18 Nisan 2014 Cuma

İstanbul, Aşk ve Ölüm



Bana Alain Robbe-Grillet mi yoksa Jean Luc Godard mı diye sormayın! Grillet, kendi sinemasını çokça Godard ve az da olsa Resnais’nin stilistik yaklaşımlarından aşırmış da olsa onun kalemi hem Godard’ın doğaçlamalarından ve hem de Resnais’nin kamerasından çok daha okunaklı geliyor bana! Ve kendi slogan tarihime baktığımda, Grillet için attığım sloganların Godard için attığım sloganların beş katına eşit olduğunu görüyorum. Belki de okunaklı olanın trajedisini okunamıyor olanın komedisine yeğ tuttuğum içindir. 

Paylaştığım, 1963 yapımı L’immortelle adını taşıyan film aynı zamanda Grillet’nin ilk filmi. Şiirden uzak bir şiirsellik aksanıyla ölümü, aşkı, takıntıyı ve İstanbul’u anlatan filmin başarısı, ister aşkla İstanbul’u, ister ölümle takıntıyı, ister aşkla takıntıyı, isterse şu okunaklı olmanın trajedisiyle geri kalan her şeyi harmanlasın, sonunda sizi kendi epizodik yalnızlığına özenle hapsedebiliyor olması.

Grillet, ciddi anlamda Lacan sever bir yönetmen. Onu diğer Lacan sever yönetmenlerden -Benoit Jacquot, Bertrand Blier, Jean-Claude Brisseau, Godard, vs...- ayıran belki de en önemli özellik, sözü öteleyen ilksel öteki’nin 'bakış'ına ve onun yalın, arzuyu imleyen 'ses'ine verdiği önceliktir. Godard’da 'ses', Blier’de ise 'söz' şarkıya dönüşür. Oysa ses, yalnızca Grillet’de mutlak 'ses' unvanını kazanır! 

Derste miyiz? Hayır. Sizi tanıyor muyum? Hayır. O halde filmi daha fazla semboliğe içkin kılmanın bir anlamı yok! Rastlantısal olarak seçtiğim ve kafam iyi de olsa Türkçeye çevirebildiğimi sandığım bir sahneler bütününü paylaşıyorum. 

Bu akademik ıvır zıvırdan sıkılanlar için, son çözümlemede şöyle bir 'aptal eleştirmen' formülü yaratabilmek mümkün: Brecht meets Lacan meets Oy Farfara meets insan eti yemek sıhhiymiş meets a lonely French woman.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder