31 Ağustos 2014 Pazar

René Crevel Vakası


La Révolution Surréaliste'in 1925 yılında yayınlanan ilk sayısında Breton'un paylaştığı "İntihar çözüm müdür" sorusuna EVET mührünü basan René Crevel, 'International Congress of Writers for the Defense of Culture' toplantısından 'oğlancı' oldukları gerekçesiyle kovulan sürrealistleri bir araya toplamaya çalıştı, ancak başaramadı. Bitkin bir biçimde evine döndü ve 18 Haziran 1935'te ocağından çıkan gazla yaşamına son verdi, cesedinin yanında bir notla: "Lütfen bedenimi yakınız, nefretle..."

Crevel'in eşcinsel oluşunu kullanan bir grup dangalak, bu intiharın sorumlusu olarak Breton'u suçladı. Düpedüz saçmalık! Crevel'in ölümünden sorumlu olan Ilya Ehrenburg adındaki ahlakçı Sovyet faşistidir! Nasılsa tez yazmıyorum, kaynak göstermek ya da ortalığı referans cennetine çevirmek gibi bir derdim yok. Nasılsa aradan 70 sene geçmiş; gündem dışı bir konuya ait hayli formalist bir tasayı paylaşıyor olmam ne gecenizi değiştirir, ne de yaşamınızı. 

30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bu Rüyalar Filme Çekilseydi Eğer...


Tan Tolga Demirci ile 'Sürrealizm ve Sinema' Üzerine Zeugma Konuştu...

Soru: Blogunuzdan büyük bir ilgiyle ve epeyce yazı okudum. Özellikle; gördüğünüz rüyalar ile ilgili seriniz çok dikkat çekici. İlk soru seçimim bu seriden olacak. Çünkü onları okurken zihnime yerleşen buydu. Rüyalarınız, her birinden ayrı birer film senaryosu çıkacak kadar detaylı ve çarpıcı. Öyle ki, dilerseniz hepsinden kısa metrajlı birer film çıkarılabilir. Okuduğumuz bu rüyalar en dikkat çekici olanlar mı yoksa gördüğünüz rüyaların genellikle hepsi mi böyle?

Yanıt: Gördüğüm rüyaları beş ayrı içerik dahilinde sınıflandırıyorum. Bunlardan ilki, nesnel gerçekliği birebir taklit eden ve 'sıkıcı' ya da 'travmatik' olarak adlandırdığım rüyalar. İkincisi, birbirinden hayli kopuk fragmanlar halinde kendini teşhir eden rüyalar. Üçüncüsü, gündelik gerçeklikte yaşıyor olduğunuz cinsellik, susamak ya da en basitinden işemek gibi gereksinmeleri karşılayan rüyalar. Dördüncüsü, içinde mutlak anlamda kendimin olmadığı ve fakat kısmen, örneğin yalnızca bir 'bakış' olarak izlediğim, bir 'kulak' olarak duyduğum, bir 'burun' olarak kokladığım ve bir 'ten' olarak dokunduğum rüyalar. Beşincisi ise tıpkı bir film gibi başından sonuna dek kendine has bir tutarlılığı ya da tutarsızlığı olan ve kesintiye uğramaksızın kendini tüm ayrıntısıyla teşhir eden rüyalar... Soruda sözünü ettiğiniz rüyaların bu son maddeyi temsil ettiğini söylemeliyim. Ve evet, bu rüyalar filme çekilseydi eğer, o ülke sinemasında beklenmedik bir devrim yaşanabilirdi!

Soru: Sürrealizm nedir? ''Sürrealist olunmaz, sürrealist doğulur,'' diye bir tez üretsem onay verir misiniz?

Yanıt: Sürrealizmin ne olduğuna dair tanımı, aynı zamanda sürrealizmin mucidi olan André Breton'un kaleminden yapmanın çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Kendisi sürrealizmi 'mutlak psişik otomatizm' olarak tanımlıyor. Aynı zamanda hareketin ana göstereni olan bu tanım, hiç şüphe yok ki otomatizmin ne olduğu sorusuna götürüyor bizi. Bilincin işlevlerinden kaynaklı herhangi bir akli ve mantıki sansürden muaf olarak üretme biçimidir otomatizm. 1919 yılında Breton ve Soupault tarafından kaleme alınan ‘Les Champs Magnétiques’ metni, ilk otomatik metin örneği. Dadaizmin tarihsel süreci içerisinde gerçekleşen bu keşif, 1924 yılından sonra Breton'un manifestosuyla birlikte 'sürrealist yazma' tekniğinin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Bununla birlikte otomatizmin, yazınsal otomatizm, resimsel otomatizm ve biraz da benim zorlama tabirimle 'bedensel otomatizm' olmak üzere üç ayrı uygulama alanı olduğunu ifade edebiliriz. Böylesi bir kuramsal zenginlik içerisinde sürrealist olmanın -doğmanın değil- çok ciddi ve zahmetli bir düşünsel pratik içerdiğini söylemek zorundayım. Bastırılan kısmi dürtüsel enerjinin oluşturduğu 'bilinçdışı temsil'i, her ne kadar sürrealistler karşı da olsa estetize etme sürecinde ciddi bir varoluşsal yıkım yaşandığını ve eğer bilinç işlevlerinizin bir 'yedeği' yoksa bu yıkımın sizi, hiç de üretimin hizmetinde olmayan bir deliliğe sürükleyebileceğini eklemek isterim.

Soru: ''Alfabetik Düşler''i adadığınız André Breton idolünüz müdür? Bu doğruysa, en baskın nedeni nedir?

Yanıt: André Breton, kendimi dışarıdan izlememe olanak sağlayan ve bu noktada çılgın bir virüs gibi zihnimi işgal eden ahlâki bir referans oldu hep. Bir hedef için harekete geçtiğimde, bir durum üzerine karar verdiğimde ya da varoluş nedenimin sağlamasını yaptığımda rüzgarını hissettiğim nostaljik bir figür oldu. Ne var ki insanın içinde ileriye, yalnızca ileriye atılarak kendi özgürlüğünü sonsuza dek meşru kılmaya yönelik doğuştan gelen bir 'eyleme koyma' özlemi var. Breton'u aşabilmek meselesi, ancak bu özleme devrimci ve gelecekçi bir özellik kazandırabilmekle mümkün. Son birkaç yıldır bu pratiğin içinde olduğumu söylemekten kaçınmayacağım. 

Soru: Ünlü bir roman sinema filmine aktarıldı diyelim. Okunduğunda ayrı film olarak izlendiğinde ayrı intibalar bırakıyor. Senaryolarınızı filmleştirdiğinizde biliçaltınızdaki o yansımayı tam olarak görebiliyor musunuz?

Yanıt: Giderek sinemadan uzaklaşmama en önemli neden, yaşamın cevherindeki 'gerçek' ile filmsel 'gerçeklik' arasındaki kaçınılmaz kopukluk oldu. Nasıl ki yüksek çözünürlüklü bir medyayı daha düşük çözünürlüklü bir başka medyaya aktarırken görüntü ya da ses kalitesinde belli oranlar dahilinde bir düşme ile karşılaşıyorsanız, 'bilinçdışı yansıma' dediğiniz 'o şey'i de filmleştirirken benzer bir düşüş ve gerçeklik kaybıyla karşılaşıyorsunuz. Tam da bu yüzden, ikisi de nesnel gerçekliğin dışında dahi olsa, rüyadaki 'kendilik' ile filmde yaratılan 'karakter' arasında uzlaşmaz bir 'algı' uçurumu var. Her ne kadar Breton sinemayı gördüğümüz rüyalara en yakın üretim disiplini olarak kabul etmiş olsa da sinema salonunda uyumayı film çekmeye tercih ettiğimi söyleyeceğim size.

Soru:  Filmlerinizi izlerken kendinizi çocukluğunuza döndürüp an'ı yaşamayı başarabiliyor musunuz?

Yanıt: Çektiğim filmleri izlemek, yara kabuğundan yaranın kendisini görememek gibi içinden çıkılması olanaksız bir hüzün ve doymamışlık duygusu yaratıyor çoğu zaman. Çok sevdiğiniz ve uzun yıllar yaşadığınız bir evin aniden yıkıldığını düşünün. Enkaza baktığınızda sizi çıldırmaktan koruyan şey, o evin belleğinizde yaşayan bütünsel imgesidir. Birinden ayrıldığınızda da benzer bir durum yaşarsınız; ayrıldığınız kişinin sizde kalan imgesidir yataklara düşmenizi engelleyen. Eğer yıkık bir evse çocukluğum ve çoktandır ayrılmış olduğum 'o şey' ise, bu durumda çektiğim filmler de çocukluğumun zihinde kalan yansımasıdır. Bellek, geçmiş ve 'o an' arasındaki köprüyü ne kadar sağlam kuruyorsa, 'çocukluk' ve 'bir çocuk olarak film' arasındaki bağlantı da o kadar güçlü oluyor.

Soru: Filmlerinizde rol alacak oyuncuların seçimi size mi ait? Eğer öyleyse bilinçaltınızdaki figürlerle örtüşmeleri gibi öncelikli kıstaslarınız var mı?

Yanıt: Daha önce de söylediğim gibi 'bilinçdışı temsil' ve film arasında asla örtüşmeyen ve çakışması da mümkün olmayan bir mesafe var. Bunun en önemli nedeni, filmi hiç de size ait olmayan parçalara bölmek zorunda kalmanız. İşin içerisine onlarca insan giriyor; biri ışık kuruyor, diğeri kamerayla uğraşıyor, öteki makyaj yapıyor. Tüm bu hengamede ne için film çektiğinizi ya da daha önemlisi, sizi o filmi çekmeye iten içsel dinamikleri unutur hale geliyorsunuz. Oyuncular da bunun bir parçası oluyor ister istemez; yarattığınız anne figürü başka kadın figürlerine ufalanıyor. Yarattığınız baba figürü, hiç de size ait olmayan öteki figürlere karışıyor. Elinizde olmayan nedenlerle ortaya çıkan bu korkunç kaosa bir son vermek istiyorsunuz. Ancak ne yaparsanız yapın, filmi çeken siz değil, sonunda yine 'filmin kendisi' oluyor. Arzuya doğru yol alıp tam ona ulaşacakken birdenbire makaslar değişiyor ve farklı bir yolda sürüklenirken buluyorsunuz kendinizi. Gomeda'yı çekerken yaşadığım tam da buydu.

Soru: Gerçeküstücü olma hali güncel hayatınıza da zaman zaman karışıyor mu? Örneğin herhangi bir iş/olgu planladığınız anlarda, normal şartlardan dışarı taşan, istem dışı bir sürrealizm devreye girebiliyor mu?

Yanıt: Sürrealizm, birkaç zamandır hayatıma üretim disiplini olarak değil de daha çok sopa gösteren doyumsuz bir ahlak figürü olarak girmekte, yani en tehlikeli haliyle! Neden tehlikeli? Çünkü sürrealizm temelli ahlaki mazoşizmin en dayanılmaz yanı, size bir yandan üretimi tasarlama olanağı sunarken aynı zamanda onun gerçekleşmesini olanaksız hale getirmesi. Bunun en önemli nedeni, daha önce de söylediğim gibi bilinçdışı temsil ve üretilen materyal arasındaki uzlaşması imkansız 'söylem'in zihinde açtığı yara. Sürrealizmin ahlaki boyutu, sizdeki mükemmelliyetçilik takıntısını azdırarak o yaraya sürekli çomak sokuyor. Tasarım sırasında aldığınız zevk, üretim sürecinde kara bir deliğe dönüşüveriyor.

Soru: Yazılarınızdan birinde ''Uzun süredir yeni film çekemiyor olmanın ölümcül günahları'' diye bir girizgâh dikkatimi çekmişti. ''Uzun bir süre daha film çekemeyecek olmanızın'' kökeninde popüler kültür sevdasına tutulmuş yapımcılar var muhtemelen. Doğru mudur? 

Yanıt: Bunun iki nedeni var, birincisi, içten ve dıştan sürekli uyaranlarla dolu bir yaşamsal süreç içerisinde anın hızına sinemanın yetişemiyor ve asla da yetişemeyecek olması. Diğeri ise yine anın izini soğumaksızın paylaşabileceğim birilerinin çevremde olmayışı. Kolektif bir üretim disiplini olan sinemanın en kötü tarafı, sahip olduğunuz fantezinin sizin dışınızdaki kimseyi ilgilendirmiyor olması. 'Arzulanan Şey' tarafından arzunuza verilen yanıt, nasıl ki olanaksız bir cümleye dönüşüyorsa, sahip olduğunuz fantezi ve ötekilerin talebi arasında da benzer bir uzlaşım olanaksızlığı var. 

Söyleşi teklifimi kabul edip blogumu onurlandırdığınız için ve değerli zamanınızı ayırıp sorularıma verdiğiniz yanıtlar için, her şey için çok ama çok teşekkür ediyorum. Yolunuzun her daim açık olması ve başarılarınızın artarak sürmesi dileğiyle...

Metnin Zeugma'nın Blog'unda yayınlanan versiyonuna buradan ulaşabilirsiniz. 

15 Ağustos 2014 Cuma

La Fine del Mondo Nel Nostro Solito Letto in Una Notte Piena di Pioggia



İtalya ve İspanya'nın devrime açılan ya da açıldığını sandığım duvarlarını tek tek dolaştım. Tek derdim, işbu duvarların üzerine çizilmiş ve birbirine çokça benzeyen orak-çekiç figürlerini keşfetmekti. Nihayet, aralarında 1766 kilometre mesafe olan iki ayrı duvarda (Venice-Sevilla) biçimsel dahi olsa birbirine teğet geçmeyi başarabilen sol-politik libidonun estetik çağrışımlarını yakalayabilmeyi başardım! Gerçekten de kırmızıyla çizilmiş mekanik-ortodoks orak-çekiç, siyahla çizilmiş anarko-duygusal oraç çekice hayli benziyordu. Oysa bu keşifsel bütünlükte yine de eksik olan ve mutluluğumu ketleyen bir şeyler vardı. 

Çokça sevdiğim ülkeme geri döndüğümde, tüm bu arama / arınma süreçlerini tetikleyen esas göstergenin Wertmüller'in filmindeki bir sahne olduğunu hatırladım. 1994 yılından bu yana bilinçdışımda organize olmuş bu ironik sahne, beni onca yolu kendisine benzer proleter figürü, yani kendisiyle kardeş orak-çekici bulmak üzerine tetiklemişti. Fakat işin kötü tarafı, filmde Giancarlo Giannini tarafından bir yangın zımbırtısının dibine çizilen orak çekiç figürü ile benim keşfettiğim figürlerin birbirinden oldukça farklı olmaları idi; biri parmak patates, diğeri elma dilim 'çekiç' idi... Aradaki tahammül edilemez farkın hesabını sormak üzere Mc.Donalds'ın koca popolu yetkililerinden birini aramadım elbette. Tersine filmi bir kez daha izledim; Komünist-İtalyan Giannini'nin Amerikan-Feminist Bergen'i takibe başladığı o andan itibaren... 

Ama şimdi kafam daha da karıştı. Üç orak çekiç figürünün -kırmızı, siyah ve beyaz- arasındaki estetik-politik farkın hangi plastik anlam-ideoloji üzerinden konumlanması gerektiğini gerçekten bilemiyorum.

12 Ağustos 2014 Salı

12 Ağustos - Rüya


Kime ait olduğunu hatırlamadığım bir akraba evindeyiz. İçinde annemin de olduğu ve çoğunu tanımadığım akrabalar arasında ateşli bir konu tartışılıyor. Bir süre sonra konu dönüp dolaşıp bana geliyor. Annem gözlerime odaklanıp eskiden olmuş bir olayı anlatmaya başlıyor... 

Söylediğine göre ben beş ya da altı yaşındayken oldukça sıcak bir yaz akşamında ter içinde uyanmış ve kendimi dışarı atmışım. O kadar hızlı yürüyormuşum ki annem arkamdan bir türlü yetişememiş. Bir süre sonra, sokakların birinde beni yerde sırtüstü yatarken bulmuş. Burun deliklerimin birinden kan sızıyormuş...

Annem, yaşadığına emin olduğu bu olayın devamını yazık ki hatırlayamadığını ancak yine de büyük olasılıkla ölmüş olabileceğimi söylüyor. O anda benim dışımda bir 'Çocuk Tan' karakterinin olup olmadığını sorgulamaya başlıyorum. Bu düşünce o kadar acı veriyor ki bana sanki bedenimin çoğalarak yok olduğu yanılsamasına kapılıyorum. Duyduğum kaygıyı bastırmak için anneme capcanlı karşısında olduğumu, nasıl böylesine korkunç bir düşünceye kapılabildiğini soruyorum. Gözlerini hüzün sarıyor annemin ve çocukken dehşetli bir hastalığa yakalandığım için burnumun kanadığını, bu hastalıktan kimsenin kurtulamayacağını, dolayısıyla ölmüş olma ihtimalimin çok yüksek olduğunu tekrar ediyor. Diğer akrabalar da annemin sözlerini onaylıyor. O anda 'Çocuk Tan'ın benden farklı bir kişi olduğuna inanmaya başlıyorum; bu esrarengiz çocuğun nasıl olup da bana dönüşebildiğini ya da dönüşmese bile benim ölü bir çocuktan nasıl var olabildiğimi sorgulamaya çalışıyorum. Ancak ne yaparsam yapayım bir türlü bu iki kişi / kişilik arasındaki mucizevi köprüyü kuramıyorum. 

Post Scriptum: Uyandığımda ilk dokunduğum yer burnum oldu. 

1 Ağustos 2014 Cuma

Pasteur


Hey dinleyin! Gönderdiğim ikili fotoğrafın üst karesinde ve arkasından dikizlediğiniz aktörün adı Denis Lavant; Leos Carax'ın 'Mauvais Sang' filminin ilk sahnesinde tüm çıplaklığı ile teşhir etmekte kendini. Alttaki karede ise yine aynı metro istasyonunda, ancak tam 23 yıl sonra, tüm tedirginliği ve yanlış bir 'kendi sağına bakmışlık' kaygısı içerisinde beni görmektesiniz. Elbette Denis, sinema tarihinin gücü adına daha estetik ve daha çıplak. Elbette ben kendi kişisel tarihimin sözde kudreti adına daha tedirgin ve 'miş gibi'yim!

Görüyorsunuz ki Carax, 26 yaşının -onun yaşında hiçbirimiz yoktuk ve dahi olamayacağız- verdiği heyecan ve hezeyanla filminin dramatik vurgusuna referans olan 'Postmodern-AŞI' gösterenini, Pasteur durağını gözümüze kadar sokarak çokça meşru kılmaya çalışmış! ODTÜ adındaki pek saygın üniversitemizde, adı geçen film hakkında verdiğim bir konferansta (2003) biri kalktı şöyle bir soru sordu bana: Neden yönetmen Pasteur'e bu kadar vurgu yapmış ki, filmde hiç kimse kudurarak ölmüyor! Mühendislik fakültesinden olduğuna inandığım bu arkadaşımıza tıbbi bir yanıt vermeksizin 'miş gibi' davranmaya devam ettiğimi hatırlıyorum.

Her neyse... Sıradan olmayan -film eleştirmeni olmayan- izleyiciye öykünün ilerleyen zamanlarında ne halt olacağını önceden sezdiren bu 'prolog sahne' beni zamanında öylesine etkilemişti ki (1993 - Kasım) günün birinde Lavant'ın çıplandığı yerin aynı koordinatında ve hiç de varoluşsal olmayan bir poz vereceğime dair yemin etmiştim kendime. Sanmıyorum ama umuyorum ki söz konusu yeminden siz de en az benim kadar haz almışsınızdır.