Hayalimdeki kadını bulmak için tuhaf bir biçimde metrobüse binmem gerektiğini düşünüyor ve Söğütlüçeşme istasyonuna gidiyorum. İstasyon bomboş. Bir süre sonra pembe bir metrobüs gelip tam önümde duruyor. Belediye tarafından yalnızca kadınlara tahsis edilmiş bu gösterişli araca ön kapısından biniyorum. Güneş gözlüğü takmış, ağzında algılayamadığım bir nesneyi dolaştıran türbanlı bir kadın kullanıyor arabayı. Bana evli olup olmadığımı soruyor. Ben de çantamdan babamın evlilik cüzdanını çıkarıp gösteriyorum. Kadın cüzdanı dikkatle inceledikten sonra ön kapıyı kapatarak gazlıyor. Vites kolu üzerindeki eli dikkatimi çekiyor kadının. Yüzük parmağı eksik. İç dikiz aynasından ona doğru baktığımda, ağzında dolaştırdığı nesnenin oldukça kalın bir altın yüzük olduğunu görüyorum. Dikizlenmekten rahatsız olan kadın, arkalara doğru ilerlemem gerektiğini söylüyor. Söyleneni yapıyorum. Kadınlar için tasarlanan metrobüs üç bölümden oluşmuş. Orta bölmeye yakın ilk kısımda sağlı ve sollu olmak üzere gebe müşteriler için dört jinekolog koltuğu tasarlanmış. Koltukların yan tarafındaki camların birinde rujla yazılmış 'siz doğurun biz bakarız' ibaresi dikkatimi çekiyor. Çocuk fontuyla yazılmış bu yazıyı ani bir öfkeyle silmeye çalışıyor ancak bir türlü başarılı olamıyorum. Her silişimde yazının fontu biraz daha büyüyor ve diğer pencereye kayıyor. Nefes nefese kaldığımı hissedip arkaya doğru yürümeye devam ediyorum. Metrobüsün bir sonraki bölümünde makyaj ve kuaför standları dikkatimi çekiyor. Onlarca makyaj ürünü, o bölümde ayna haline getirilmiş metrobüs camlarının önündeki makyaj masalarında sergilenmiş. Nereden geldiğini anlayamadığım mide bulandırıcı bir parfüm kokusunun etkisiyle hızla o bölmeyi de geçip nihayet aracın arka kısmına ulaşabiliyorum. Burada oldukça ilginç diyazn edilmiş bir makine çarpıyor gözüme. Kadının göbek bölgesinden kasık bölgesine kadar olan bölgesi kopya edilerek tasarlanmış olan bu demir döküm makinenin üzerinde 'Regl Cihazı - 1865' yazıyor. Tarihin, İngiltere kadın hareketinin başlangıcı olduğundan hareketle cihazın İngiliz malı olabileceğini düşünüyorum. Suni kan üreterek regl olabilen bu makinenin ne amaçla metrobüste kullanıldığını anlayamıyorum. O sırada ani frenle birlikte yerde duran ve içi kadın çorabı dolu bir kutunun üzerine düşüyorum. Rengarenk çorapların içinden güçlükle doğrulabiliyorum. Tam şoförü azarlamaya hazırlanırken pencereden dışarı bakıyor ve metrobüs güzergahının bir hayli değişmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Beşiktaş vapur iskelesinin tam yanında olduğumuzu ve tuhaf bir biçimde Kremlin Sarayı'nın da iskelenin karşısında olduğunu görüyorum. O an metrobüsün tüm kapıları açılıyor ve aşağı iniyorum. Kremlin'i şimdiye dek ziyaret etmediğim düşüncesiyle merdivenlerden yukarı doğru çıkıyorum. Önüme çıkan koridorda biraz ilerledikten sonra sağa doğru dönüyorum ve karşıma kocaman bir kapı çıkıyor. Kapının üzerinde büyük harflerle 'Falcı' yazıyor. O an, hayalimdeki kadını nerede bulabileceğime dair müthiş bir umut kaplıyor içimi. Falcıdan yardım almak için kapıyı çalıp içeri giriyorum. Askeri üniforma giyinmiş ancak rütbeleri sökük, saçı başı dağınık bir kadın çıkıyor karşıma. Önündeki masada, Cumhuriyet gazetesinin üzerinde duran camdan yapılmış bir küre var. Kürenin yanında ise yarısı yenmiş bir lahmacun duruyor. Kadın, oldukça donuk ve erkeksi bir ses tonuyla masanın önündeki sandalyeye oturmamı söylüyor. Önemli bir emir almışçasına hızla dediğini yapıyorum kadının. Birkaç kez burnunu çektikten ve gırtlağını temizledikten sonra masadaki küreyi eline alıyor kadın. Gözlerinin rengi maviye, odaya vuran güneş ışığının rengi ise kırmızıya dönüyor. Hızla uzuyor tırnakları