24 Aralık 2013 Salı

24 Aralık 2013 - Rüya


İçinde bulunduğum hayli sıkışık hayat programından bir an önce kurtulup nefes almak için Bursa'ya gidiyorum. Taksi şoförüne, yaklaşık 10 yıldır görüşmediğim eski iş arkadaşlarımdan Bayan B'nin evini tarif ediyorum. Bursa Devlet Hastanesi'nin arkalarında bir yerde duruyor taksi. Taksimetreye bakıyorum ancak ödemem gereken tutar yerine Bursa'da hangi tarihte kaç büyüklüğünde deprem olduğuna ilişkin elektronik bildiriler görüyorum. Şoföre ne kadar ödemem gerektiğini soruyorum. O da babasının az önce kalp krizi geçirdiğini, hayatının en mutlu günü olduğunu ve bir hafta boyunca müşterilerinden para talep etmeyeceğini söylüyor. Teşekkür edip taksiden iniyorum. Birkaç adım yürüdükten sonra Bayan B'nin müstakil evine varıyorum. Evin kirli-beyaz dış cephesinin üzerine çizilmiş insan boyutlarında kertenkele eskizleri görüyorum. Zili çaldıktan bir süre sonra açılıyor kapı ve Bayan B'yi 10 sene önceki haliyle görüyorum. Üzerinde krem rengi dantelli bir gecelik var. Çok sıkı ve içten sarılıyor bana. Bakışlarımın olgunlaştığını, limandaki gemileri çürümeye bıraktığımı ve yüzümde sakin bir kasabanın izlerini taşıdığımı söylüyor. Hayli yüzeysel bir kişiliği olduğuna inandığım Bayan B'nin bu denli şiirsel konuşması şaşırtıyor beni. İçeri geçiyoruz. Antika bir dolabın raflarında B'nin düğün gününe dair çekilmiş olan fotoğraflara bakıyorum. Arkada belli belirsiz bir deniz görüntüsünün olduğu fotoğraflarda B'nin üzerinde hep aynı gecelik var... 

Odanın sessizliğini bozan Bayan B, benim de tanıdığım Bay A. ile on yıl önce evlendiklerini, hala evli olduklarını ve Bay A.'nın bir iş için şehir dışında olduğunu söylüyor. O an kendimi biraz huzursuz hissediyorum. Yine de cesaretimi toplayıp Bursa'ya onunla yatmak için geldiğimi, evli olabileceğini hiç düşünmediğimi ve söylediklerinin beni hayal kırıklığına uğrattığını itiraf ediyorum. Müthiş bir hüzün çöküyor Bayan B'nin yüzüne ve elimden tutup tereddüt etmeksizin beni yatak odasına götürüyor. Yatak dahil, odadaki tüm mobilyalar beyaz bir çarşafla örtülmüş. Yatağın üzerindeki çarşafı kaldıran B, yorganı sıyırıp içine giriyor. Ben de pantolonumu çıkarmadan onun yanına uzanıyorum. Yatağın soğukluğu, karşı konulması güç bir altıma işeme isteği uyandırıyor. Bir süre odanın tavanına donuk gözlerle odaklanan Bayan B. oldukça duygusuz bir ifadeyle kanser olduğunu ve birkaç aylık ömrü kaldığını söylüyor. O an evin kolonlarından kesik kesik çıtırtılar duymaya başlıyorum. Üzüntülü ve şaşkın bir ifadeyle 'kolon kanseri mi' diye soruyorum. Yanıt vermiyor. Kolondan gelen çıtırtı sesleri daha da sıklaşıyor. Korkumu gizleyerek tam yataktan kalkacakken sıkıca kolumu tutuyor Bayan B. ve mastürbasyon yapmam için yan odadaki masaya kağıt mendil ile kolonya bıraktığını söylüyor. Yanıt vermeden ağır adımlarla yan odaya geçiyorum. Mor duvar kağıtlarıyla kaplı, dolap raflarında eski kamera aksesuarlarının sergilendiği ve ölüm sessizliğine gömülmüş bu odanın zemini siyah-beyaz kare taşlarla örülmüş... 

Bayan B'nin sözüne ettiği masaya doğru yaklaşıyorum. Masanın üzerine üst üste konmuş dört adet peçete ve hemen yanında siyah ispirtolu kalemle markası düzensizce karalanmış kolonya şişesini görüyorum. Ses çıkarmamaya özen göstererek sandalyeye oturup mastürbasyon yapmaya başlıyorum. İşimi kolaylaştırmak adına 'The Young And The Restless' dizisinde oynayan kadınları getiriyorum aklıma; Nikki Newman'ı, Ashley Abbott'u, Carmen Mesta'yı, Chloe Mitchell'i, Cricket Blair'i... Ve tam Katherine Chancellor'u düşünürken nihayete eriyorum. Peçeteyi ve kolonyayı 'olması gerektiği gibi' kullanıyorum. O sırada hayli güçlü bir duvar saati sesi duyuluyor. İki saniyede bir 'tık'layan ses giderek yaklaşıyor. Hızla üzerimi toplayıp ayağa kalkıyorum. Tam kapıya yöneleceğim sırada, kucağında güçlükle taşıdığı devasa bir duvar saatiyle Bayan B'yi görüyorum. Yüzünün rengi iyice solmuş. Bacakları titriyor. İyi olup olmadığını soruyorum. O da kucağındaki saati göstererek ölümünü geciktirmek için özel olarak yaptırdığını, böylelikle iki kat daha uzun yaşayacağını söylüyor. Bunu dile getirirken öylesine mutlu bir ifade takınıyor ki ben de ister istemez gülümserken buluyorum kendimi. Saatin geç olduğunu ve gitmem gerektiğini söyleyerek evin dış kapısına doğru hızlı adımlarla yürüyorum. 'Hoşça kal' bile demeden kapıyı sertçe kapatıp evden uzaklaşıyorum. Tam taksinin beni bıraktığı yere geldiğimde, 'olması gerektiği gibi' kullandığım peçeteyi masanın üzerinde unuttuğumu farkediyorum. Bay A'nın iş seyahati sonrasında peçeteyi bulma ihtimali müthiş bir kaygı duymama neden oluyor. İzlerimi silmek için yeniden eve geri dönüyorum. Bu kez zile basmama gerek kalmaksızın otomatik olarak açılıyor kapı. İçeri giriyorum. Bayan B. ile yeniden karşılaşmamak için sessizce mor odaya doğru ilerliyorum. Ancak o an gördüklerim karşısında ciddi bir nefes darlığı yaşıyorum. Çünkü siyah-beyaz taş zeminde bacaklarını iki yana açmış olan Bayan B'yi, az önce unuttuğum peçeteyle cinsel organını temizlerken buluyorum. Odanın duvarına, kaynağı belirsiz bir projeksiyon cihazından 'The Young And The Restless' dizisinin görüntüleri yansıyor. Görüntüde Cricket Blair, belli belirsiz bir deniz manzarasının önünde -düğün fotoğrafındaki manzaranın aynısı- yere yatırdığı Danny Romalotti'nin ağzına sağ ayağını sokmaya çalışıyor. Danny boğulmak üzere olmasına rağmen Cricket'in yüzünde çocuksu bir zafer ifadesi var. Yeniden Bayan B. ile göz göze geliyorum. Cricket'in yüzündeki ifadenin bir benzerini takınıyor. Cinsel organını sildiği peçetenin üzerinde küçük bir nokta halinde beliren kan, hızla dağılarak peçetenin tümüne yayılıyor. Güçlükle yerden kalkan B, üzerime doğru yürümeye başlıyor. Ne kadar kaçmak istesem de tuhaf bir biçimde olduğum yerde kalıyorum. Danny'yi ayağıyla boğan Cricket, histerik kahkahalar atmaya başlıyor. Bayan B. de bu kahkahaya katılıyor ve giderek erkeğe dönüşen sesiyle az önce kanseri yendiğini ancak yakın bir gelecekte vuku bulacak büyük bir depremin taş üstünde taş bırakmayacağını söylüyor. Sonra da elindeki kanlı peçeteyi gömleğimin ön cebine iliştirip olduğu yere yığılıyor. Kadının düşmesiyle birlikte evin kolonlarından çok daha güçlü bir ses geliyor ve sesi takiben, içinde bulunduğum odanın duvarları sarsılmaya, sıvaları çatlamaya başlıyor. Hızla mekanı terk edip dış kapıya ulaşmaya çalışıyorum. Sonunda var gücümle kendimi dışarı atmayı başarıyorum. 

2 Aralık 2013 Pazartesi

Marcuse ve Tactile Deney


Deney No - 162
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Herbert Marcuse

Renk: Ekmek karnesi.
Koku: Serum lastiği.
Dokunsal: Regl sancısıyla uyuyakalmak.
İşitsel: Spermle çalışan oyuncak tren.
Tat: Koşu bandı.

21 Kasım 2013 Perşembe

André Breton'a Mektup



Uzun yıllar sen olduğumu, sende olduğumu ve yine sana döneceğimi düşündüm. Biri ölü, diğeri daha ölü iki düşüncenin birbirlerine çarpmaksızın birbirlerinin içinden geçtiği bir hayatı bahşettiğin için minnettarım sana. Adın arzumun kabuğu, sözcüklerin vicdanımın sağlamasıdır. Şimdilerde çocuksu bir ayrılık refleksiyle senden koparak adına 'kendilik' denilen bir başka varlığı, bir başkasının zamanını yaşıyorum. Hayatından adımı kazımak tam 20 yılımı aldı. Bağışla beni; sesini terk ettiğim, bakışından uzak bir bakılan nesneye dönüştüğüm için. Adına 'özgürlük' denen şu ölü dizeyi, şu aksak 'değer' parçasını daha da büyük bir özgürlükle yok ederek sana dair miş'li geçmekte olan bir zaman algısı yarattığım için bağışla beni. Sevgimi itiraf edebildiğim tek insana... 

15 Kasım 2013 Cuma

Un Chien Anadolu


Fotoğrafa bakıp da post militarist bir çığırtkanlıkla 'Luis Bunuel'in askerleriyiz' diyebilmeyi isterdim ancak duruşumdaki (kas zırhı) manik-anatomik yalnızlık, 'size bakıyor' olanla 'sizden yüz çeviren' arasındaki tarihsel mesafeden kaynaklanıyor. Formüle edersek: L'histoire de l'oeil - Les cuirasses musculaires = Ego merveilleux... İyi geceler.

2 Kasım 2013 Cumartesi

Venüs'e Mektup


Sadakatsizliğimi bağışla ancak varlığın tarafından sürekli izleniyor olmanın getirdiği akılcı paranoyamı yatıştırmak zorundayım. En azından bir süre ayrı kalalım. Kesintiye uğrayan bakışlarımızın, bedenini işgal etmiş zoraki yetişkin arzuyu huzura kavuşturacağını umarak, sevgiyle...

