Uzun süredir ayağını duvara dayamış, kolların bağlı bana bakıyorsun. Üzerinde kısa kollu beyaz bir tişört ve kolunda, babanın terapini başarıyla sonlandırdığın için aldığı bozuk saat var. Saatin arkasına ıslak telle annemin doğum tarihi kazınmış. Yelkovanı ilk adet gördüğün zamanı, akrebi, babanla ettiğin ilk kavgayı gösteriyor. Kulaklarında arıların yuva yaptığı, uzak denizlerin süngerlerinden yapılmış portakal rengi kulaklık. Dokken dinliyorsun. Parçanın sonlarına doğru kulaklığın süngeri çürüyerek topuğu ezik bir babet dokusuna dönüşüyor. Önce burnumu kaşıyıp sonra elimdeki bir varil kanlı çimentoyu çevremde daire olmuş işçi sınıfının yardımıyla başından aşağı boşaltıyorum. Giderek hiç kıpırdamıyorsun, ayağın duvara dayalı, kolların bağlı bana bakıyorsun. Sadece kolundaki saatin sesi duyuluyor. Yelkovanı ilk aşkını, akrebi ilk seviştiğin yatağı gösteriyor. Güneşe bırakılmış ahşap eteğin, yanından geçen arabayla savrularak bembeyaz ayak bileğini çıkarıyor ortaya. Dudakların, yaşamına zorla sokulan trajik bir ayrılık sahnesiyle aralanıyor.
- Beni bırakma Tan!
İstiklal caddesinden aşağı doğru yürürken aldığınız her nefes, görüş alanınızdaki koca mekanı içinize doldurup düşlediğiniz kadınla birlikte dışarı çıkaran korsan bir vücut refleksidir.
- Bana gel kadın! Gösterip verme, vücudumuzda biriken kanla uyuyalım. Yarın nasılsa ölmüş olacağız.
Bacaklarını başkasının gözünden aralayan kadın, kendi hazzının perspektifini henüz vurulmuş bir tavşanın cinayet mahaline kaydırıyor. Türk kadınları giderek yok oluyor. Türk kadınları giderek çürüyor. Onların vücudundaki tüm eklenti paketleri ve paketlerin üzerine yazılan her söz, kendinden ileri bir tarihte silinerek yerini özenle boş bırakılmış oksitli bir levhaya bırakıyor. Dudakların, yaşamına zorla sokulan trajik bir ayrılık sahnesiyle aralanıyor.
- Beni bırakma Tan!
- Sen bir metaforsun ve her metafor gibi kendi dışında başka birşeyin temsilisin. Temsili olduğun imge, kendi aslını bulmak için İncil'i tersten okuyor.
- 'Murder of Christ'
- Bacaklarının arasına sıkıştır boğazımı. Her nefes almaya çalıştığımda, süt beyazı baldırlarını şişirerek gırtlağıma sar, yok et beni.
Kafamdaki müziğin ağırlığına uyumlu bir yürüyüşle karşıdan karşıya geçen kadın! Elinde tarih olmuş bir Amerikan sigara paketi, buruşmuş. Nikotin sarısı parmaklarında külsüz bir sigara. Attığı her adım, dünyanın ağırlık merkezini kendine doğru eğiyor. Sen Türk değilsin!
- Tan?
- Hımm...
- 80'lerin başarılı iş kadınları babet giyerdi. Hani gemiler su alır ya, öyle taşardı besili ayakları babetin dışından belediyenin kanalizasyon kapaklarına. Dik duran kadınları seviyorsun Tan; mandolin dersi alırken babalarını arzulayan prematüre burjuva kadınları seviyorsun. Oysa benim ayaklarım su alıyor, Türk kadınlarıyla birlikte çürüyor!
- Dokken dinle kadın! Tenis oynarken yaptığın her vuruşun jestiyle ağıt yak seni aldattığım kadınlar üzerine. Backhand: Anal seks. Forehand: Sanal seks.
- Tan?
- Hımm...
- Mavi minibüslerin vites ucundaki '8' numaralı bilardo topu, sağ göğüsümdeki trajik kistin yolculuk kipidir. Eğer bir gün kanser olursam bu Dokken'ın konserinde olacak. Beni ziyarete gelir misin?
