlusu olarak Breton'u suçladı. Düpedüz saçmalık! Crevel'in ölümünden sorumlu olan Ilya Ehrenburg adındaki ahlakçı Sovyet faşistidir! Nasılsa tez yazmıyorum, kaynak göstermek ya da ortalığı referans cennetine çevirmek gibi bir derdim yok. Nasılsa aradan 70 sene geçmiş; gündem dışı bir konuya ait hayli formalist bir tasayı paylaşıyor olmam ne gecenizi değiştirir, ne de yaşamınızı. 

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bu Rüyalar Filme Çekilseydi Eğer...


Tan Tolga Demirci ile 'Sürrealizm ve Sinema' Üzerine Zeugma Konuştu...

Soru: Blogunuzdan büyük bir ilgiyle ve epeyce yazı okudum. Özellikle; gördüğünüz rüyalar ile ilgili seriniz çok dikkat çekici. İlk soru seçimim bu seriden olacak. Çünkü onları okurken zihnime yerleşen buydu. Rüyalarınız, her birinden ayrı birer film senaryosu çıkacak kadar detaylı ve çarpıcı. Öyle ki, dilerseniz hepsinden kısa metrajlı birer film çıkarılabilir. Okuduğumuz bu rüyalar en dikkat çekici olanlar mı yoksa gördüğünüz rüyaların genellikle hepsi mi böyle?

Yanıt: Gördüğüm rüyaları beş ayrı içerik dahilinde sınıflandırıyorum. Bunlardan ilki, nesnel gerçekliği birebir taklit eden ve 'sıkıcı' ya da 'travmatik' olarak adlandırdığım rüyalar. İkincisi, birbirinden hayli kopuk fragmanlar halinde kendini teşhir eden rüyalar. Üçüncüsü, gündelik gerçeklikte yaşıyor olduğunuz cinsellik, susamak ya da en basitinden işemek gibi gereksinmeleri karşılayan rüyalar. Dördüncüsü, içinde mutlak anlamda kendimin olmadığı ve fakat kısmen, örneğin yalnızca bir 'bakış' olarak izlediğim, bir 'kulak' olarak duyduğum, bir 'burun' olarak kokladığım ve bir 'ten' olarak dokunduğum rüyalar. Beşincisi ise tıpkı bir film gibi başından sonuna dek kendine has bir tutarlılığı ya da tutarsızlığı olan ve kesintiye uğramaksızın kendini tüm ayrıntısıyla teşhir eden rüyalar... Soruda sözünü ettiğiniz rüyaların bu son maddeyi temsil ettiğini söylemeliyim. Ve evet, bu rüyalar filme çekilseydi eğer, o ülke sinemasında beklenmedik bir devrim yaşanabilirdi!

Soru: Sürrealizm nedir? ''Sürrealist olunmaz, sürrealist doğulur,'' diye bir tez üretsem onay verir misiniz?

Yanıt: Sürrealizmin ne olduğuna dair tanımı, aynı zamanda sürrealizmin mucidi olan André Breton'un kaleminden yapmanın çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Kendisi sürrealizmi 'mutlak psişik otomatizm' olarak tanımlıyor. Aynı zamanda hareketin ana göstereni olan bu tanım, hiç şüphe yok ki otomatizmin ne olduğu sorusuna götürüyor bizi. Bilincin işlevlerinden kaynaklı herhangi bir akli ve mantıki sansürden muaf olarak üretme biçimidir otomatizm. 1919 yılında Breton ve Soupault tarafından kaleme alınan ‘Les Champs Magnétiques’ metni, ilk otomatik metin örneği. Dadaizmin tarihsel süreci içerisinde gerçekleşen bu keşif, 1924 yılından sonra Breton'un manifestosuyla birlikte 'sürrealist yazma' tekniğinin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Bununla birlikte otomatizmin, yazınsal otomatizm, resimsel otomatizm ve biraz da benim zorlama tabirimle 'bedensel otomatizm' olmak üzere üç ayrı uygulama alanı olduğunu ifade edebiliriz. Böylesi bir kuramsal zenginlik içerisinde sürrealist olmanın -doğmanın değil- çok ciddi ve zahmetli bir düşünsel pratik içerdiğini söylemek zorundayım. Bastırılan kısmi dürtüsel enerjinin oluşturduğu 'bilinçdışı temsil'i, her ne kadar sürrealistler karşı da olsa estetize etme sürecinde ciddi bir varoluşsal yıkım yaşandığını ve eğer bilinç işlevlerinizin bir 'yedeği' yoksa bu yıkımın sizi, hiç de üretimin hizmetinde olmayan bir deliliğe sürükleyebileceğini eklemek isterim.

Soru: ''Alfabetik Düşler''i adadığınız André Breton idolünüz müdür? Bu doğruysa, en baskın nedeni nedir?

Yanıt: André Breton, kendimi dışarıdan izlememe olanak sağlayan ve bu noktada çılgın bir virüs gibi zihnimi işgal eden ahlâki bir referans oldu hep. Bir hedef için harekete geçtiğimde, bir durum üzerine karar verdiğimde ya da varoluş nedenimin sağlamasını yaptığımda rüzgarını hissettiğim nostaljik bir figür oldu. Ne var ki insanın içinde ileriye, yalnızca ileriye atılarak kendi özgürlüğünü sonsuza dek meşru kılmaya yönelik doğuştan gelen bir 'eyleme koyma' özlemi var. Breton'u aşabilmek meselesi, ancak bu özleme devrimci ve gelecekçi bir özellik kazandırabilmekle mümkün. Son birkaç yıldır bu pratiğin içinde olduğumu söylemekten kaçınmayacağım. 

Soru: Ünlü bir roman sinema filmine aktarıldı diyelim. Okunduğunda ayrı film olarak izlendiğinde ayrı intibalar bırakıyor. Senaryolarınızı filmleştirdiğinizde biliçaltınızdaki o yansımayı tam olarak görebiliyor musunuz?

Yanıt: Giderek sinemadan uzaklaşmama en önemli neden, yaşamın cevherindeki 'gerçek' ile filmsel 'gerçeklik' arasındaki kaçınılmaz kopukluk oldu. Nasıl ki yüksek çözünürlüklü bir medyayı daha düşük çözünürlüklü bir başka medyaya aktarırken görüntü ya da ses kalitesinde belli oranlar dahilinde bir düşme ile karşılaşıyorsanız, 'bilinçdışı yansıma' dediğiniz 'o şey'i de filmleştirirken benzer bir düşüş ve gerçeklik kaybıyla karşılaşıyorsunuz. Tam da bu yüzden, ikisi de nesnel gerçekliğin dışında dahi olsa, rüyadaki 'kendilik' ile filmde yaratılan 'karakter' arasında uzlaşmaz bir 'algı' uçurumu var. Her ne kadar Breton sinemayı gördüğümüz rüyalara en yakın üretim disiplini olarak kabul etmiş olsa da sinema salonunda uyumayı film çekmeye tercih ettiğimi söyleyeceğim size.

Soru:  Filmlerinizi izlerken kendinizi çocukluğunuza döndürüp an'ı yaşamayı başarabiliyor musunuz?

Yanıt: Çektiğim filmleri izlemek, yara kabuğundan yaranın kendisini görememek gibi içinden çıkılması olanaksız bir hüzün ve doymamışlık duygusu yaratıyor çoğu zaman. Çok sevdiğiniz ve uzun yıllar yaşadığınız bir evin aniden yıkıldığını düşünün. Enkaza baktığınızda sizi çıldırmaktan koruyan şey, o evin belleğinizde yaşayan bütünsel imgesidir. Birinden ayrıldığınızda da benzer bir durum yaşarsınız; ayrıldığınız kişinin sizde kalan imgesidir yataklara düşmenizi engelleyen. Eğer yıkık bir evse çocukluğum ve çoktandır ayrılmış olduğum 'o şey' ise, bu durumda çektiğim filmler de çocukluğumun zihinde kalan yansımasıdır. Bellek, geçmiş ve 'o an' arasındaki köprüyü ne kadar sağlam kuruyorsa, 'çocukluk' ve 'bir çocuk olarak film' arasındaki bağlantı da o kadar güçlü oluyor.

Soru: Filmlerinizde rol alacak oyuncuların seçimi size mi ait? Eğer öyleyse bilinçaltınızdaki figürlerle örtüşmeleri gibi öncelikli kıstaslarınız var mı?

Yanıt: Daha önce de söylediğim gibi 'bilinçdışı temsil' ve film arasında asla örtüşmeyen ve çakışması da mümkün olmayan bir mesafe var. Bunun en önemli nedeni, filmi hiç de size ait olmayan parçalara bölmek zorunda kalmanız. İşin içerisine onlarca insan giriyor; biri ışık kuruyor, diğeri kamerayla uğraşıyor, öteki makyaj yapıyor. Tüm bu hengamede ne için film çektiğinizi ya da daha önemlisi, sizi o filmi çekmeye iten içsel dinamikleri unutur hale geliyorsunuz. Oyuncular da bunun bir parçası oluyor ister istemez; yarattığınız anne figürü başka kadın figürlerine ufalanıyor. Yarattığınız baba figürü, hiç de size ait olmayan öteki figürlere karışıyor. Elinizde olmayan nedenlerle ortaya çıkan bu korkunç kaosa bir son vermek istiyorsunuz. Ancak ne yaparsanız yapın, filmi çeken siz değil, sonunda yine 'filmin kendisi' oluyor. Arzuya doğru yol alıp tam ona ulaşacakken birdenbire makaslar değişiyor ve farklı bir yolda sürüklenirken buluyorsunuz kendinizi. Gomeda'yı çekerken yaşadığım tam da buydu.

Soru: Gerçeküstücü olma hali güncel hayatınıza da zaman zaman karışıyor mu? Örneğin herhangi bir iş/olgu planladığınız anlarda, normal şartlardan dışarı taşan, istem dışı bir sürrealizm devreye girebiliyor mu?

Yanıt: Sürrealizm, birkaç zamandır hayatıma üretim disiplini olarak değil de daha çok sopa gösteren doyumsuz bir ahlak figürü olarak girmekte, yani en tehlikeli haliyle! Neden tehlikeli? Çünkü sürrealizm temelli ahlaki mazoşizmin en dayanılmaz yanı, size bir yandan üretimi tasarlama olanağı sunarken aynı zamanda onun gerçekleşmesini olanaksız hale getirmesi. Bunun en önemli nedeni, daha önce de söylediğim gibi bilinçdışı temsil ve üretilen materyal arasındaki uzlaşması imkansız 'söylem'in zihinde açtığı yara. Sürrealizmin ahlaki boyutu, sizdeki mükemmelliyetçilik takıntısını azdırarak o yaraya sürekli çomak sokuyor. Tasarım sırasında aldığınız zevk, üretim sürecinde kara bir deliğe dönüşüveriyor.

Soru: Yazılarınızdan birinde ''Uzun süredir yeni film çekemiyor olmanın ölümcül günahları'' diye bir girizgâh dikkatimi çekmişti. ''Uzun bir süre daha film çekemeyecek olmanızın'' kökeninde popüler kültür sevdasına tutulmuş yapımcılar var muhtemelen. Doğru mudur? 

Yanıt: Bunun iki nedeni var, birincisi, içten ve dıştan sürekli uyaranlarla dolu bir yaşamsal süreç içerisinde anın hızına sinemanın yetişemiyor ve asla da yetişemeyecek olması. Diğeri ise yine anın izini soğumaksızın paylaşabileceğim birilerinin çevremde olmayışı. Kolektif bir üretim disiplini olan sinemanın en kötü tarafı, sahip olduğunuz fantezinin sizin dışınızdaki kimseyi ilgilendirmiyor olması. 'Arzulanan Şey' tarafından arzunuza verilen yanıt, nasıl ki olanaksız bir cümleye dönüşüyorsa, sahip olduğunuz fantezi ve ötekilerin talebi arasında da benzer bir uzlaşım olanaksızlığı var. 

Söyleşi teklifimi kabul edip blogumu onurlandırdığınız için ve değerli zamanınızı ayırıp sorularıma verdiğiniz yanıtlar için, her şey için çok ama çok teşekkür ediyorum. Yolunuzun her daim açık olması ve başarılarınızın artarak sürmesi dileğiyle...

Metnin Zeugma'nın Blog'unda yayınlanan versiyonuna buradan ulaşabilirsiniz. 

15 Ağustos 2014 Cuma

La Fine del Mondo Nel Nostro Solito Letto in Una Notte Piena di Pioggia



İtalya ve İspanya'nın devrime açılan ya da açıldığını sandığım duvarlarını tek tek dolaştım. Tek derdim, işbu duvarların üzerine çizilmiş ve birbirine çokça benzeyen orak-çekiç figürlerini keşfetmekti. Nihayet, aralarında 1766 kilometre mesafe olan iki ayrı duvarda (Venice-Sevilla) biçimsel dahi olsa birbirine teğet geçmeyi başarabilen sol-politik libidonun estetik çağrışımlarını yakalayabilmeyi başardım! Gerçekten de kırmızıyla çizilmiş mekanik-ortodoks orak-çekiç, siyahla çizilmiş anarko-duygusal oraç çekice hayli benziyordu. Oysa bu keşifsel bütünlükte yine de eksik olan ve mutluluğumu ketleyen bir şeyler vardı. 

Çokça sevdiğim ülkeme geri döndüğümde, tüm bu arama / arınma süreçlerini tetikleyen esas göstergenin Wertmüller'in filmindeki bir sahne olduğunu hatırladım. 1994 yılından bu yana bilinçdışımda organize olmuş bu ironik sahne, beni onca yolu kendisine benzer proleter figürü, yani kendisiyle kardeş orak-çekici bulmak üzerine tetiklemişti. Fakat işin kötü tarafı, filmde Giancarlo Giannini tarafından bir yangın zımbırtısının dibine çizilen orak çekiç figürü ile benim keşfettiğim figürlerin birbirinden oldukça farklı olmaları idi; biri parmak patates, diğeri elma dilim 'çekiç' idi... Aradaki tahammül edilemez farkın hesabını sormak üzere Mc.Donalds'ın koca popolu yetkililerinden birini aramadım elbette. Tersine filmi bir kez daha izledim; Komünist-İtalyan Giannini'nin Amerikan-Feminist Bergen'i takibe başladığı o andan itibaren... 

Ama şimdi kafam daha da karıştı. Üç orak çekiç figürünün -kırmızı, siyah ve beyaz- arasındaki estetik-politik farkın hangi plastik anlam-ideoloji üzerinden konumlanması gerektiğini gerçekten bilemiyorum.

12 Ağustos 2014 Salı

12 Ağustos - Rüya


Kime ait olduğunu hatırlamadığım bir akraba evindeyiz. İçinde annemin de olduğu ve çoğunu tanımadığım akrabalar arasında ateşli bir konu tartışılıyor. Bir süre sonra konu dönüp dolaşıp bana geliyor. Annem gözlerime odaklanıp eskiden olmuş bir olayı anlatmaya başlıyor... 

Söylediğine göre ben beş ya da altı yaşındayken oldukça sıcak bir yaz akşamında ter içinde uyanmış ve kendimi dışarı atmışım. O kadar hızlı yürüyormuşum ki annem arkamdan bir türlü yetişememiş. Bir süre sonra, sokakların birinde beni yerde sırtüstü yatarken bulmuş. Burun deliklerimin birinden kan sızıyormuş...

Annem, yaşadığına emin olduğu bu olayın devamını yazık ki hatırlayamadığını ancak yine de büyük olasılıkla ölmüş olabileceğimi söylüyor. O anda benim dışımda bir 'Çocuk Tan' karakterinin olup olmadığını sorgulamaya başlıyorum. Bu düşünce o kadar acı veriyor ki bana sanki bedenimin çoğalarak yok olduğu yanılsamasına kapılıyorum. Duyduğum kaygıyı bastırmak için anneme capcanlı karşısında olduğumu, nasıl böylesine korkunç bir düşünceye kapılabildiğini soruyorum. Gözlerini hüzün sarıyor annemin ve çocukken dehşetli bir hastalığa yakalandığım için burnumun kanadığını, bu hastalıktan kimsenin kurtulamayacağını, dolayısıyla ölmüş olma ihtimalimin çok yüksek olduğunu tekrar ediyor. Diğer akrabalar da annemin sözlerini onaylıyor. O anda 'Çocuk Tan'ın benden farklı bir kişi olduğuna inanmaya başlıyorum; bu esrarengiz çocuğun nasıl olup da bana dönüşebildiğini ya da dönüşmese bile benim ölü bir çocuktan nasıl var olabildiğimi sorgulamaya çalışıyorum. Ancak ne yaparsam yapayım bir türlü bu iki kişi / kişilik arasındaki mucizevi köprüyü kuramıyorum. 

Post Scriptum: Uyandığımda ilk dokunduğum yer burnum oldu. 

1 Ağustos 2014 Cuma

Pasteur


Hey dinleyin! Gönderdiğim ikili fotoğrafın üst karesinde ve arkasından dikizlediğiniz aktörün adı Denis Lavant; Leos Carax'ın 'Mauvais Sang' filminin ilk sahnesinde tüm çıplaklığı ile teşhir etmekte kendini. Alttaki karede ise yine aynı metro istasyonunda, ancak tam 23 yıl sonra, tüm tedirginliği ve yanlış bir 'kendi sağına bakmışlık' kaygısı içerisinde beni görmektesiniz. Elbette Denis, sinema tarihinin gücü adına daha estetik ve daha çıplak. Elbette ben kendi kişisel tarihimin sözde kudreti adına daha tedirgin ve 'miş gibi'yim!

Görüyorsunuz ki Carax, 26 yaşının -onun yaşında hiçbirimiz yoktuk ve dahi olamayacağız- verdiği heyecan ve hezeyanla filminin dramatik vurgusuna referans olan 'Postmodern-AŞI' gösterenini, Pasteur durağını gözümüze kadar sokarak çokça meşru kılmaya çalışmış! ODTÜ adındaki pek saygın üniversitemizde, adı geçen film hakkında verdiğim bir konferansta (2003) biri kalktı şöyle bir soru sordu bana: Neden yönetmen Pasteur'e bu kadar vurgu yapmış ki, filmde hiç kimse kudurarak ölmüyor! Mühendislik fakültesinden olduğuna inandığım bu arkadaşımıza tıbbi bir yanıt vermeksizin 'miş gibi' davranmaya devam ettiğimi hatırlıyorum.

Her neyse... Sıradan olmayan -film eleştirmeni olmayan- izleyiciye öykünün ilerleyen zamanlarında ne halt olacağını önceden sezdiren bu 'prolog sahne' beni zamanında öylesine etkilemişti ki (1993 - Kasım) günün birinde Lavant'ın çıplandığı yerin aynı koordinatında ve hiç de varoluşsal olmayan bir poz vereceğime dair yemin etmiştim kendime. Sanmıyorum ama umuyorum ki söz konusu yeminden siz de en az benim kadar haz almışsınızdır.

28 Temmuz 2014 Pazartesi

Bir Fassbinder Yalanı


Bayanlar baylar, size bir sır vereyim: Her şey bir Fassbinder yalanıymış.

25 Temmuz 2014 Cuma

Babamın Adı


Aile fotoğraflarını teşhir etmekten çoğunlukla kaçınmışımdır. Bunun nedeni, Engels'in "The Origin of the Family, Private Property and the State" makalesine duyduğum zoraki militan saygı değil elbette! İşin içinde başka şeyler de var; örneğin 'geriye dönüp baktığımda' diye başlayan cümlelerin aslında hangi zamanı referans aldıklarını bilemeyişimdeki çaresizlik var. Sonra, nesnel süperego düzeyinde 'adam gibi adam' olamayışımdaki 80'li yılların yapısal utancı var. O yılları ergen ya da post-ergen olarak yaşayanlar bilir, utancın oluşabilmesi için iki temel unsur yeterliydi: 'Arkadaş olabilir miyiz' sorusunun karşı cinsiyet tarafından mutlak reddi ve ıslak mayonuzun Renault 12'nin muhteviyatı belirsiz koltuğunda bıraktığı ve kıçınızla hiç de ilgisi olmayan o 'mutlak soyut' iz! 'Anal cüruf' adını verdiğim o hayaletimsi izle bağlantım neyse ki 1992'den sonra tamamıyla kesildi.

Lafı daha fazla uzatmadan, daha fazla utanmadan ve daha da geriye dönmeksizin, aile temsili olan babamın adıyla (nom de MON père) çekmiş olduğum bir fotoğrafımı paylaşıyorum sizlerle. İlksel kastrasyon sürecinin giderek kendi fütüristik metaforlarına ufalandığı ve nihayetinde kaygıyı tuhaf bir 'kendini izleme' hazzına dönüştürdüğü böylesi bir ikili aile saadeti içinde olmaktan mutluluk duyduğumu saklamayacağım sizden.

Bana çokça sünnet fotoğraflarımı hatırlatan ve toplumsal anlamda 'kusurlu-mühürlenmiş' ama yine de domuz gibi sağlıklı olduğumu çağrıştıran şu oral sağaltım ritüelinin, devamını bir türlü sağlayamadığım kendi soy ağacımı da bir biçimde sulamasını diliyorum.

Tanrı Engels'i, aileyi ve her daim anarşist 20 yaş dişlerini kutsasın!

24 Temmuz 2014 Perşembe

Schick - After Shave, Pour Etre Mieux Dans Sa Peau



Rica ederim, birbirinden renksiz ve 'kendiliğinden salak' reklam filmlerinde çalışıp da 'sürrealizm öğret' diye bana gelmeyin. Yok ille de sıkıcı hayatınıza kapıcı sakızı gibi yapışarak içinde 'artı' geçen bir değer edinme hevesindeyseniz, Godard'ın Filistin sosuna batırılmış 'Schick' reklamını izleyerek işe başlayın; sabah sabah karı-koca arasında geçen 'hayli politik' bir tartışmanın, koku duyusunu uyaran şu inanılmaz 'iksir' sayesinde nasıl sıfırlandığına tanık olun. Hatta utanmayıp bir de slogan üretin: "Schick, kadının erkeksi protestosunu kökünden kazır!" 

Reklamın sonunda kameranın parfüm şişesine yaptığı o akıl almaz zoom-out / in hareketi (passage à l'acte) sırasında Godard'ın diyalektik, akabinde materyalist yüzünü ve hüznünü görmek için inanın her şeyi yapardım. 

19 Temmuz 2014 Cumartesi

Gradiva


Hayatında en azından bir kez kadın ayağı görmüş olanlar, Freud'un "Der Wahn und die Träume in W. Jensens Gradiva" denemesinin arkaik psikanalitik literatür dahilinde gerçekleştirilen ilk 'One Night Stand' yapıt olduğunu bilirler. Psikoseksüel aşamaların sırat köprüsü olarak kabul edebileceğimiz Oedipal dönemde takılmış fetişistik libidoyu disiplinler arası bir ciddiyetle analiz ettiği hezeyanına kapılan kitap, hedef aldığı libido 'anonim' olduğu için olacak, ayak göstermeden 'ayakçı' bir kesim yaratabilmeyi başarmıştır. 

Böylesi bir organize ve 'ikinci el fetişist' bir 'hazır fantezi' güruhunun dışında kaldığım için, -Tanrıya şükür- geçtiğimiz yılların birinde Verona'da otobüs beklerken, Gradiva'nın hiç de edebi olmayan 'kısmi' -partial- hayaletinin beni fena halde yokladığı-yakaladığı-sıkıştırdığı gerçeğiyle karşılaştım! Evrensel uyum yasalarını altüst edecek biçimde kötü tasarlanmış bir "Alain Robbe-Grillet" imgesi olarak Verona'nın sisleri arasından kafama çarpan "hani şu şey"in, yani Gradiva'ya ait zincirli protez ayağın, sıradan olmakla 'kendi' olma hakkını çoktandır yitirmiş olan beni kolaylıkla baştan çıkardığını söyleyeceğim size! 

Fotoğrafta, ele geçmiş olan 'ben' ile kendini 'görünüm' olmaktan 'görünür' olmaya indirgeyen ve adına 'ayak' denilen Gradiva'nın cinsel organıyla uzun uzadıya (tam 35 dk) bakışmamıza tanıklık ediyorsunuz.

15 Temmuz 2014 Salı

LIBIDO


İşte size Sırbistan'dan bir duvar!

Tanrı şahidimdir, Libido'nun i'si, İkarus'un i'sinden (I... comme Icare) her zaman daha politik olmuştur; duvara sıktığı kurşunla yarı-ciddi bir dil bilgisi yanlışına düşen Mrs. Eros'un salaklığına rağmen! Böylesi bir yazım hatasının içinde karış almanın (+2 willpower) adım atmaktan (-3 Constitution) çok daha zor olduğunu saklayacak değilim.

Meraklısı için 'Gerçeklik Özel Sayısı': Duvardaki 'Libido' yazısı, bir Sırp cinsel-sever tarafından ne olduğu muamma bir Hırvat milisin kurşunu altına yazılmış, daha doğrusu dizayn edilmiş. 'Harf' ve kurşun deliği arasındaki uyumsuzluk, talep ve arzu arasındaki kara deliğe benziyor. Öyleyse ne mutlu o deliğe düşene, ne mutlu kendi çapında aktris I.A'nın beni hala aramamış olmasına... Biri şunun noktasını doğru yere koysun artık!

Orient Express, Yataklı Vagon - Belgrad, 2014

27 Haziran 2014 Cuma

Ömür Boyu Miss Piggy Ödülü


Madem sizi tanıyorum, bilmek hakkınız! Uzun süredir film çekemiyor olmanın getirdiği ölümcül günahları sıfırlamak adına tam 2 yıl 8 aydır Uluslararası Af Örgütü'ne düzenli olarak günah çıkarıyorum. Dün, bu meşakkatli sürecin son günüydü ve af örgütünün başkanı olan Salil Shetty, Roma'da bir süpermarkette düzenlenen ödül töreninde, hayata yepyeni bir sayfa açmanın temsili olarak bana bu muhteşem ödülü takdim etti; "Ömür Boyu Miss Piggy Ödülü"... Kendilerine teşekkür ediyor ve daha şimdiden yeni bir günah çıkarma seansına duyduğum özlemle uzun bir süre daha film çekmeyeceğimi sizlere duyurmak istiyorum.

14 Haziran 2014 Cumartesi

What Is To Be Done


Kendi çocukluğumu evlat edinecek kadar yaşlandım demek! Doğrudur... 1986 yılının Haziran 14'ünde çekilmiş olan bu fotoğraf, aynı yıllarda devam eden C.C. Catch'e olan aşkımı tüm açıklığı ile gözler önüne seriyor. Hatta daha ileri gidip fotoğrafı onun çektiğini iddia edeceğim! O yıllarda pek bir uzundu C.C. Catch. Ve şanı şöhreti gereği imza vermek için hızla hareket etmek zorundaydı. Onun kalın bacaklarından başlayan ve tahammülsüz gülümseyişinde sonlanan her devinim alanı, ardında keskin bir oksijenli su kokusu bırakıyordu. Yıllar içinde suyu oksijenden ayırmayı başarsam da Catch'den ayrılmayı bir türlü başaramadım. Öyle ki hiç de ani olmayan bir kararla 2012 yılında Moskova'ya onu görmeye gittim. Düet yaptıkları Chris Norman'ı kıskandıktan hemen sonra korumaları güçlükle aşıp nihayet kendisine ulaşmayı başardım. Elimde, tam da şu anda paylaşıyor olduğum çocukluk fotoğrafım vardı. Nefes nefeseydi C.C. Catch ve sağ çorabı kasığına kadar kaçmıştı. Musa'nın denizinden daha kutsal ancak asasından daha küçük bir yarık açılmıştı çorapla çocukluğum arasına... Fotoğrafı uzattım ona ve "siz çekmiştiniz, hatırladınız mı" diye sordum. Çok yorgun olduğunu, beni tanımadığını ve bir an önce CRJ-700 ile Hamburg'a gitmek istediğini söyledi. Chris Norman ve CRJ-700 arasında bir kıskançlık bağlantısı kurmaya çalışırken korumalardan biri omzuma dokunup İspanyol aksanlı İngilizcesi ile sahne arkasını terk etmem gerektiğini söyledi. Son kez baktım C.C. Catch'e, tam da fotoğraftaki gibi, alttan yukarı doğru! Ve "Tom Waits'i sevmek tam 20 yılımı aldı, oysa sizi aniden sevmiştim" diyebildim. Burnunu çekti C.C. Catch, iki öksürdü ve 'Ciao' dedi. İnanın hiç sinirlenmedim; önce Catch'in korumaları tarafından sahne arkasına, sonra daha da arkasına alındım. Hatta diyebilirim ki Leningrad sırtlarına kadar püskürtüldüm. Ama tekrar ediyorum, hiç sinirlenmedim! Etrafta ilk gördüğüm ve Sergei Eisenstein'a ait olmadığına emin olduğum heykele sarılarak 'What Is To Be Done'ı C.C. Catch'in yorumuyla bir kez daha okudum.

31 Mayıs 2014 Cumartesi

United We Stand



Ey Tan! Issız bir adaya düşseydin eğer, yanında götüreceğin kısa film hangisi olurdu diye sorsaydınız, tereddüt etmeksizin paylaşmış olduğum ve milyon yıl önce izlemiş olduğum bu filmi seçerdim. Adına 'kadın' denen bir 'öteki' tarafından önce altı ve sonrasında üstü çizilen varoluşsal yazgımı daha iyi anlatacak bir sahne çekilmedi yazık ki... 'Kadın' ve 'yazgı' kavramları çok mu metafizik, çok mu uzak geldi günün anısına? O halde filmdeki turist 'kadın'ı kadın olmaktan çıkarıp ona kurtarılması gereken toplumsal bir değer yükleyin. Beni de özenle parçalayıp devrimci-öfkeli kendinize, sizlere dönüştürün. Bir de böyle izleyin. Biliyorum, zamanınız değerli ama gene de izleyin. Sonuna dek izleyin, kurtaramadıkça yere-batan bedenlerinizin kaçınılmaz mizahı adına. 

23 Mayıs 2014 Cuma

Papin Sisters & Violette Nozière



2 Şubat 1933 tarihinde Fransa'da bir cinayet işlendi. İki kız kardeş, uzun süredir zor şartlarda ve hizmetçi olarak çalıştırıldıkları evin sahibesi ile kızını gözlerini oyarak, vücutlarına kesikler atarak ve başlarını çekiçle ezerek öldürdü. Tarihe 'Papin Davası' olarak geçen olay, Genet'nin, Sartre'ın ve özellikle de sürrealistlerin kaleminde kız kardeşlerin lehine birer söylenceye dönüştü. Olayla ilgili olarak aynı yıl, sürrealist dergi Minotaure'un 26. sayfasında 'Dr. Jacques Lacan' imzalı bir de metin yayınlandı. 'Paranoyak Suç Motifleri' başlığını taşıyan metin, 'zulüm paranoyası', 'yansıtmalı özdeşleşme' ve 'kadın homoseksüelliği' üzerinden 'Papin Davası'nı 'Papin Vakası'na dönüştürüyordu. Bir yandan sınıf savaşının sembolik bir göstergesi olarak aklanan, diğer yandan ise 'deliliğe övgü' sloganıyla mitleşen Papin Kardeşler, küçük kardeş Léa Papin'in kuşkulu ölümüyle (1982 ya da 2001) nihai dokunulmazlıklarını kazandılar. 

21 Ağustos 1933 tarihinde Fransa'da bir cinayet daha işlendi. Bu kez 18 yaşındaki Violette, tren makinisti olan babasını ve ev kadını olan annesini aşırı dozda Barbitüratla zehirledi. Baba olay yerinde ölürken, ilaçlı suyun yarısını içen anne kurtulmayı başardı. İlk cinayete benzer biçimde, özellikle sürrealistler tarafından sembolik bir 'burjuva katli' olarak yorumlanan olay, Noziere'i çok geçmeden yazınsal bir kahramana dönüştürdü. André Breton'un 'baştan aşağı mitolojik' olarak fetişleştirdiği ve Eluard'ın en ölümsüz esin kaynaklarından olan Violette, 1934 yılında çarptırıldığı giyotin cezasından son anda Cumhurbaşkanı Albert Lebrun'ün affıyla kurtuldu. 

Biri Artaud'nun 'Vahşet Tiyatrosu' ilkesine harfiyen sadık kalan, diğeri ise Chabrol'ün melodram anlayışını bir üst düzeye taşıyan ekteki filmler, bu çok katmanlı iki cinayet öyküsünün sinemadaki temsilleridir.