19 Ekim 2013 Cumartesi

13 Ekim 2013 Pazar

Riefenstahl ve Tactile Deney


Deney No - 161
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Leni Riefenstahl

Renk: Asansör boşluğu.
Koku: 2. Tabur, 4. Bölük silahlığı.
Dokunsal: Pembe bir abajurun üzerine boşalmak.
İşitsel: Düşük yapan tilki sesi.
Tat: Boş fırın tepsisi.

12 Ekim 2013 Cumartesi

12 Ekim 2013 - Rüya


Sinema piyasasından uzaklaşıp adam gibi bir iş yapmak düşüncesiyle kendimi evden dışarı atıyorum. Apartmanın önünde beyazlar içinde ip atlayan bir kız çocuğu dikkatimi çekiyor. İpin bir ucu elektrik direğine, diğer ucu ise dikine kaldırılmış bir tabuta bağlı. Tabutun kenarında ağıt yakan bir sürü doğulu kadın. Kız, mutlu bir ifadeyle ip atlamaya devam ediyor. Pek de tekin olmayan bu atmosferi bir an önce terk edip evin alt sokağındaki eczaneye gidiyorum. Amacım, yol ortasında dahi kadınların çamurlu ayakkabılarını silebilecekleri bir paspas satın almak ve her 'ayak bastı' için 1 lira para kazanmak. Kemoterapi tedavisi gördüğü her halinden belli olan eczacıya iki metreye bir metre boylarında pembe bir paspas satıp satmadığını soruyorum. Adam, arkasında asılı duran Mazhar Osman'ın resmini aşağı indiriyor. Çerçevenin arkasında kırmızı bir düğme var. Hiç tereddüt etmeksizin o düğmeye basıyor ve aynı anda ilaç raflarından biri hareket etmeye başlıyor. Rafın arkasında gizli bir oda beliriyor. Eczacı, kendinden emin adımlarla açılan bölmeye giriyor ve bir süre sonra elindeki paspasla dışarı çıkıyor. Paspasın rüzgarla dalgalandığı izlenimini veren pespembe tüyleri ve alt kısmında bir de uyarı metni var: "Bozuk Para İle Çalışır!" Tam paspasın parasını ödeyecekken eczacı adam 'istemez' gibisinden bir işaret yapıp kaldığı yerden devam ediyor işine. Hayli ağır paspası güçlükle omzuma alıyor ve dışarı çıkıyorum. Bir süre yürüdükten sonra Mebusan Yokuşu'nun Meclis-i Mebusan Caddesini kestiği köşeye paspası koyarak kadınları beklemeye koyuluyorum. Ancak saat gereği hayli kalabalık olması gereken yolda tek bir kadın dahi göremiyorum. Uzunca bir süre bekledikten sonra dizlerine kadar beyaz plastik çizme çekmiş yirmili yaşlarda bir kadının bana doğru yaklaştığını görüyorum. Hevesle eğilerek paspasın tozunu son kez elimin iç tarafıyla almaya başlıyorum. Sanki ona her dokunduğumda bana karşı cinsel bir heyecan duyuyormuş, örneğin tüylerini kabartıyormuş gibi hissediyorum. Tam o sırada görüş alanımda kadının beyaz çizmeleri beliriyor. Hızla ayağa kalkıp elinde mavi klasör olan kadına yalaka bir ifadeyle gülümsüyorum. Cıvık duruşuma ciddiyetle karşılık veren kadın, mavi klasörden kırmızı bir kağıt çıkarıyor ve maliyeden geldiğini, bu yaptığımın ciddi bir suç olduğunu, vergi ödemeden kadınların ayaklarından para kazandığım için hakkımda tutanak tutacağını ama işi yine de tatlıya bağlayabileceğimizi söylüyor. Bir an rüşvet istediğini düşünüp cebimdeki tüm parayı kadına uzatıyorum. Çekinmeden alıyor parayı ve gömleğinin ön cebine koyuyor. Sonra da kırmızı A4 kağıdın üzerine bir şeyler yazıyor. Çaktırmadan kağıda şöyle bir göz atıyorum. 'İsim', 'meslek' ve 'öğrenim durumu' bölümleri boş bırakılmış. Kendimi tutamayıp tam adımı söyleyecekken kadın aniden gözünü kağıttan ayırıp bana dönüyor ve 'felsefesine ne yazacağız' diye soruyor. 'Neyin felsefesine' demeye kalmadan da 'yaptığın işin felsefesine' diye yanıtlıyor kendini. O an yalan da olsa etkili bir yanıt vermem gerektiğini düşünüyorum ve ağzımdan birdenbire 'Art Brut' sözcükleri çıkıveriyor. Hayli işveli bir gülümseyişle kağıtta belirtilmiş olan 'İşin Felsefesi' ibaresinin yanına not düşüyor sözcükleri. Ona hapse girip girmeyeceğimi sorduğumda 'Art Brut'ün ne olduğunu bilmese de yaptığım işten çok etkilendiğini ve bu konuyu evinde konuşabileceğimizi söylüyor. Daveti tereddütsüz kabul ediyorum. O anda bomboş olan yol birdenbire kadınların akınına uğruyor. Yüzlerce kadın adeta birbirlerini ezerek pembe paspasa doğru koşmaya başlıyor. Durumdan hayli ürken maliyeci kadın, bir an önce kaçmamız gerektiğini aksi taktirde sosyalist kadın platformunun üzerimize çökeceğini söylüyor. Neyi kastettiğini anlamasam da kadının bana uzattığı elini tutuyorum ve koşmaya başlıyoruz. Alçakdam merdivenlerinden Cihangir Caddesi'ne doğru çıkarken merdivene bitişik konumlanmış evlerden birinin kapısını alelacele açıyor kadın. İçeri giriyoruz. Evin salonu, Bursa Kayhan Mahallesi'nde yıllar önce oturmuş olan halamın eviyle aynı biçimde döşenmiş. Salonun ahşap zemininden yanmamış kömür kokan kuru bir soğuk geliyor. Beyaz plastik çizmelerini çıkarıyor kadın. Ten rengi çorabının parmak ve diz kapağı bölgelerinde irili ufaklı kaçıklar dikkatimi çekiyor. Verdiğim paraları koymuş olduğu gömlek cebinden yarım kesilmiş bir limon çıkarıp sönmüş sobanın üzerine sıkıyor. İlk limon damlasıyla birlikte harlıyor soba. Odaya rahatsız edici bir hastane kokusu hakim oluyor. Elbiselerini değiştirmek için izin istiyor kadın. Ben de onun yokluğundan yararlanıp ucuz bir bardan çalındığı izlenimini veren kırmızı-kadife divana uzanıyorum. Divanın yanındaki ahşap gövdeli masanın üzerinde üç-beş kitap dikkatimi çekiyor. Kitapların bir bölümü Kama Sutra öğretisini konu alıyor. Diğerleri ise Türk Ceza Kanunu üzerine yazılmış sıkıcı kitaplar. Tam elimi "Politbüro Yıllıkları: Bacağın Omza Alınması" başlıklı kitaba götürecekken uzun süredir görüşmediğim İ.A'nın odaya girdiğini görüyorum. Yüzünde yaşlılık belirtileri olmasına rağmen halen güzel! Uzandığım yerden doğrulup kısık ve kaygılı bir sesle ona içeride bir kadın görüp görmediğini soruyorum. O da evin kendisine ait olduğunu ve tek başına yaşadığını söylüyor. Tuhaf ve karşı konulması olanaksız bir çekimle ona doğru yürüyorum. Yanına yaklaştığımda ellerini bana doğru uzatıyor. En az seksen yaşındaki bir kadının ellerine sahip, buruşuk ve titriyorlar. 'Metil alkolden oldu' diye yakınıyor İ.A. Sonra da utançla başını eğip sessizce ağlamaya başlıyor. Başını göğsüme bastırıp sıkıca sarılıyorum ona ve yıllar önce verdiği ayrılık kararının bize büyük zararlar getirdiğini söylüyorum. O anda odanın içindeki bir bitki aniden büyümeye ve hızla genişlemeye başlıyor. Bitkinin içinde yaşayan binlerce mikroskopik canlının sesi kulak tırmalayan bir uğultuyla odanın içine doluyor. Göğsüme kapaklanmış İ.A, etrafta olan bitene bakmaksızın hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam ediyor. Çok geçmeden evin tüm duvarları ve pencereleri bitkinin yapraklarıyla kaplanıyor. Mikroorganizmaların sesi daha da artıyor. O an klostrofobik bir atak yaşayıp asla evden dışarı çıkamayacağımı düşünüyorum. Tam İ.A'yı da bu katastrofik ortamdan kurtarmaya çalışırken göğsüme yasladığı kafasının şekil değiştirdiğini ve saçlarının sararmış yapraklara dönüştüğünü görüyorum. Korkuyla birkaç adım geri çekiliyorum. Tam o sırada tüm vücudu kurumuş bir tomar yaprak olarak etrafa uçuşmaya başlıyor. Kendimi kurtarmak için dış kapıya yöneliyorum ancak yerden bitme sarmaşıklar adım atmama engel oluyor. Yere kapaklanıyorum. Her tarafıma dolanmış sarmaşıklardan kurtulmaya çalışırken nereden düştüğünü anlamadığım dev bir pankart, demir sapından yere saplanıyor. Pankartın üzerindeki yazıyı güçlükle okuyabiliyorum: "Sosyalist Kadın Platformu."

9 Ekim 2013 Çarşamba

Exposition Internationale Du Surréalisme


Tarihe gölge olarak dahi düşüyor olmanın oral hazzını yaşıyorum. Baktığım yerde olamayışımın melankolisi, zaman ve özne arasındaki mesafeyi yok ediyor. 

29 Eylül 2013 Pazar

29 Eylül 2013 - Rüya


Camgöbeği rengiyle yapay olduğu izlenimini veren ve nerede olduğunu bilmediğim bir denizdeyim. Dev bir yatın yanı başında, belime sıkı sıkıya bağlı bir can simidinin yardımıyla batmadan duruyorum. Etrafta herhangi bir kara parçası olduğuna dair en ufak bir işaret yoksa da bu durum bende zerre kadar bir kaygıya neden olmuyor. Gökyüzü masmavi bir fırçayla boyanmış gibi, alabildiğine berrak. Bu mucizevi atmosferin sonsuza dek sürmesini istiyorum ama tam o sırada suyun derinlerinden bana doğru yaklaşmakta olan dev bir köpek balığı görüyorum. Panikle yata doğru yüzmeye başlıyorum. Belimdeki simit kulaç atmama engel oluyor. Ondan kurtulmak istesem de bedenime o denli yapışmış ki sanki bana ait bir organ olmuş! Yaklaşmakta olan köpek balığından kaçamayacağımı anlayıp gözlerimi sıkıca kapıyorum. Bir süre kapalı kalan gözlerimi yeniden açtığımda beyaz köpek balığının anneme dönüşmüş olduğunu görüyorum. Turuncu bir bone ve koyu mavi tek parça bir mayoyla yanımda beliren anneme sarılmakla beni korkuttuğu için onu boğmak arasında derin bir çatışma yaşıyorum. Sanki ayakları yere basıyor annemin, suyun üzerinde durmaya dahi çalışmıyor. Mayosunun sırt bölgesinden çıkardığı bir tomar kağıdı bana uzatarak ev ödevlerimi yapmam gerektiğini aksi taktirde şiddetli bir fırtınanın evimizi alabora edeceğini söylüyor. Bu uyarıyı öylesine ciddiye alıyorum ki kağıtları alıp yata doğru sırtüstü yüzmeye başlıyorum. Güneşin arkasında kaldığı ve giderek siyah bir siluete dönüşen annem, attığım her kulaçta biraz daha uzaklaşıyor benden. Bu muhteşem 'ayrılık öyküsü'nü keşke kameraya çekseydim diye düşünürken, sırtüstü yüzdüğüm için olacak, kafamı sertçe yatın ahşap gövdesine çarpıyorum. Panikle doğrulup, iki kulaç ötemde duran merdivenlere tutunarak kendimi ilk basamağa çıkarıyorum. Belime sarılı olan can simidinin üzerinde Sovyetler Birliği devlet başkanlarından Leonid İlyiç Brejnev ile Hülya Avşar'ın el ele tutuştukları temsili bir çıkartma var. Avşar, militarist çizgileri olan bir kostüm giyinmiş. Brejnev'in üstü çıplak, altında ise lacivert bir şort ve parmak arası terlikler görüyorum. Bu pop-politik sahneye daha fazla dayanamayıp simidi belimden aşağı doğru sıyırarak çıkarıyorum. Sonra da tıpasını sökerek içindeki havayı boşaltıyorum. Müthiş kötü bir koku yayılıyor etrafa; çürük şeker yedirilmiş kanserli ağız kokusu ya da üzerine yemek artığı bulaşmış kaportacı önlüğü gibi! Bu iğrenç kokudan başım dönmüş bir halde annemin verdiği kağıtları gözden geçiriyorum. Fakat ortada yanıtlamam gereken bir soruya ya da yapmam gereken bir ödeve rastlamıyorum. Dört adet kağıdın ilk üçünde, Çarşamba akşamı Dorock Bar'a gitmiş olan kadınların boy, kilo ve ayakkabı numaraları yazıyor. Son kağıtta ise KLM adında piyasaya yeni sürülmüş bir arabanın reklam metnini okuyorum. Saatte 900 kilometreye kadar çıkabilen bu arabanın yalnızca sarı renkte üretildiği ve promosyon gereği bir ay boyunca yirmi bin liradan satışa sunulacağı yazıyor. O an bu muhteşem arabaya bir an önce sahip olmam gerektiğini düşünüyorum. Merdivenlerden çıkıp kaptan köşküne giriyor ve koca yatı tıpkı bir arabayı çalıştırır gibi çalıştırarak mavi sularda yol almaya başlıyorum. Bir süre sonra kaptan köşkünün kapısı açılıyor ve içeri 30'lu yaşlarda, vücudunda gram yağ bulunmayan, turuncu boneli, koyu mavi bikinili bir kadın giriyor. Onun güzelliği karşısında gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Ne var ki yüzünden öfke boşalan bu kadın, onu başkalarıyla aldattığımı, gözleriyle görmese bile bunu hissettiğini ve eğer gerçekleri açıklamazsam beni polise ihbar edeceğini söylüyor. Deniz hayli sakin de olsa bu asılsız suçlamalardan sonra geminin dümenini kontrol etmekte güçlük çekiyorum. Bir yandan dümenle uğraşıp diğer yandan kadına suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum. Ne kadar dil döksem de kadının giderek büyüyen öfkesine engel olamıyorum. Bikinisinin göğüs bölgesinden annemin verdiği kağıtları çıkarıyor ve Çarşamba günü o bardaki tüm kadınlarla kilo ya da boy aralığı gözetmeksizin yattığımı, bunun affedilemez olduğunu ve bana günümü göstereceğini söylüyor. Kadının son sözlerinden sonra geminin dümeni kitleniyor. Ne yaparsam yapayım dümeni hareket ettiremiyorum. Öfkesinden ani bir manevrayla sıyrılan kadın, bu zavallı halime sarsıla sarsıla gülmeye başlıyor. Attığı her kahkahada bikinisinin altından kendini belli eden klitorisi biraz daha şişiyor. Durmaksızın gülüyor kadın, nefesi kesilecekmiş ya da aniden ağlamaya başlayacakmış gibi. O an annemi özlediğimi, hem de çok özlediğimi, onu kırmış ya da üzmüş olduğum için bu aşüfte kadını çekmek zorunda kaldığımı düşünüyorum. Sonra da denizin ortasında işleyeceğim bir cinayetin kayıtlara geçmesinin mümkün olmayacağına kendimi inandırarak onu öldürmeye karar veriyorum. Ancak yine de bu kararımdan duyduğum şüpheyle yat telefonundan avukatımı arayıp denizin ortasında birisini öldürmenin suç olup olmadığını soruyorum. O da eğer deniz sakinse, sosyal demokratlar hala muhalefetteyse ve saatler bir saat geriye alınmadıysa cinayetin kesinlikle suç kapsamına girmeyeceğini söylüyor. Kendisine teşekkür edip telefonu kapatıyor ve kaptan köşkündeki en büyük dolabın üst çekmecesini açıyorum. O sırada kadın söylenmeye, bağırıp çağırmaya devam ediyor. Anneannemin çeyizinde gelen ancak 1980'lerin ortasında yaşanmış talihsiz bir kazayla camı kırılan gaz lambasını çıkarıyorum çekmeceden. Lambanın altında: 'Gaz kaçağı halinde sevişme vanasını kapatıp itfaiyeye ihbarda bulunun' yazıyor. Lambayı sağa sola çevirip sevişme vanasını arıyorum. Bu süreçte hız kesmeksizin konuşan kadın, işe yaramaz bir adam olduğumu, onunla sevişmeyi hak etmediğimi, burcuma uygun davranmadığımı ve böyle giderse kendiliğinden kısır olacağımı söylüyor. O an, ani bir hamleyle elimdeki camı kırık lambayı dırdır etmeyi sürdüren kadının boğazına saplıyorum. Lafı yarıda kesiliyor, gözbebekleri büyüyor, dudakları titriyor, burun kanatları daralıyor, vücudu kasılıyor ve boğazından fışkıran kanla doluyor lamba. Yığılıyor olduğu yere ve son bir kez konuşuyor, güçlükle: 'Ödevlerini yapmayı unutma, yoksa şiddetli bir fırtına alabora edecek evimizi.' Tam cümlenin bittiği yerde gerçekten de şiddetli bir sarsıntı oluyor, düşmemek için son anda tutunuyorum dümene. Doğrulup bakıyorum ki Fenerbahçe yat limanına yakın bir yerlerde karaya oturmuşum. Sahil kenarında bir kalabalık toplanmış. Kalabalığın ortasında bir gelin arabası. Arabanın markası KLM. Yirmili yaşlardaki damat arabanın yanında, elinde mikrofon. Evlenmek için paraya ihtiyacı olduğunu, aksi taktirde kızı ve arabayı ona vermeyeceklerini söylüyor. Arabanın hemen yanında koca bir domuz kumbarası. Gelen giden domuzun kıçına para tıkıştırıyor. Damat, minnet dolu gülümseyişlerle insanların yardımlarını kabul ediyor. Domuz kumbaranın hemen yanına koyu mavi gelinliğiyle çömelmiş altmış yaşlarında bir kadın, yüzünden düşen bin parça, turuncu kumbaranın üzerine altın harflerle yazılmış 'Çeyiz Sandığı' ibaresine bakıyor. Bu mutsuz aile tablosuna daha fazla dayanamayarak yatı geri vitese takıp motorlara güç veriyorum. Birkaç küçük sandalı çiğneyerek de olsa sonunda limandan çıkmayı başarıyorum. 

26 Eylül 2013 Perşembe

10 Eylül 2013 Salı

10 Eylül 2013 - Rüya


Beyoğlu'nun içerlek barlarının birindeyim. Karşımda kadın oyuncu M.T. var. Hayli sıkılmış olduğunu Arjantin birasının içinde yüzdürdüğü işaret parmağından anlıyorum. Ona her şeyin yolunda olup olmadığını sorduğumda bana artık ünlü bir oyuncu olduğunu, böylesi salaş mekanlara takılmadığını ve sırf ben rica ettim diye geldiğini itiraf ediyor. İçten gibi görünen bu sahtekar itiraf karşısında öfkeme yenik düşüp ona gerizekalılar için çekilen dizilerde oyuncuymuş gibi yapmanın nasıl bir duygu olduğunu soruyorum. Hayli erkeksi bir kahkaha atıyor M.T. ve cebinden cüzdanını çıkarıp masanın üzerine koyuyor. Sonra da böbürlenerek o diziler sayesinde kısa süre içinde iyi para kazandığını ve yakında Çekmeköy'e taşınacağını söylüyor. Cüzdana dikkatle baktığımda üzerine benim ad ve soyadımın baş harflerinin işlenmiş olduğunu görüyorum. O sırada mekanın garsonu geliyor ve hayran tavırlarla tişörtünü çıkarıp M.T.'den sırtına imza atmasını, atacağı imzanın karaciğerini iyileştireceğini söylüyor. Adamın sırtındaki içi irin dolu kocaman, patlıcan moru sivilceler dikkatimi çekiyor. Bu iğrenç görüntüye aldırmayan M.T. çantasından çıkardığı kırmızı tebeşirle adamın sırtına kocaman bir imza atıyor. Atılan imzanın bana ait olduğunu görür görmez M.T.'ye bu yaptığının sahtekarlık olduğunu, ismimi kullanarak insanların bedenini işgal ettiğini ve ona bunun hesabını ödeteceğimi söylüyorum. O sırada yan masaya bırakılmış gazetedeki bir haber ilgimi çekiyor. Çekimlerine henüz başlanan bir filmle ilgili haberin alt başlığıysa 'Sürreal Ev.' O an müthiş bir haset duygusuna kapıldığımı hissediyorum. Benden önce birilerinin kalkıp da içinde 'sürreal' sözcüğü geçen bir film çekmesinin affedilemez olduğunu düşünüyorum. M.T.'nin sıkıntı dolu yüzüne aldırmadan haberi okumaya devam ediyorum. Filmin 28 yaşında bir kadın tarafından çekildiğini, konusunun sürpriz olduğunu ve II. Sürrealist Hareket'i yaymayı hedef aldığını öğreniyorum. 'II. Sürrealist Hareket ne demek' diye düşünürken, haberin sonundaki fotoğrafta çitlerin içinde oldukça sevimli bir kır evi görüyorum. Çitlerin üzerine Neon ışıklarıyla ve büyük harflerle 'SÜR REALİZM' yazılmış. 'Sür' sözcüğünün, 'realizm' sözcüğünden ayrı yazılmış olduğu dikkatimi çekiyor. O an, içimdeki ajanlık duygusuna yenilerek filmin çekimlerini izlemeye karar veriyorum. M.T.'ye önemli bir işim çıktığını ve o aptal dizilerde oynamaya devam ederse bir daha onunla görüşmeyeceğimi söylüyorum. 

Bardan çıkar çıkmaz bulunduğum mekan, gitmem gereken film setine dönüşüyor. Göztepe Özgürlük Parkı'nın ortasında ve tam da gazete haberindeki ev fotoğrafının bahçesinde kurulmuş olan bu film setini gizlice izlemeye başlıyorum. 'Master Shot' usulü çekilen sahnede ayrılık konuşması yapan 30'lu yaşlarda ve etine dolgun bir adam ile bu dramatik konuşmayı ciddi anlamda karikatürize eden bir de folklor grubu görüyorum. Adam, kameraya bakarak şöyle söylüyor: 'Senden ayrılıyorum çünkü bakışlarının uzayda kesiştiği nokta, zavallı annemin mezarı.' Bu repliği inanılmaz etkileyici buluyorum. Filmin yönetmenine duyduğum haset giderek artıyor. Bu arada sahnedeki aktör, duygusal ayrılık konuşmasını sürdürürken rengarenk giysilerle donanmış folklor ekibi, onun çevresinde dönerek dans ediyor. Bu absürt sahne, folklor ekibinin dönüş hızını artırmasıyla birlikte devasa bir film perdesine dönüşüyor. O an kendimi kalabalık bir sinema salonunda ve filmin bitmiş halini izlerken buluyorum. Sağ yanımda Pat Benatar'ın 'Love Is A Battlefield' isimli şarkısına çekilen klipte anlık görünen -tam olarak ikinci dakikasında- sarışın kız oturuyor. Sol koltuğun sırt yaslama bölümündeyse, bir A4 kağıda koca puntolarla yazılmış 'Bakireler İçindir, Yaslanmayın' ibaresi dikkatimi çekiyor. Etrafla ilgilenmeyi bırakıp filmi izlemeye devam ediyorum. Evin oturma odasında geçen sahnede, yirmili yaşlarda bir kızın bordoya çalan koyu kırmızı bir kanepede uyuyor olduğunu görüyorum. Bir süre sonra hiçbir dış uyaran olmamasına rağmen uyanan kız, yerden aldığı hamam tasının içine simsiyah kusmaya başlıyor. Yüzünde hiçbir acı belirtisi taşımayışını onun sağlıklı bir cinsel hayata sahip olmasına bağlıyorum. Sonra da bu bağlantıyı nasıl kurabilmiş olduğuma hayranlıkla şaşıyorum. O sırada kızın bulunduğu odanın kapısı meçhul biri tarafından sanki kırılacakmış gibi yumruklanıyor. Kız, kanepeden kalkıp kapıya doğru yürüyor. Bu süreçte odanın duvarına asılmış iki dev portre fotoğrafı dikkatimi çekiyor. Yan yana durmakta olan ilk portre, çatlamış sol gözlük camına yara bandı yapıştırılmış olan Leon Trotsky'ye ait. Ancak fotoğrafın altında daktilo harfleriyle 'Bu bir Trotsky değildir' yazıyor. Filmin, Magritte'e ucuz bir gönderme yaptığını düşünerek biraz olsun haset duygumu bastırıyorum. Sonrasında Alain Robbe-Grillet'nin, 'La Belle Captive' isimli filminde Magritte'e benzer bir gönderme yaptığını hatırlıyorum. Duyduğum haset yeniden doruğa çıkıyor! Duvardaki ikinci portre ise astronot Neil Armstrong'un cesedine ait. Bir krematoryum fırını önünde çekilmiş fotoğrafta tam tekmil uzay elbiselerinin içinde tabuta konmuş ve yakılmayı bekleyen Armstrong'u görüyorum. Tüm bu göstergelerin anlamını düşünürken kız çalmakta olan kapıyı nihayet açıyor ve korkunç bir çığlık atarak odanın içinde koşmaya başlıyor. Bir el süpürgesi de onu kovalıyor. Kendi kendine hareket eden bu süpürgeyi annemin yaklaşık 20 sene önce Kapalı Çarşı'dan aldığı süpürgeye benzetiyorum. Uzun bir kaçma kovalamadan sonra süpürge nihayet kızı yakalamayı başarıyor ve kendini onun poposuna vurarak anlamadığım bir nedenden dolayı cezalandırıyor. Canı yanan kızın çığlıkları, kısa süre içinde haz dolu inlemelere dönüşüyor. Her süpürge şaplağı, onu tedricen şiddetli bir orgazma ulaştırıyor. Kamera kızın yüzüne yavaşça yaklaşırken akan yazılarla birlikte filmin bitiş jeneriği başlıyor. Yönetmenin 'İlyas' isminde biri olduğunu görüyorum. Bu ismi, filmin olması gereken kadın yönetmeniyle bağdaştıramıyor ve yanlış filmi izlediğim sonucunu çıkarıyorum. Bu durum öylesine yüklü bir öfke nöbetine neden oluyor ki sağ yanımda oturmakta olan sarışın kızı saçlarından tutup yerde sürüklemeye başlıyorum. Salondaki kimse bu şiddet dolu davranışıma aldırış etmiyor. Can havliyle elimden kurtulmaya çalışan kız, anlayamadığım biçimde 'I'm not her! I'm not her!' diyerek bağırmaya başlıyor. Onu dinlemeyi reddederek salonun çıkış kapısına kadar sürüklüyorum. Tam o anda yerde debelenmekte olan kıza karşı müthiş bir bağışlama arzusuyla dolup taştığımı hissediyorum. Yere çömelip onu çenesinden tutarak yüzünü kendime yaklaştırıyorum. O sırada öylesine şefkat dolu baktığımı hissediyorum ki onun gözünden kendime duyduğum hayranlığı gizleyemiyorum. Bakışlarıma karşılık veren kız ağlamayı kesiyor ve ağzında o ana kadar olmayan bir sakızı çiğnemeye başlıyor. Ona İngilizce olarak beni bağışlamasını aksi taktirde bir daha film çekmeyerek kendimi cezalandıracağımı söylüyorum. Gülümsüyor kız ve istavroz çıkararak ağzındaki sakızı koca nefeslerle şişirmeye başlıyor. Kısa süre içinde normal boyutlarını aşan sakız, ikimizin de sığabileceği pembe-transparan bir küre şeklini alıyor. Bilge bir tavırla elimi iki avucu arasına yerleştiren kız, bu kez Türkçe olarak şunları söylüyor: 'İki kez seçilmiş olmanın tarifsiz acısını çekiyor olacağız' Bu sözlerin anlamını merak ederken kızın elime nereden geldiğini anlamadığım iki adet bilet sıkıştırdığını görüyorum. Biletlerin üzerine Futura Bold fontu kullanılarak 'Nuh'un Gemisi' yazılmış. Ayrıca biletlerin birinin üzerinde adımı görüyorum. Önünde 'MR.' ibaresi var. Diğer biletin isim bölümüne sadece 'MRS.' yazılmış, devamı boş bırakılmış. Bunun bir balayı yolculuğu olabileceğini düşünürken yanı başımda durmakta olan kız, üzerinde ne varsa yavaşça çıkarıp katlıyor ve salonun ahşap zeminine güzelce yerleştirdikten sonra şişirdiği pembe-transparan kürenin içine giriyor. Büyük bir sabırsızlıkla ve zerre kadar utanç duygusu taşımaksızın ben de elbiselerimi çıkarıyorum. Sonrasında kapısı olmayan kürenin içine, sanki çocuksu bir gerçekliğe nüfuz edermiş gibi giriyorum. Yan yana duruyoruz. Çoktandır boşalmış olan sinema salonunun hiçbir görüntüyü yansıtmayan beyaz perdesine bakıyoruz. İçimde şimdiye dek hiç duymadığım sarsıntılı bir huzur hissediyorum. Elimi tutuyor kız ve tam o sırada sakızdan şişme pembe-transparan küre yükselmeye başlıyor. Aynı anda sinema salonunun çatısı da korkunç bir gürültüyle kayarak açılıyor. Simsiyah gökyüzü, çatının katlanarak açılmasıyla birlikte kendini iyiden iyiye belli ediyor. Kısa süre içinde çatıyı aşarak gökyüzüne doğru yükselmeye devam ediyoruz. Belli bir yüksekliğe erişince, içinden yükseldiğimiz sinema salonunun aslında gotik bir kilise olduğunu görüyorum. Elini sımsıkı tuttuğum kıza doğru dönüyor ve bir daha film çekmek zorunda kalmayacağım için kendimi şanslı hissettiğimi söylüyorum.

23 Ağustos 2013 Cuma

Dipnotlar XIX


* Ölüyü oynaya oynaya ölü olduğunu unutan bir cinsel pozisyon olarak bakıyorum gündeme.

* BDSM: Bağımsız Demokratik Sivil Mücadele.

* Kiliselerin günah çıkarma odalarına UNDO (Self-Confession) tuşu eklenerek rahiplerden ve günahlardan tasarruf edilmeli.

* Işığı hep aynı yerden kaçıran kadın gülümseyişleri!

* Romy Schneider deyince aklıma zevksiz plaklar dinleyen ve rötarlı adet gören kadınlar geliyor.

* Şeffaf yara bantları icat edilsin, aşkın izini sürmek için.

* Psikiyatristim, gördüğüm rüyaların arkasında Yahudi diasporası olduğunu söylüyor.

* Tek bir çocuktan oluşmadı çocukluğum. Kadınların çantalarına sığmayışım bu yüzden.

* Dünya atlasımı takas edebileceğim bir anatomi atlası arıyorum. Fethettiğim ülkelere karşılık bağışladığınız organlar!

* Kendi hazzına çarparak geri dönen bir bakış gibi koruyun aşkınızı.

* Artık Fransız filmlerini dört parçaya ayırarak izliyorum; masa başı sohbetleri, yatak üstü sohbetleri, mezarlık önü sohbetleri ve jenerik.

* Zamanın hızla geçtiği kaygısı ile kendini öldürme sabırsızlığı arasında kestirme bir yol var.

* Freud, çocuk mahkemelerinde yargılansın!

* Kendi hayatımı bir filme benzetseydim muhtemelen Marco Ferreri'nin 'Dillinger e Morto' filmini seçerdim.

* Bu hafta itibariyla hayatımdan çıkan kadınların isimleri resmi gazetede yayınlandı.

* Evlenmek değil de arada evlenmeyi düşünmek aptalca.

* Yeni günahlar bulamayan bir ilişki, tıpkı tarih gibi sonunda feshetmeye mahkumdur kendini.

* Sürçen dil, sözcüklerde değil sessizlikte onarılır.

* Mikrofonda kalmış nefes gibi yok ettiğiniz kadınlar.

* Ruj izlerine basmadan ulaşabileceğim tek yer alçıya alınmış çocukluğum.

13 Ağustos 2013 Salı

Alfabetik Düşler


ALFABETİK DÜŞLER (HQ) - 2003

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Yapımcı: Kadir Kılınç

Görünenler: Kemal Okur, Banu Fotocan, Sedat Kalkavan, Derya Durmaz, Beria Atamtürk, Ridade Tuncel, Serkan Bayram, Elif Yuvayapan, Ayşe Alagöz, Orçun Behram, Pelin Üner, Mahir Cura

Görüntü Yönetmeni: Tan Tolga Demirci

Yönetmen Yardımcısı: Orçun Behram

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Süre: 20'11''

Sunum: Alfabenin gösterenleri ve gösterilenleri arasında yaratılan irrasyonel kısa devre.

Gösterildiği Etkinlikler:

- 3. IF Bağımsız Film Festivali, En İyi Film
- 3. IF Bağımsız Film Festivali, İzleyici Ödülü 
- 2. Yıldız Kısa Film Festivali, En İyi Deneysel Film 
- 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Deneysel Film 
- 41. Antalya Altın Portakal Film Festivali, Halk Jürisi Ödülü 
- 3. Bursa Kısa Film Festivali, Tüm Zamanların En Çok Etki Bırakan Kısa Filmi 
- 16. Ankara Ulusal Kısa Film Festivali 
- 1. Amsterdam Kısa Film Festivali 
- Düseldorf Modern Sinema Müzesi 
- Urbini Kısa Film Festivali 
- European Short Film Biennale, Ludwigsburg
- 4. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- Bursa Tayyare Kültür Merkezi, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- 17. İstanbul Kısa Film Günleri, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- İstanbul Modern, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- IFSAK, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- ODTÜ SiTop, Tan Tolga Demirci Retrospektifi  
- Ankara Sinema Derneği, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 

Ditto

Yara kabuklarından da yapılsa yara bantları, anatomi kaderdir.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Prag'a Ne Dersin?


PRAG'A NE DERSİN? (HQ) - 2002 

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Yapımcılar: Kadir Kılınç, Alpogan Erdoğan, Ayşe Alagöz

Oyuncular: Nilüfer Açıkalın, Kemal Okur, Gözde Gülensoy

Görüntü Yönetmeni: Tan Tolga Demirci 

Yönetmen Yardımcısı: Serkan Bayram

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Süre: 9'53''

Sunum: Aşağıdaki filmlerden hangisi Tan Tolga Demirci'ye ait değildir' şeklinde bir soru sorulsaydı, beni tanıyanlar Prag'a Ne Dersin'i ve beni tanımayanlar yine Prag'a Ne Dersin'i işaretlerdi. Aslına bakılırsa doğru yanıttan ben de emin değilim. Filmi yazmadan önce kafamda dönüp duran tek şey, 'karı-koca' birbirlerini görmeksizin bir evlilik öyküsü çekilip çekilemeyeceği üzerineydi. Sanırım film, bu takıntımı biraz olsun doyurdu. Çekimleri ve kurgusu beş hafta içinde tamamlanan 'Prag'a Ne Dersin', özellikle senaryo ve izleme aşamasında kendimi özgür hissedemediğim tek kurmaca filmimdir.

Gösterildiği Etkinlikler:

- 15. Ankara Ulusal Kısa Film Yarışması, En İyi Film 
- 25. IFSAK Kısa Film Festivali
- 4.Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- Bursa Tayyare Kültür Merkezi, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- 17. İstanbul Kısa Film Günleri, Tan Tolga Demirci Retrospektifi

11 Ağustos 2013 Pazar

11 Ağustos 2013 - Rüya

Bursa Karagöz-Hacivat anıtından kapalı spor salonuna doğru inen yolun sol tarafında eskiden Merih Video vardı. Tam Merih Video'nun olduğu dükkanın önüne kocaman bir masa kurulmuş. Masanın etrafında ben dahil altı kişiyiz ve tuhaf bir oyun oynuyoruz. Oyun, diğer platform oyunları gibi kalın bir karton üzerinde oynanıyor. Kartona İstanbul-Balat bölgesinin haritası çizilmiş. Platform üzerinde sürekli zar atarak ve kart çekerek ilerliyorsun. Oyunu kesinlikle anlamasam da çaktırmadan oynamaya çalışıyorum. Sağ yanımda 45 yaşlarında, saçları üstten dökülmeye başlamış bir adam var. Tam karşımda üç kişi yan yana oturuyor. En sağda oturan, yuvarlak gözlüklü kırklı yaşlarda biri. Ortada, hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan biri var! Platin sarısı saçları omuzlarına anca varan bu kadının bikinisini giymiş olduğu tişörtün altından rahatlıkla görebiliyorum. Bronz omuzlarından düşmek üzere olan bikini bağcıkları, kaçınılmaz bir ereksiyon durumu yaşatıyor bana. Onun sol tarafında, üzerine minik elmas parçaları yapıştırılmış gözlükleriyle bir başka adam oturuyor. Oturma biçiminden ve içtiği cigaralığı döndürmek yerine sürekli kendine saklamasından hayli ukala olduğu anlaşılıyor. Sol tarafımda ise iddiasız ama oyunu kazanmak üzere olan -diğerlerinin tepkilerinden anlıyorum bunu- bir başka orta yaşlı erkek oturuyor. Orada ne aradığım ya da bu insanların kim olduğu ile ilgili en ufak bir fikrim yok.

Sağ tarafımda oturan ve attığı zarı beğenmeyen adam birdenbire şu cümleyi kuruyor: "Devrim benim yüzümden gerçekleşmedi, eğer isteseydim devrim yapmaktan daha kolayı yoktu." Bu söylem bana inanılmaz aptalca gelmesine rağmen masadakiler adamı aşağılayacakları yerde ona kulak kesilmeyi tercih ediyorlar. Dayanamayıp soruyorum: "Neden  başarısız oldu devrim?" Gülerek başını sallıyor adam ve devam ediyor konuşmasına: "Los Angeles'da oturuyordum. O gün hava diğer günlere nazaran daha sıcaktı. Arabayı park edip müstakil evimin dış kapısını açtım ve kendimi yatağa attım." O an zeka dolu bir espri yaparak masadakileri etkileyebileceğim inancıyla atılıyorum: "Umarım uyuyakaldığınız için bizi devrimsiz bıraktığınızı söylemeyeceksiniz." Gerçekten de masada bir kahkaha kopuyor. Platin saçlı kadın, anlamlı bir ifade ve dudaklarında kalmış abartısız bir gülümseyişle bana doğru bakıyor. Sonrasında tahrikkar bir beden dili takınıp sol eli yardımıyla sağ omzunu kaşıyor. Fransız manikürü tırnakların her kaşıma darbesiyle kaşınan bölge önce bembeyaz olup sonrasında hızla omzun bronz rengini alıyor. Yanımdaki adam, masada patlayan kahkaha üzerine bozuluyor ve sigara içmek için bir süreliğine ayrılmak istediğini söylüyor. Adamın kalkışıyla birlikte yoğun bir sessizlik yayılıyor ortama. Sadece platin saçlı kadını tanımak istememe rağmen ayıp olmasın diye masadaki diğer kişilere mesleklerini soruyorum. Karşı sağımda oturan yuvarlak gözlüklü adam mimar olduğunu söylüyor. Sonrasında suçluluk duyan bir ifadeyle az önce sigara içmek için masadan kalkan adamın da emekli öğretmen olduğunu ekliyor. Tam platin saçlı kadın konuşacakken sözü, onun yanındaki elmas kırıntılı gözlükleri olan adam alıyor ve ukala bir tavırla: "Doktor, doktorum ben." diyor. Sol tarafımda oturan kişi, kısık ve utangaç bir ses tonuyla 'danıştay' olduğunu söylüyor. Adamın ne söylediğini anlamıyor ve tekrar etmesini rica ediyorum. Bu kez 'sayıştay' yanıtını veriyor. Masaya yine yoğun bir sessizlik hakim oluyor. Kimse benim mesleğimi merak etmese de söyleme ihtiyacı duyuyorum: "Film yönetmeniyim, aynı zamanda bir üniversitede ders veriyorum..." Söylediklerim kimseyi ilgilendirmiyor. Sadece doktor, yayıldığı yerden "John Wayne filmleri gibi filmler mi çekiyorsun?" diye soruyor. Bunun nasıl da aptalca bir soru olduğunu düşünürken doktor, yanındaki platin saçlı kadına dönüp sigara içmek için emekli öğretmene katılacağını söylüyor. Diğerleri de doktorla birlikte kalkıyor. Sadece platin saçlı kadın, mucizevi bir biçimde benimle kalma kararı alıyor. Ona sanki dilim tutulmuş gibi bakıyorum. İki elini çenesine dayamış hayli hüzünlü görünen kadın, bakışlarıma karşılık veriyor. Bir süre sonra aramızdaki sessizliğin onu kaçırabileceğini düşünerek diğerlerine sorduğum soruyu tekrarlıyorum: "Ne iş yapıyorsun?" Ellerini çenesinden indirmeden yanıt veriyor: "Hamileyim." Bunun şaka mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünmeden bir başka soru çıkıyor ağzımdan: "Nerelisin peki?" Aynı melankolik tavırla yanıtlıyor: "Bursa." O an Bursa'da olmama rağmen bulunduğum mekanı İstanbul sanıyorum. Devam ediyorum sormaya: "Bursa Kız Lisesi mi?" Monoton bir ses tonuyla yanıtlıyor: "Hayır, Bursa Erkek Lisesi." Onunla aynı liseye gitmiş olmanın gururuyla atılıyorum: "Ben de Bursa Erkek Lisesi'nde okudum!" Aldırış etmiyor ve oldukça atletik bir hamleyle masanın üzerine sırtüstü uzanıyor. Ne yapacağımı bilemeden ona bakıyorum. Yanına uzanmamı istiyor. Masada oturanların uzaklaşmış olabileceklerine duyduğum inançla kadının dediğini yapıyorum. Ahşap masanın üzerinde sırtüstü uzanmış gökyüzüne bakıyoruz. Birdenbire aklımı, doktorun onunla bir ilişkisi olup olmadığı sorusu kurcalıyor. Merakımı yenmek için soruyorum: "Evli misin?" Sert bir ifadeyle bana doğru dönüyor ve omzumu tutarak yüzümü kendi yüzüne doğru çekerek konuşuyor: "Vaktin varken, bunu iyi değerlendir." O an dayanamayıp onunla öpüşmeye başlıyorum. Ağzıma lezzetli bir et tadı geliyor. Alt dudağını yavaşça emiyor ve dilimi ağzına sokuyorum. Tam diliyle dilimi sardığında bu kez üst dudağını ağzıma alıyorum. Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra kadının doktordan hamile kalmış olabileceğine dair tuhaf bir korku doğuyor içime. Geri atılıyorum. Şaşırıyor kadın ve bir sorun olup olmadığını soruyor. Hızla masadan iniyor ve ilk oturma pozisyonuna geri dönüyorum. Duyduğum kaygıyı sezen kadın, aşağılayan bir ifadeyle ve neredeyse kahkahaya varacak bir biçimde gülüyor bana. O an daha da güzelleşiyor. Hayranlıkla izliyorum onu. Emekli öğretmene ait kül tablasındaki yarısı boşalmış cigaralığı, masada kalmış ot kırıntılarıyla doldurmaya çalışıyor. Onun o mutlu ifadesinden aldığım güçle soruyorum: "Doktorla aranda bir ilişki var mı?" Soruma aldırış etmiyor ve cigaralığı doldurmaya devam ediyor. Bunu o kadar beceriksizce yapıyor ki sonunda dayanamayıp benim yapmamı istiyor. Ona, otla işim olmayacağını, hatta ot içenlerin bende tarif edilemez bir nefret duygusu uyandırdığını söylüyorum. Bunu o kadar kesin ve net ifade ediyorum ki kadın, farkında olmadan elindeki cigaralığı parmakları arasında paramparça ediyor. Sonrasında oldukça çevik bir hareketle kalkıp o da yerine oturuyor. Çenesini elleri arasına alıyor ve kendi seçtiği bir noktaya boş gözlerle bakmaya başlıyor. Tam o sırada masanın diğer elemanları aralarında gülüşerek ve bize selam vermeksizin gelip masadaki yerlerine oturuyorlar. Doktor olan, kadının depresif duruşuyla karşılaşınca ona iyi olup olmadığını soruyor. Yüzünü ellerinden ayıran kadın, aynı mutsuz ifadeyle bakıyor doktora. Doktor, saçlarını okşamaya başlıyor kadının. O an adamı boğmak istiyorum! Kadının yüzündeki mutsuzluk, giderek ağlamaklı bir ifadeye dönüşüyor ve sıkıca sarılıyor adama. Ondan defalarca özür diliyor. Tıpkı sahibini uzun zamandır görmemiş bir köpek gibi ağzına gelen her yeri öpüyor. Kıskançlık hezeyanım artsa da olayları izlemek dışında hiçbir şey yapamıyorum. Diğer taraftan, eğer kız onunla öpüştüğümüzü itiraf ederse doktorun bana neler yapabileceği düşüncesinden korkuyorum. Tam bu düşünce aklımdayken, karşı sağımda oturan yuvarlak gözlüklü adam, gözlüklerini çıkarıp gömleğine siliyor. O sırada onun sol gözünde, kocaman, yuvarlak bir morluk olduğunu görüyorum. O morluğun masadan kalkmadan önce de orada olup olmadığını hatırlamaya çalışıyorum. Eğer öyleyse sorun olmayacağını ama az önce olduysa bunun ciddi bir sıkıntı yaratacağını düşünüyorum. Hatta aklımdan, yuvarlak gözlüklü adamın platin saçlı kadına olan ilgisini itirafı sonucu doktor tarafından dövülmüş olabileceğine dair bir kurgu geçiyor. Bu paranoyak algıdan kurtulmak ve ilgiyi üzerime çekmek adına öpüşmekte olan kadına doğru yüksek sesle konuşuyorum: "Bunlardan hangisi 'uğur' kartı? Hangi kartı çekersem 'uğur' kazanacağım?!" Amacıma ulaşıyorum. Kız, doktorla öpüşmesini sonlandırıp masanın üzerindeki oyun kartlarından en üstte olanını bana doğru uzatıyor: "İşte uğur kartın." Karta bakıyorum. Üzerinde annemle benim 1978'de, Bursa hayvanat bahçesinde çekilmiş olan bir fotoğrafımız var. Anneme öylesine kaygısızca ve sevecen bakıyorum ki bu kartın gerçekten de bana uğur getirebileceğini düşünerek çaktırmadan onu cebime atıyorum. Yaptığım bu küçük hırsızlık, bir ayının çığlıklarıyla bölünüyor. Sesin geldiği yere doğru bakıyorum. Oldukça yaşlı bir adamın, tasma taktığı ve kadın elbiseleri giydirdiği bir ayıyla oradan geçmekte olduğunu görüyorum. Her adım atışında burnundan kan fışkıran, yorgun olduğu ve dayak yediği her halinden belli ayıyı izliyorum. Yaşlı adam ve ayının arkasından pankart taşıyan bir kadın grubu yürüyor. Pankartların üzerine yazılmış olan sloganlar sprey boyayla silinmiş. Grup o kadar donuk ve o kadar yavaş yürüyor ki zamanın geçmediğine dair rahatsız edici bir kaygı yaratıyor bende. O an, annem tarafından akşam yemeğine davetli olduğumu hatırlıyor ve saatime bakıyorum. Telaşımı gören platin saçlı kadın, nispet yaparcasına biraz daha sokuluyor doktora doğru. Utançla karışık öfkeyle herkesten izin isteyip ayının bıraktığı kan izlerinin tersinde eve doğru yürümeye başlıyorum. 

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Entrechat



ENTRECHAT (HQ) - 2012

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Yapımcı: Juliet Tombaz

Oyuncular: Ali Düşenkalkar, Zeynep Kaçar, İlker Güler, Serdar Yeğin

Görüntü Yönetmeni: Ege Ellidokuzoğlu

Yönetmen Yardımcısı: Gökhan Yıldırım

Müzik: Semih Tareen

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Sanat Yönetmeni: Pınar Yatarkalkmaz

Kostüm: Ayşe Milli

Panter Operatörü: Salih Polat

Işık: Erkol Cevahiroğlu

Ses: Ercan Küçük, Naim Kavur

Set Fotoğrafı: Gökçe Pehlivanoğlu

Animasyon: Diren Ayhan

Obje Tasarım: Serkan Ağırgöl

Süre: 14'39''

Sunum: Entrechat figürü, aynı zamanda senaryoyu yazmama neden olan iki anafikrin metaforu. İlki, bir kız kardeşim olduğu gerçeğinin benden uzun yıllar saklanmış olduğuna dair çocukluk paranoyamı, ikincisi ise anne babamın, gerçek anne babam olmadığı yönündeki hezeyanımı esas alıyor, yani öksüzlük kompleksini... Sıçrayış anı ve figür, bu iki durumun duyumunu temsilen gerçekleşiyor.

Gösterildiği Etkinlikler:

- Massrome Uluslararası Kısa Film Festivali
- 24. İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali
- 2. Fantasturca, Fantastik Filmler Festivali

8 Ağustos 2013 Perşembe

Erses Apt. No: 8


ERSES APT. NO: 8 (HQ) - 2003

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Görünenler: Merve Artan, Orçun Behram, Burçin Behram, Ebru Yıldız, Tan Tolga Demirci

Görüntü Yönetmeni: Tan Tolga Demirci

Yönetmen Yardımcısı: Orçun Behram

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Süre: 9'40''

Sunum: Birinin çocukluğunu geçirdiği evi 'lanetli' olarak nitelemesi ve dahası yıllar sonra bu evden bir kısa film çıkarabilmesi, evden çok, o filmi çeken kişinin çocukluğuna bulaşan lanetin bir göstergesi olarak düşünülmelidir.

Gösterildiği Etkinlikler:

- 4. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- IFSAK, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- Bursa Tayyare Kültür Merkezi, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- İstanbul Modern, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- ODTÜ SiTop Sinema Günleri
- 15. Ankara Ulusal Kısa Film Festivali
- 17. İstanbul Kısa Film Günleri, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- 26. IFSAK Kısa Film Festivali
- Ankara Sinema Derneği, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 

6 Ağustos 2013 Salı

Felix Und Scorpion



FELIX UND SCORPION (HQ) - 2007

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Yapımcı: Gökhan Ünlü

Oyuncular: Ali Uyandıran, Zeynep Kaçar, Mine Tugay, Merve Artan, Peter Gallagher

Görüntü Yönetmeni: İlker Berke

Yönetmen Yardımcısı: Tuba Çukurbağlı

Müzik: Semih Tareen

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Obje Tasarım ve Animasyon: Tan Tolga Demirci

Set Fotoğrafı: Gökçe Pehlivanoğlu

Süre: 18'19''

Sunum: Margaret Thatcher'ın ayakkabısıyla Karl Marx'ın yazmaya çalışıp da yarım bıraktığı 'Felix Und Scorpion' isimli edebi yapıt arasındaki kısa devre ve sonrasında meydana gelen diyalektik döngü, Reich'ın 'seksüel politika' düşüncesinin gerçeküstü bir biçimde ajitasyona dönüştürülmesi üzerinden anlatılıyor. 

Gösterildiği Etkinlikler: 

- 44. Antalya Altın Portakal Film Festivali
- 2. Bursa İpek Yolu Film Festivali
- Ankara Sinema Derneği, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- Austuria, Festival of Nations
- ODTÜ SiTop Sinema Günleri
- IFSAK, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 

5 Ağustos 2013 Pazartesi

Kendiliğinden Öyküler


KENDİLİĞİNDEN ÖYKÜLER (HQ) - 2003

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Yapımcı: Kadir Kılınç

Oyuncular: Yeliz Görgülü, Alison Kemp, Serkan Şen, Kemal Okur, Serkan Bayram, Yasemin Yalçınkaya, Tan Tolga Demirci

Görüntü Yönetmeni: Tan Tolga Demirci

Yönetmen Yardımcısı: Orçun Behram, Serkan Bayram

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Süre: 12'02''

Sunum: Uzun zamandır plastik sanatlardaki kolaj düşüncesini yansıtan bir senaryo yazmayı düşünüyordum. Bu düşünceyi uygulamaya koymamda bana yardımcı olan şey ise o sıralarda yaşadığım odaklanma sorunu oldu. Epizodik öykü anlatma hastalığına ilk yakalandığım film olan 'Kendiliğinden Öyküler', işte böyle bir düşünsel sürecin sonunda ortaya çıktı. Ayrı dillerin bir araya gelmesi, farklı sahnelerin bir araya gelmesi düşüncesinin tanımını koyulaştırsa da filmde ilgisiz dilleri kullanmamdaki en önemli neden, izleyiciyle oyuncu ve oyuncu ile kendi öyküsü arasındaki mesafeyi açmak arzusuydu. 7 sahneden oluşan, çekimleri ve kurgusu 1 ay içerisinde tamamlanan Kendiliğinden Öyküler, analizanın dirençleriyle birlikte ortaya çıkan imgeler üzerine kurulu. 

Gösterildiği Etkinlikler:

- 15. Ankara Ulusal Kısa Film Yarışması
- Bursa Tayyare Kültür Merkezi, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- IFSAK, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- 4. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- İstanbul Modern, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- 17. İstanbul Kısa Film Günleri, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- ODTÜ SiTop Sinema Günleri
- Ankara Sinema Derneği, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 

1 Ağustos 2013 Perşembe

Hayatımın Özeti



HAYATIMIN ÖZETİ (HQ) - 2002

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci

Görüntü Yönetmeni: Tan Tolga Demirci

Görünenler: Serhan Cengiz, Tan Tolga Demirci, Ayşe Alagöz, Deniz Kumbaracıbaşı, Ebru Yıldız

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Süre: 9'25''

Sunum: Hayatımın Özeti, seks, psikanaliz ve politika kavramlarını, onların gerçeküstü açılımlarıyla buluşturan ve bu süreçte kişisel bilinçdışını estetik bir araç olarak kullanan bir çalışma. Bu filmde adı geçen kişiler, konu edilen olaylarla rasyonel olmayan bir ilişki içine sokularak yaşadığım hayatı olması gerekenden daha 'incelikli' bir gerçeklik düzlemine taşıyor. Filmin amacı, öyküyü, mekan ve zamandan soyutlayarak, söz konusu gerçeklik düzleminin gerçek olmadığına izleyiciyi inandırmak üzerine kuruludur. Wilhelm Reich'ın hayatıma giren kadınlara olan uzaklığı ne ise filmin izleyiciye olan uzaklığı da odur.

Gösterildiği Etkinlikler:

- 25. İFSAK Kısa Film Yarışması - En İyi Deneysel Film
- 15. Ankara Ulusal Kısa Film Yarışması
- 4. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- Ankara Sinema Derneği, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- 17. İstanbul Kısa Film Günleri, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- İstanbul Modern, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- ODTÜ SiTop Sinema Günleri
- Bursa Tayyare Kültür Merkezi, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- IFSAK, Tan Tolga Demirci Retrospektifi

Klecks


KLECKS (HQ) - 2004 

Senaryo & Yönetmen: Tan Tolga Demirci 

Oyuncular: Heather Anderson, Diana Knight, Teoman Kumbaracıbaşı, Merve Artan, Alison Kemp, Zeynep Kaçar, Sedat Kalkavan, Metin Bozkurt

Görüntü Yönetmeni: Tan Tolga Demirci

Yönetmen Yardımcısı: Alican Aktürk, Refik Anadol 

Kurgu: Tan Tolga Demirci

Sanat Yönetmeni: Teoman Kumbaracıbaşı 

Sunum: Hermann Rorschach'nın, 1920'li yıllarda uygulamaya koyduğu mürekkep leke testinden hareketle, 5 lekenin 5+1 öyküye dönüşmesini anlatan film.

1.öykü: Mistik görüntü, gerçek görüntünün 'değil'idir ve bu yüzden kara kutuya ters yansır. 
2.öykü: Cinayetin estetize edilmesi, cinayeti ortaya çıkaran nedenin estetize edilmesidir. 
3.öykü: Ayrılık kaygısından kurtulabilmenin tek yolu ayrılmaktır. 
4.öykü: Kapalı devre analojilerde bir balığın kılçığı, balığın kendisinden daha güçlüdür. 
5.öykü: Evrensel yineleme nevrozu dünyanın kendi etrafında dönüşüdür.

Süre: 13'04''

Gösterildiği Etkinlikler: 

- 16. Ankara Ulusal Kısa Film Yarışması
- 3. Signes De Nuit Kısa Film Festivali
- 1. Amsterdam Kısa Film Festivali 
- Resfest Dijital Kısa Film Yarışması
- Düseldorf Modern Sinema Müzesi 
- Urbini Kısa Film Festivali
- Milano Kısa Film Festivali
- Beyrut Kısa Film Festivali 
- Sydney Kısa Film Festivali
- Ankara Sinema Derneği, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 
- Litvanya Kısa Film Festivali 
- Pompidou Center Kısa Film Festivali 
- İrland Cork Film Festivali 
- European Short Film Biennale Ludwigsburg 
- Refect Festival Rotterdam
- 17. İstanbul Kısa Film Günleri, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- İstanbul Modern, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- ODTÜ SiTop Sinema Günleri
- Bursa Tayyare Kültür Merkezi, Tan Tolga Demirci Retrospektifi
- IFSAK, Tan Tolga Demirci Retrospektifi 

30 Temmuz 2013 Salı

Kadınlara Öğüt


Kadınlar! Ben ve ben ideali arasındaki mesafeyi 'taşıyıcı özne' yardımıyla aşarak yer yüzeyindeki arzuyu gökyüzündeki 'parça' özelliği taşıyan dev yarıkla bütünleştirebilmek mümkün! Elinizi diğer kolunuzla yaklaşık 90 derece açı oluşturacak biçimde yavaşça yukarı doğru kaldırın, dudaklarınızı hafifçe aralayın ve aklınıza günlerden bir gün kendi sözcüklerinizden kovulduğunuz anlardan birini getirin. Anın imgesi tam gözlerinize yansımış ve çene yapınız mağrur bir savaş totemi gibi ileri atılmışken, dokunmaya çalıştığınız 'yarık', cinsel fazlalıklarından arınarak size 'siz' gibi görünen bir suskunluğa dönüşecek. O yalnızca kendinden olma eşcinsel suskunluğa sıkı sıkıya bağlanıp körü körüne inandığınız an, tıpkı bir virüs gibi taşıyıcı özneye evrilen bedeniniz arşa doğru inmeye başlayacak. İşte o vakit beni hatırlayın; varlığınızı bir tütsü dumanı kıvraklığında saran sözlerimi, her an kaybolma tehdidiyle kendini baştan çıkaran öğüdümü hatırlayın. Siz, ancak size bahşedilen kendi bakışınızı olmadık bir zamanda yakaladığınızda beni yeniden dünyaya getireceksiniz. 

28 Temmuz 2013 Pazar

Birkin ve Tactile Deney


Deney No - 160
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Jane Birkin

Renk: Yatak odasının duvarında kalmış çikolata izi.
Koku: Alaçatı Belediyesi itfaiye araç hortumu.
Dokunsal: Türkuaz renkli mus çorapla kendini asmak.
İşitsel: Son sürat giden balıkçı motoru.
Tat: Çiçek aşısı.

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Dillinger e Morto



Hayatımı bir filme benzetseydim muhtemelen Marco Ferreri'nin 'Dillinger e Morto' filmini seçerdim.

Hardy ve Tactile Deney


Deney No - 159
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Françoise Hardy

Renk: Tüberküloz.
Koku: Sahilde bırakılmış yarım tabak menemen.
Dokunsal: İnce bulguru konsantre domates suyuyla yoğurmak.
İşitsel: Koşu bandıyla katı meyve sıkacağını aynı anda çalıştırmak.
Tat: Fayans üzerine sıçrayarak kurumuş çimento.

23 Temmuz 2013 Salı

Brassens ve Tactile Deney


Deney No - 158
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Georges Brassens

Renk: Migren.
Koku: Pezevenk fesi.
Dokunsal: Deniz yatağının üzerinde ayakta durmaya çalışmak.
İşitsel: Kanalizasyon çalışması.
Tat: Paris Komünü.

20 Temmuz 2013 Cumartesi

Brel ve Tactile Deney


Deney No - 157
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Jacques Brel

Renk: Regl.
Koku: Bir kavanoz dolusu çekirge.
Dokunsal: Bir numara küçük ayakkabıyı işaret parmağı yardımıyla giyinmeye çalışmak.
İşitsel: Diyaliz makinesi.
Tat: Kalorifer suyu.

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Revolucion Solo Es Hacer

Sözcüklerin ötesine geçemeyeceği tek şey 'devrim' de olsa ölüm sarısıyla mühürlenmiş şu duvarın ardında çoktandır yitirilmiş bir kadın olduğunu hissetmek güzel!

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Örtük Anı Deneyimi

İşte size sahip olduğunuz belleğin 'örtük anılar' kapsamında nasıl çalıştığına dair görsel-işitsel bir temsil! Planlar arasındaki sıçramalı geçişler, doğrusal bir çizgide akmakta olan belleğe dayalı işlevin dürtü temsilcileri tarafından nasıl manipülasyona uğradığı gerçeğinin altını çiziyor. Bastırma işlevi sonrası zihnin hafızasına yansımış görüntü temsilleri, gerçekliğin prototip inşasının üzerine kanallar açarak ona yanılsamalı bir zaman boyutu kazandırıyor. Öyle ki bellek tarafından ilk olarak kaydedilen 'zihinsel anı', bastırma işlevi sonrası belleği katederek kendine has bir zaman düzleminde 'örtük anı' düzeyine indirgeniyor. Daha önceden izlemiş olduğunuz bir filmi yeniden izlediğinizde, filmde dizili eşyaların yer değiştirmiş ya da yitirilmiş olmalarının nedeni budur. Benzer biçimde, önceki izleme deneyiminizde filmin sonuna kadar hayatını sürdürmeyi başarabilmiş bir kahramanın sonraki izlemelerde gerçekleşen vakitsiz ölümü de aynı mantıkla açıklanabilir. Bir filmde bulimia nervosa'dan yakınan bir kadın, aynı filmde ve yıllar sonra anorexia nervosa'nın kurbanı olabilir. Benzer biçimde bir filmde coşkulu bir annelik özlemi sonrasında çocuğunu dünyaya getiren bir kadın, yıllar sonra ve yine aynı filmde psikosomatik kusma nöbetleriyle henüz rahmine düşmemiş çocuğunu pekala lavaboya düşürmeye çalışabilir. Bastırma duvarı ve film ekranının yer değiştirmesiyle formüle edilen bu 'örtük anı' deneyimi, rüyayı hatırlama ile filmi anımsama arasındaki işleyiş yapısının paralelliğini tüm detaylarıyla gözler önüne seriyor.

28 Haziran 2013 Cuma

Dipnotlar XVIII


* Üzerinde 'esaret numarası' olan sabunları almayınız.

* Heathers (1988) filmindeki Veronica'nın (Winona Ryder) orgon mavisi çoraplarına genetiği bozuk, hormonlu bir sakız gibi yapışmak isterdim.

* İçinizdeki saklı hazineyi zenginleştirebilmek adına burnunuzu tıkayın ve annenize ait ne kadar mücevherat varsa yutmaya bakın.

* Hayli yakın bir zamanda ve mekanda mezarlık kurmaya karar verdim. İçinde unuttuklarım değil yalnızca özlediklerim olacak.

* Sevişirken kaç kalori yaktığının hesabını yapan kadınlar, lütfen bir baltaya sap olabilmek için TEDAŞ'ın insan kaynaklarına başvurun.

* 'Jump Cut' nedir diye soruyorlar. Oldukça basit; bir kadının gözlerinde başlayan ilişkinizi aynı kadının bakışında sonlandırmak.

* Uyandığınızda aklınıza ve ağzınıza takılan tüm şarkıların telifi size aittir. Onları sevdiklerinizden esirgeyiniz.

* Sözcüklerin sürtünme kuvveti yoktur. O yüzden her ayrılık konuşması sonsuza akarak yeniler kendini.

* Huzurlu bir toplum adına söylemek istediklerini frenleyip yuttuğu için olacak, Ione Skye'ın çene yapısı yaşlandıkça bozuldu. 

* Bazı kadınlar yalnızca 'göğüs plan' dünyaya geliyor. Francesca Dellera da bunlardan biri.

* Kullandığınız ilaçlar sevdiğiniz şarkılardan fazlaysa sürümden kazanın, ölü olduğunuzu ilan edin.

* Issız adaya götüreceğim tek kitap Wilhelm Jensen'in 'Gradiva'sı olurdu muhtemelen.

10 Haziran 2013 Pazartesi

Yitik Cennet

Her kopuş, kendi sınırlarını ötekinin bakışıyla çizdiği ölçüde travmatik bir yazgının, korkaklık duygusuyla kendini yenileyen büyülü bir zaferin ve çaresizlik utancıyla fişeklenen kahramanlık coşkusunun izlerini taşır üzerinde. Her kopuş, belleğin 'nostalji' kipinde saklı bir 'eksik' ya da 'yitik'le kaynaşarak kendi bütünlük imgesini yaratır. Her kopuş, ileri atılma hazzının sırtında taşıdığı pişmanlık ve geri çekilme korkusunun karnında taşıdığı suçluluk duygusuyla meşru kılar kendini. 

Gezi Parkı, ana karadan kopan bir kıymık ya da ilksel cennetten tekil bir haykırışla kırılan aktif bir fay hattıysa, kendiliğe bölünmüş olmanın efsanevi psikozu, terk edilen sözcüklerle daha da sağlamlaştırılmış demektir. Kas zırhının, koskocaman bir 'Hayır!' jestiyle açtığı inat çukurları, dili olmayan bir ayrılığın, yönü olmayan bir ayrıksılığın ve hedefi olmayan bir arzunun iştahıyla ağzına kadar dolmuştur. Gezi Parkı'nın kopuşu, 'direniş' sözcüğünün kendi sözlük haklarından ve imgesinden düşerek sonsuz hareketin o kutsal anına çakıldığı mucizevi bir zamanda gerçekleşmiştir.

Bir avuç toprağın, hiç kimseye ait olmayan bir uykunun ayakucunda ve hiçbir zamana ait olmayan bir şarkının tizlerinde çoğalarak kendini işgali, giderek dilin ve bedenin kendini işgaline dönüşmüştür. Gezi Parkı'nın kopuşu, geçmişe dair tüm referans noktalarını silerek 'geriye dönüş' özleminin önce altını ve sonrasında üstünü çizen olağanüstü bir dürtüsel enkaz yaratmıştır. Bu kopuştan geriye, tam da işlevselliğini yitirdiği anda kaçınılmaz olarak birer kara deliğe dönüşmüş onlarca ton konstrüksiyon kalmıştır. Yok edilmeye ve ölüme karşı direnen bu artık haz yığını, hayat safında direnen bu mekanik aksam, sonunda parkın esrik oyuncakları olmaya hak kazanmışlardır. Nasıl ki 'direniş', kendine karşı direndikçe kendi anını değilse bile kendi hareketinin imgesini ele geçiriyorsa, parktaki evlat edinilmiş oyuncaklar da kendilerini meşru kılmak adına evvelki asal işlevlerine karşı öyle direnç göstermektedir. Çocuksu bir öfkeyle ters yüz edilmiş otomobil de gündelik anlamı vakumlanan otobüs de terk edilmiş bir dans pistinde ısrarla çalmayı sürdüren bir müzik gibi 'eylem'i ya da 'anlam'ı kateden birer protez olmayı çoktan kabullenmişlerdir. 

Park işgal edildiğinde aklıma ilk gelen, Terayama'nın 'Les Fruits de la Passion' filminden bir sahne oldu. Bir sözcük olmayı terk ederek 'oluş'un kendisi haline geliveren 'direniş', o sahnedeki küçük kızın yüzüne oturan yitik cevap anahtarıydı; bir tebeşir tarafından ateşlenen ve hiç de aritmetik olmayan bir sınır çizgisi, bir cephe hattıydı. Yitik cennet, hem çizili sınırın dışında ve hem de içinde kendini fişleyen arzunun ta kendisiydi. Ontolojik-Cerrahi bir operasyonla bütünden koparılarak kendi topraklarına hapsedilen o küçük kız, ara sokakların duvarlarından düşerek harflerine dağılmış sözcüklerin ve sloganların yeni anlamıydı. Ölümünün 30.yılında, tüm terk edilmiş direnişlerin görkemli yalnızlığı adına Terayama'ya sevgi ve özlemle!

7 Haziran 2013 Cuma

Occupy Le Cimetière des Batignolles


Bir mezarlıkta kıskıvrak yakaladığım kendi bedenimi işgalin 38. yılından selam olsun herkese!

Bekliyorum... Sudaki bakışıma çakılmanın hazzıyla tersinden açmış çimentodan yapılma bir çiçek olan bedenimin, kendini dünyanın trajedisine kurban eden ikinci el bir İsa figürüne, iç organları alınmış bir göstergeye dönüşmesini bekliyorum. Çünkü o zaman 'inanç' anı gelecek. Bakıştaki ‘poz’, kendi etinden ve metninden sıyrılıp, ideolojisi alınmış bir meydan anıtıyla yer değiştirecek. Ölümün hazzına çakılmak, bakışın geri dönen imgesiyle, gördüklerimi görmediğim ve işittiklerimi işitmediğim o ilk anın zamansızlığına dünyevi olmayan bir geçit açacak. Bekliyorum...

The boys down in the field
Pay no attention to time
But throw themselves in rivers
To catch the prize cross

The boys down in the field
Chase after a crazy man
They throttle him with their hands
And burn his body on the seashore

Come away from the moon and the morning star
That shower these boys with the vast sky's caresses

The boys down in the field
Chase after the bourgeois people
They cut to pieces
The heads of their enemies
And of the faithful

The boys down in the field
Gather branches and rosemary
And camouflage pits and potholes
To catch the girls

The boys down in the field
Chase after a rich man
And make him pull out his gold teeth
Which they take to the market

Come away from the moon and the morning star
That shower these boys with the vast sky's caresses

The boys down in the field
Have no memory
That's why they sell their ancestors
Because they're gripped by sadness

Pier Paolo Pasolini 

6 Haziran 2013 Perşembe

'Pasqualino Settebellezze' Filminin Giriş Sahnesi



İlk kez 93 yılında izlediğim Lina Wertmüller'in 'Pasqualino Settebellezze' filmi, öyle sanıyorum ki benim için hala İkinci Paylaşım Savaşı'na dair en iyi film olma unvanını koruyor. Enzo Jannacci'nin söz ve müziği eşliğinde filmin girişinde sunulan sloganist-kolajdan öylesine etkilenmiştim ki komünist antikorları gereği Riefenstahl'dan (1902-2003) daha yaşlı öleceğine inandığım yönetmeni (1928 - ...) günün birinde ziyaret edeceğime dair tuhaf bir anne-oğul fantezisi geliştirmiştim. Ancak Argento'yla kızı hakkında konuşacak kadar zaman bulmuş da olsam (Nisan-2013), hala Wertmüller'e ulaşabilmiş değilim.

Öyleye sizi filmin açılışındaki şu hiç de meşhur olmayan sloganist-kolaj sahnesiyle başbaşa bırakıyorum. Çeviriden ben mesulüm. Bu saatte ancak bu kadar. İyi seyirler.

Çeviridir:

Güldüklerinde bile kendilerinden hoşlanmayanlar. Oh yeah. Put haline gelmiş şirketlere tapanlar, başkaları için çalıştıklarını bilmeden hem de. Oh yeah. Daha beşikteyken öldürülmüş olması gerekenler. Boom! Oh Yeah. ‘Kazanmak için beni izleyin, eğer başaramazsam öldürün beni’ diyenler, sözün gelişi yani. Oh yeah. ‘Biz İtalyanlar, yeryüzünün en büyük milletiyiz’ diyenler. Oh yeah. Asil Roma kanı taşıyanlar. ‘Ah, bu tam bana göre’ diyenler. ‘Şimdi anladın mı ne demek istediğimi’ diyenler. Oh yeah. Grevlerden sıkıldıkları için sağ partilere oy verenler. Oh yeah. Kirlenmemek için beyaz oy verenler. Siyasetle hiç işi olmayanlar. Oh yeah. Sürekli ‘sakin olun, sakin!’ diyenler. Hala kralı destekleyenler. ‘Evet, efendim’ diyenler. Oh yeah. Lüks bir yatak hayal edip, ayaklarında botlarla seks yapanlar. İsa’nın Noel Baba’nın gençliği olduğuna inananlar. Oh yeah. ‘Bu da nesi’ diyenler. Orada olanlar. Her şeye inananlar, Tanrı’ya bile. Sürekli milli marş dinleyenler. Oh yeah. Vatanlarını sevenler. Sırf nasıl sonlanacağını görmek için yürümeye devam edenler. Oh yeah. Dibine kadar pisliğe batmış olanlar. Oh yeah. Kanser olsalar bile mışıl mışıl uyuyabilenler. Oh yeah. Hala dünyanın yuvarlak olmadığına inananlar. Oh yeah, oh yeah. Uçma korkusu olanlar. Oh yeah. Hiç ölümcül bir kaza geçirmemiş olanlar. Oh yeah. Bir de geçirmiş olanlar var tabii. Hayatlarının belli bir anında gizli bir silah geliştirenler, Tanrım! Oh yeah. Sürekli barda takılanlar. Sürekli İsviçre’de yaşayanlar. Yola erken çıkanlar, gidecekleri yere henüz varamamış ve asla da varamayacak olanlar. Oh yeah. Son anda savaşı kaybedenler. Oh yeah. ‘Burada her şey kötü gidiyor’ diyenler. ‘Hadi şimdi bir güzel eğlenelim diyenler’. Oh yeah. Oh yeah. Oh yeah. Oh yeah.

Şarkının Orijinal Versiyonu: Enzo Zannacci, Quelli Che.. Oh yeah!