- Uyu kadın!
- Sana gösterip vermeyeceğim. Vücudumuzda biriken kanla uyuyacağız ve yarın nasılsa ölmüş olacağız.
Örgü ören kadınlar vücutlarının ardına gizleniyor. İçlerinden biri, ağzındaki bilardo topuyla çuhanın üzerine bağlanmış bir akademisyene düzenli olarak elektrik veriyor. Bilardo çuhası, bacak bacak üstüne atmış Yunanlı olmayan antik bir kadının kanlı külotuna dönüşüyor. Külotun üzerindeki oksitlenmiş levhanın üzerinde Freud'ça şöyle yazıyor: 'Pike çekmek yasaktır'.
- Beni dinleyin kadınlar! Havuz kenarındaki sert plastikten yapılmış mazgallara ayakkabı topuklarınızın girmesini istemiyorsanız, kendi ayrılık kaygınızla törpüleyin onları.
Dünden kalmış sakızını gözlerindeki trajediyle birlikte çiğniyor. Yanaklarını sıkıştırıyorum kızın. Çaresiz, açıyor ağzını. Parmaklarımı boğazına kadar sokup çiğnediği sakızı alıyorum. Sakız, sevimli hayalet Casper'ın çarmıha gerilmiş günahlarına benziyor; kemiksiz, aseksüel ve beyaz... Önce burnumu kaşıyor, sonra sakızı çiğnemeye başlıyorum. Utangaç bir diklenmeyle bana bakıyor kız. 'Sakızımı geri ver' diye bağırmaya çalışıyor, çıkmıyor sesi. Elime geçirdiğim musluk anahtarını kafasına vuruyorum. Aniden donuyor yüzü. Sonra alın bölgesi, hızla verilmiş bir karar gibi şişiyor ve kararın tam ortasından devrim imgesini andıran pıhtısız bir kan akışı oluyor.
- Sünger kulaklığın çürümüş portakal rengi kokusu...
Klorlu havuz suyuyla vaftiz edilmiş ve adı 'Deniz' olan prematüre bir burjuva kadının sıcacık karnına uzandım. Deniz, suratına indirilen musluk anahtarıyla ülkede iktidara gelen kadınların kanlı öyküsünü okuyor. Ayağının ucundaki arkası ezik babet sallanarak ayak tabanına organize bir serinlik iletiyor. Deniz'in babetlerine bakarak ve kekeme bir haz imgesinin ritmik olmayan çağrısına uyarak, uzandığım dilenci şezlongunun üzerine boşalıyorum. Aniden okuduğu 'Yaklaşan Devrim Tarihi' kitabını elinden bırakan Deniz, çırılçıplak elleriyle mayomun kenarından sızan şoklanmış deniz anası kıvamlı spermimi avcunun içinde topluyor ve güneş sarısı yüzüne sürüyor. Sonra şöyle bağrıyor çim biçme makinesini çalıştırmakla uğraşan sonradan demokrat babasına:
- Yüzüme sürdüğüm kemiksiz tin, provitamin ve proletarya arasındaki kimyasal açığı kapayacak yakın geleceğin kendisidir. İşçi sınıfını yok ederek sınıfsız bir toplum yarattığını düşünen tüm post-kapitalist patronları yok edecek bir silah taşıyorum yüzümde! Bana bakan ölecek! Bana dokunan ölecek!
Uzaktan kumandalı çocuk refleksli çim biçme makinesinin altında can veriyor baba. Deniz, yüzündeki çocuklarımla birlikte Rosa Luxemburg'un mezarını ziyarete gidiyor. Deniz'in düşürdüğü kitabı alıyorum elime. Bir kadından söz ediyor kitap, yüzü musluk anahtarıyla kan içinde kalan bir kadından, külotunda kanlı çimento lekesi... O an Deniz'in yüzü geliyor aklıma ve aniden, kuzeyden rüzgar yiyerek ezilmiş bir babetin içinde uyanıyorum, kemiksiz, aseksüel ve beyaz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder