20 Şubat 2012 Pazartesi

Dans Pisti ya da Orgon Gözlemevi



Fotoğraftaki dans pisti, prematüre kalçalarını cisimleşmemiş varlığıma çarptıktan sonra gözlerini karşılarında dans ettikleri erkekten ayırmaksızın bulunduğum tarafa özür dileyen kadınları hatırlatıyor bana. Dans sırasında kimin üstte ya da daha üstte olduğunun bir önemi yok aslında. Çünkü kasılma-gevşeme arasındaki hassas libido cetvelini ritmik hareketlerle besleyen bu kadınlar için önemli olan, arzuyla şoklanmış esnek buz mavisi bedenlerini erkeğin periyodik bakışıyla doyuma kavuşturmaktan ibarettir.

Kaprisky ve Tactile Deney



Deney No - 137
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Valerie Kaprisky

Renk: Dudak dışına taşmış ruj izi.
Koku: Grevdeki yosun fabrikası.
Dokunsal: Başka birinin ayakkabılarını giyinmek.
İşitsel: Tozu alınmakta olan piyano sesi.
Tat: İç lastik.

19 Şubat 2012 Pazar

Dipnotlar X



* Aynı kadını yeniden sevmeye çalışmak, ışıkları açık bir sinema salonunda film izlemeye benziyor.

* Londra'da salaş bir bar tuvaletinde başımı okşayan ve çorabı dizine kadar kaçmış Trish adındaki fahişenin werewolf olduğuna yemin ederim.

* Rüyalar, bağışlanamayacak tek organdır.

* Edward Zwick'in 'About Last Night' filmini uzun zaman sonra yeniden izledim, ancak tuhaftır, Demi Moore bu kez hamile kalmadı.

* Bir daha dirilmesinler diye aşklarınızı usulünce gömünüz.

* 'Bakış'ı nakil edemedikten sonra göz naklinin ne anlamı var?

* Dev bir müzik enstrümanına dönüşmek istiyorsanız bedeninizdeki yaraları pikap iğnesiyle dikin.

* Breton'un 'yazınsal otomatizm' tekniğinin İnternet üzerindeki tek pratiği 'google translate'. Deneyin ve 'bilinçdışı özne' ile tanışın.

* Svankmajer'i (sürrealizmin anal dönemi) ilk gördüğümde (2001), konstrüksiyonu çamurdan olma bir rüya heykeliyle karşılaştığımı düşünmüştüm.

* 'Maddeci tarih usulü epizodik anlatım nedir' diye soruyor öğrenciler, yanıt, Serge Bard'ın 'Detruisez-vous' filmi...Umarım pişman olmazlar.

* Nicolas Roeg'in 'Bad Timing' filmini uzun zaman sonra yeniden izledim, ancak tuhaftır, bu kez Theresa Russell filmin sonunda öldü.

* Ölüm duygusu, yas ve rüzgar arasında, ten ve söz arasında kalmış görkemli bir yalnızlık kokusu taşır.

15 Şubat 2012 Çarşamba

Zulawski ve Tactile Deney





Deney No - 136
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Andrzej Zulawski

Renk: Patlak ampul.
Koku: İkinci el satın alınan sutyen.
Dokunsal: Yosun dolu bir mayoyla banka kuyruğuna girmek.
İşitsel: Terli terli tokuşturulan iki berduş kafası.
Tat: Ertesi gün hapı.

Sélavy ve Tactile Deney



Deney No - 135
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Rrose Sélavy

Renk: Duvar kağıdının ardına yapışmış ıslak kireç.
Koku: Bekçi kemeri.
Dokunsal: Eşofmanla kadavra üzerine oturmak.
İşitsel: Elektroliz makinesi.
Tat: Terbiye edilmiş çocuk.

10 Şubat 2012 Cuma

10 Şubat 2012 - Rüya


Oslo'dayım ve ıssız bir sokağın kıyısında cüzdanımı karıştırıyorum. Bir sürü gereksiz evrak içinden sonunda bir eskort kızın kartını buluyorum. Kartın üzerinde Çekçe yazmasına rağmen adı Barbara olan kızın Oslo'da olduğundan emin bir şekilde karttaki numarayı arıyorum. Telesekreter çıkıyor ve Kadıköy civarında bir adres veriyor. Ancak adresin Oslo'da olduğuna o kadar eminim ki karda bata çıka yürüyerek sonunda evi buluyorum. Tüm zillerde Barbara adıyla karşılaşıyorum ve en alttaki zile basıyorum. Kapı otomatik olarak açılıyor. Ve en alt zile basmış olmama rağmen en üst kata çıkıyorum. Olağanüstü bir kadın kapıda karşılıyor beni. İngilizce konuşan 1.80 boylarındaki bu sarışın kadın, 1970'lerin Alman usulünce dekore ettiği evinde ve şöminenin yanında misafir ediyor beni. Siyah, uzun topuklu ve üzerinde beyaz kedi tüyünden yapılma ponponlar olan deri bir ev terliği giyinmiş. Her adım atışında çıplak ayağı deriye sürterek tok bir ses çıkarıyor. Şöminenin yanındaki mini bardan bir şişe şarap ve tirbuşon alıyor kadın. O ana kadar hiç görmediğim tirbuşon, kürtaj sırasında kullanılan bir jinekoloji enstrümanını hatırlatıyor bana. Şarabı zamanında açamayıp rezil olmaktan korkuyorum. Uzun ve gereksiz olduğunu düşündüğüm bir uğraş sonrasında nihayet şarabı açmayı başarıyorum ve büyük bir iştahla Barbara'ya döndüğümde, onun 13 yaşlarında bir kıza dönüştüğünü görüyorum. Elinde bir havyar konservesi var ve bacak bacak üstüne atmış onu kaşıklıyor. Müthiş çirkin olan bu kızı, Çek aktris Kristina Adamcová'nın küçüklüğüne benzetiyorum. Tam oradan uzaklaşmayı düşünürken içeri dev gibi bir adam giriyor ve küçük Barbara'yı kolay bir hamleyle alıp dizine yatırıyor ve var gücüyle vurmaya başlıyor. O kadar hızlı vuruyor ki tokatlar bir süre sonra yumruğa dönüşüyor ve kızın teninde kalp şeklinde bir morluk oluşuyor. Barbara, o kadar yumruğa rağmen babası olduğunu düşündüğüm bu devasa adamın kucağında havyar konservesini yemeğe devam ediyor. Adama müdahale etme hakkını kendimde görmeyerek bu şiddete bir son vermesi için Norveç polisini arıyorum. Telefona çıkan adam Türkçe konuşuyor ve beni lunaparkta bekleyeceğini, geç kalmamam gerektiğini söylüyor. Telefonu kapatıp Barbara'nın poposunda patlayan yumruk sesleri eşliğinde evden çıkıyorum. O sırada Norveç polisi tekrar arıyor ve on beş yıl önce çektiğim televizyon programlarından birinin Norveç televizyonunda gösterildiğini, ekipçe programı izlediklerini söylüyor. Etrafıma bakınıyorum ve tıpkı 'Assassin's Creed' oyununda olduğu gibi çevremin aniden şekil değiştirmeye başladığını, olağanüstü bir lunaparka dönüştüğünü görüyorum. Polise bu olanları telefonda anlatmaya çalışıyorum ancak söylediklerime inanmıyor. Onu lunaparkın balerini yanında beklemem gerektiğini, az sonra geleceğini ve şikayetimi dinleyeceğini söylüyor. Telefonu kapatıp canlı ve ayakları kesilmiş bir biçimde platformun üzerine monte edilmiş balerinin yanına gidiyorum. Ellerinin yana doğru açık olma sebebiyse plastik bir çarmıha gerilmiş olması. Balerine polisin gelmek üzere olduğunu, tüm bu işkenceden kurtulmasına az kaldığını, dayanması gerektiğini söylüyorum. Balerin ağlamaya başlıyor ve bana filmlerdeki kadınlar gibi bakamadığı için büyük bir suçluluk duyduğunu söylüyor. O sırada balerinin tırnakları etinden ayrılarak yere ufalanıyor. Ölmek üzere olduğunu düşünerek platformun üzerine çıkıp ona sıkıca sarılıyorum. Çarmıha gerildiği kollarının altından keskin bir ter ve bıngıldak kokusu geliyor burnuma. Sonra balerinin bedeninden yayılan müthiş bir sıcaklıkla kendimi ondan ayırıyor ve alevler içinde yanıyor olduğunu görüyorum. Hızla platformdan aşağı iniyor ve çığlık atmaksızın alevler içinde yanmakta olan balerini izliyorum. O an içimi müthiş bir hüzün ve açlık duygusu kaplıyor. Yiyecek bir şeyler bulmak için çevreme bakıyorum ve tuhaf bir biçimde balerin platformunun başka bir yerde olduğunu görüyorum. Buna eminim çünkü platformun üzerinde büyük, renkli harflerle 'Ballerina' yazıyor. O halde az önce yanan kimdi diye yeniden önüme döndüğümde, platformun üzerinde yazmakta olan 'Jeanne d'Arc' ismiyle karşılaşıyorum. Uzaktan gelen polis sirenleri eşliğinde lunaparkı terk ediyorum.

9 Şubat 2012 Perşembe

Ağlama Duvarı


Yukarıdaki film karesinde ağlamakta olan ve yükselme hırsı yaşayan bir kadın ile onun arkasındaki duvara özenle asılmış salon burjuvazisine dair bir eskiz görüyorsunuz. Biz, bu iki gösterge arasındaki çelişkiden üreme anlatım tarzına 'vulgar Yugoslav sembolizmi' adını veriyoruz. Nedeni gayet basit, çünkü kareyi bir Yugoslav filminden aldım. Ama milliyete takmayın lütfen, zira sizin sözde sembolizminiz de bu film karesinden daha derin değil. Hatta çoğunuzun bir sembolizmi olduğundan bile emin değilim. Ağlarken aniden arkasına bakıp da beyaz-boş bir duvarla karşılaşanlar lütfen panik yapmasınlar. Boş duvar, kişiliksizliği, zevksizliği ve biraz da salaklığı temsil eder. Yani öyle ya da böyle, ağlama anında sembolik bir zincire dahil olduğunuz müjdesini verir.

Ama eğer 1960'larda yaşamış İtalyan bir kadın olsaydınız o zaman işler değişir. Çünkü elli sene önce beyaz-boş bir duvarın önünde ağlamak, modernizm nedenli yabancılaşma pratiğinin ideolojik bir uzantısı olmayı temsil ederdi. Bu şaşalı temsildeki tarihsel derinlikten kaynaklı varoluşsal acının ve bu kişilikli acının yarattığı stilistik boşluğun ne derece değerli olduğunun farkına varmış olmalısınız. Bu yüzden kendi niteliksiz beyaz duvarınızı Monica Vitti'nin, üzerinde 'kuramsal boşluk' yazan beyaz duvarı ile karşılaştırmayın!

Benzer biçimde 1970'lerde yaşamış Fransız bir kadın olsaydınız, ıslak barutla yazılmış bir duvar yazısının önünde ağlayarak sosyalizmin nihai arzusuyla kendi libidinal arzunuzu çiftleştirerek seksüel-politik bir manifesto yazabilirdiniz pekala. Ve eğer isterseniz sonrasında büyük bir iştahla 'seksüel' olanı 'spiritüel' olanla yer değiştirip, politik argümanın fallik pozunu da memesi boşaltılmış bir Hippi kadınına dönüştürebilirdiniz. Ama hayır, beyaz bir duvardan başka hiçbir anlamı olmayan kendi duvarınızı lütfen Caroline de Bendern'in fişek ve çiçek kokan duvarıyla karşılaştırmayın!

Ve siz yazık ki 80'li yıllar içinde ağlayarak 'sembolizm' üretmeyi başarabilen bir kadın olamadınız yine. Eğer 1980'lerde yaşamış Alman bir kadın olsaydınız Berlin duvarının hemen önünde boş-beyaz bir yüzey bulup, dibi yenmiş dokuz yaş görünümlü tırnaklarınızı etinize geçirip, sevgilinizi düşünerek ağlayabilirdiniz. Ayrılık kaygısını muhafazakar-politik bir duvardan daha iyi ne anlatabilir ki? Tüm bunlar sizin cephenizde yaşanmadı. Bu yüzden kendi kekeme duvarınızı lütfen Beatrice Manowski'nin kireçlenmiş cesetlerden örülü beyaz duvarıyla karşılaştırmayın!

Siz son kuşaklar, size söyleyecek neredeyse hiçbir şey yok. Bilmem hangi programla gittiğiniz ülkelerde, 'kopyala-yapıştır' arzularınızı ucuz merakınızla bütünleştirip de Dalay Lama pozları vermekten vazgeçin. Orayı-burayı keşfetme takıntınız, coğrafi olarak dışsallaşan ve böylelikle de kendini ustalıkla parçalayıp gizleyen sonradan olma zavallılığınızı keşfetme takıntısıdır. Nereye giderseniz gidin, hangi köşenin ardına bakarsanız bakın, üzerinize kazınmış olan bu 'aptal kaşif' rolünü süslemeye yetmeyecektir. Laboratuvar ortamında üretilen heveslerle kendi ırzınıza geçiyor, sonrasında patolojik bir şişme yaşıyor ve nihayet topraklarınıza geri döndüğünüzde de bir türlü sönmek bilmiyorsunuz. Siz en iyisi gelin bu enerji israfından kurtulun, sonrasında gidin bir duvar bulun -ki ben size kendi ruhsal bastırma duvarınızı öneriyorum- ve arkaya gitmek istediğiniz ülkenin haritasını asıp önünde bol bol ağlama provası yapın. Böylelikle belki vulgar Yugoslav sembolizmine yakın bir anlam üretebilir ve dahası 'Milena Dravić'in duvarını daha yakından tanıyabilirsiniz.

7 Şubat 2012 Salı

Tanning & Ernst



Max Ernst, kadının hayal gücünden kan çırpan kanatlar yaptı kendine; dişi olan ne varsa yer çekimsiz mabedine hapsetti. İnanmıyorsanız Dorothea Tanning'in oyulmuş gözlerine ya da dudaklarındaki yara izlerine bakın! Ernst, Tanning'in ılık çırpan kanat kokusudur.

2 Şubat 2012 Perşembe

2 Şubat 2012 - Rüya


Bursa Kültürpark'ın ilk kapı çıkışından belediye otobüsüne biniyor ve en arka beşli koltuğa oturuyorum. Otobüste elli yaşlarında kravatını ceketinin arkasına atmış bir şoför, onun muavini kılıklı dişini kürdanla temizleyen bir adam ve kırklı yaşların ortalarında üç tane de kadın var. Kadınlar ayrı koltuklara oturmuş, yüksek sesle birbirlerine çingene usulü laf atıyorlar. Trafik olmamasına rağmen otobüs oldukça yavaş gidiyor. Bir süre sonra kadınlardan ikisi oturduğum koltuğa doğru geliyorlar. Birisi sol cam kenarına, diğeri ise sağ cam kenarına oturuyor. Tam ortalarında kalıyorum. Solumda oturan kadın oldukça çirkin ve fahişe görünümünde olmasına rağmen zevkli bir giyim tarzı var. Sağımda oturan kadın, hem çirkin ve hem de kötü giyinmiş. Kendisine bol gelen ve isimlik kısmında 'Vezneciler' yazan asker montu özellikle dikkatimi çekiyor. Üçüncü kadın ise muavin ve şoförle yüksek sesle konuşuyor. Bir süre sonra solumdaki kadın, yarım bana dönerek bacak bacak üstüne atıyor ve sağ bacağını benim bacağıma temas ettirip yeniden ayırıyor. O an garip bir arzuyla dizimi kadının bacağına doğru çaktırmadan götürüp, otobüsün arada sallanmasını da fırsat bilerek değdiriyorum. Bunu hisseden kadın, aniden sol elimi tutarak cinsel organına doğru götürmeye çalışıyor. İlk kez o an bakıyorum kadının bütününe ve kasıklarına kadar çektiği eteğinin altından, apaçık teşhir ettiği cinsel organıyla karşılaşıyorum. Bir yandan elimi kadından kurtarmaya çalışıyor, diğer yandan patlıcan moruna çalmış ve yarığından kanlı zift rengi sıvı akıtan bu biçimsiz organdan uzaklaşmaya çalışıyorum. Nihayet sonunda elimi kadından kurtarıyor ve yerimden kalkmaksızın otobüsün durması için kendime en yakın direğin üzerinde bulunan kırmızı düğmeye basıyorum. O sırada kadınlar gülmeye ve beni aşağılamaya başlıyorlar. Ben de son bir cesaretle, otobüste istediklerini yapamayacağımı ama evime gelebileceklerini söylüyorum. İkisi de kabul ediyorlar ancak tam o sırada otobüs, Çekirge Meydanı durağında duruyor. Arka kapı açılıyor. Kadınların teklifimi kabul etmelerini fırsat bilerek şoföre yüksek sesle inmeyeceğimi, düğmeye yanlışlıkla bastığımı söylüyorum. Şoför, dikiz aynasından bana bakıp, 'seni şimdi yok edeceğim' diye avazı çıktığı kadar bağırıyor ve sonrasında müthiş bir tepkiyle el frenini çekip benimle kavga etmek için otobüsten aşağı iniyor. Otobüsün arka kapısına geliyor ve aşağı inmemi istiyor. Kadınlara küçük düşmemek için aşağı iniyorum ve tam o sırada şoförün yirmi yaşlarında bir delikanlıya dönüştüğünü görüyorum. Bana, sert bir ses tonuyla düğmeye basıp da otobüsten inmeyen insanlara neler yaptığını anlatmaya başlıyor. Anlattığı öyküleri birkaç korku filminden çaldığını düşünerek bu kez ben onu fena halde aşağılamaya başlıyorum. Cahil, zavallı bir insan artığı olmakla suçluyorum onu. Bu ağız dalaşının uzayacağını anlayan delikanlı, üzerindeki tabelada 'Vezneciler Birliği' yazan bir binaya giriyor. Ben de yeniden otobüse dönüyorum. Yine en arka-orta koltuğa oturuyorum. Otobüs bu kez biraz daha kalabalık olmasına rağmen kadınların yerinde olmadıklarını görüyorum. Başka bir şoför kapıları kapatıyor ve yola devam ediyoruz. Bir süre sonra ön koltukların birinden oldukça kilolu, bıyıklı, ellili yaşlarda bir adam kalkıyor ve tam önümde duruyor. Adamın suratına bakmaya çekiniyorum. O sırada yüzüme bir şey çarpıyor ve hemen sonra önüme 50 kuruşluk madeni para düşüyor. Hızla adama bakıyorum. Parayı onun suratıma fırlattığını anlıyorum. Sert bir ifadeyle yanıma oturuyor ve belindeki tabancasını gösteriyor. Elbisesi, kolonyalı mendil ve lahmacun kokuyor. 'Siz kimsiniz' diye soruyorum. Az önce kavga ettiğim şoförün 'Vezneciler Birliği' başkanı olduğunu, eğer onu aklımdan çıkarmazsam beni belindeki silahla öldüreceğini söylüyor. Veznecilerin görevlerini soruyorum adama ve o anda daha da sinirlenip belinden silahını çıkararak kasıklarıma dayıyor. 'Onu aklından çıkaracaksın yoksa tüm banka soygunlarından sen sorumlu olursun' diyor. Ben de çaresiz, adamın isteğini kabul ediyor ve 'tüm hesabı' kapattığımı, içinin rahat olmasını istiyorum. Bunun üzerine adam, şoförle dikiz aynasından göz göze geliyor ve elini kullanarak çözemediğim tuhaf bir jest yapıyor. Şoför jesti görünce duruyor, arka kapı açılıyor ve adam, belindeki silahı örtmeden aşağı iniyor. Otobüs kötü bir kalkışla yeniden hareket ediyor. O an başımı geri çevirip adama son bir kez bakmak istiyorum ve onun indiği otobüs durağının adı gözüme çarpıyor: Vezneciler Durağı...