kadının. Heyecanım daha da artıyor. Küresinden gözlerini alan kadın, mastürbasyon yaparken en çok kimi düşündüğümü soruyor. Hiç tereddüt etmeden Leonid Brezhnev döneminde görev yapan Sovyet milli savunma bakanının kızını düşündüğümü söylüyorum. O sırada kürenin kuzey-doğusunda büyükçe bir alan kızıl renkte parlamaya başlıyor. Odaya dizili hoparlörlerden Hannes Wader'in yorumladığı 'Die Einheitsfront' şarkısı yankılanıyor. Falcının gözleri doluyor. Elindeki küreyi Cumhuriyet gazetesinin üzerinden alıp tıpkı bir bebek kafasıymışçasına göğüslerine yaklaştırıyor ve onu şefkatle öpmeye başlıyor. Kürenin kızıl kızıl parlayan alanını işaret parmağıyla 'incitmeden' okşamaya başlıyor. Şarkının özellikle 'Drum links, zwei, drei! Drum links, zwei, drei! bölümünü söyleyerek kolları arasına yerleştirdiği küreyle müthiş bir empati kuruyor. Kadının küreyi okşamasıyla birlikte şarkının sesi giderek yükseliyor. Falcı, gözyaşlarına hakim olamayıp sessizce ağlamaya başlıyor. Küreyi yavaşça yerine bırakıp kollarından taşan üniformasıyla gözyaşlarını siliyor. Sonra da çalmakta olan şarkının bestelenmiş en güzel çocuk şarkısı olduğunu, hayalimdeki kadını da şarkının içinde aramam gerektiğini söylüyor. Bu olağanüstü yorum sonrasında kadına sarılmamak için kendimi zor tutuyorum. Ona gidecek yerim olmadığını, bana o kadını bulmam için yardım etmesi gerektiğini söylüyorum. Küre yeniden ilk rengini alıyor. Odanın içine düşen ışık, kırmızıdan sarıya dönüyor ve müzik de giderek yerini sessizliğe bırakıyor. Falcı kadın, odanın pencerelerinden birine doğru yavaş adımlarla ilerliyor ve derin bir nefes alarak 'Cluj-Napoca'ya gitmelisin' diyor. O an gözlerimi kapatıp bu mucizevi yanıt için her şeyimi verebileceğimi hissediyorum. Ayağa kalkıyor ve kadına arkasından sarılıyorum. Üniforması koyun işkembesi gibi kokuyor. Hiç tereddüt etmeden üniformasının altından sağ elimi sokuyor ve göğüslerine doğru kaydırıyorum. Ancak yüzünü göremediğim için tepkisini ölçemiyorum. Bir süre sonra kadının küçük ve sıcak göğüsleri aniden soğumaya başlıyor. Onu kaygılandırmayacak yavaşlıkta elimi geri çekiyorum. Tuhaf bir biçimde kiremit kırmızısına benzer bir rengin elime bulaşmış olduğunu görüyorum. O sırada yüzünü bana dönüyor kadın ve bir an önce odayı terk etmem gerektiğini söylüyor. Ayrıca Cluj-Napoca'ya gitmek için Kremlin Sarayı'nın yanındaki araba kiralama servislerinden yararlanabileceğimi dile getiriyor. Ona son bir kez daha teşekkür edip geldiğim koridoru takip ederek saraydan ayrılıyorum. Ancak birkaç adım atmışken kadının tarif ettiği yerde hiçbir kiralık araba servisi göremiyorum. O sırada cep telefonum çalıyor, annem arıyor. Ona meşgul olduğumu, hayatımın kadınını bulmak için Cluj-Napoca'ya gitmem gerektiğini, belki bir daha hiç dönmeyeceğimi söylüyorum. O da üstümü sıkı sıkı giyinmemi, Altıparmak Caddesi'nin bu mevsimde oldukça soğuk olacağını ve birlikte olmadan önce hayatımın kadınını mutlaka sigortalamam gerektiğini söylüyor. Telefonu kapatıyorum ve Beşiktaş iskelesine doğru yürüyorum. Vapur gişesindeki adama 'Cluj-Napoca' otobüslerinin nereden kalktığını soruyorum. Adam yüzüme bile bakmadan eliyle dışarıyı işaret ediyor. Dikkatle baktığımda adamın sağ elinde altı parmak olduğunu görüyorum. Yüzük parmağında ise metrobüsteki kadının ağzında dolaştırdığı yüzüğün aynısı var. Adamın gösterdiği yere doğru gidiyorum. 1980'li yılların Bursa belediye otobüslerinden biri iskelenin yanına park etmiş, yan tarafında büyük harflerle 'Cluj-Napoca' yazıyor. Tereddüt etmeden otobüse biniyorum ve metrobüsü kullanan kadının bu otobüsün de şoförü olduğunu görüyorum. Selam vermeksizin arkaya doğru ilerliyorum. Otobüsün tüm koltukları, sarı saçlı, mavi gözlü ve ilkokul düzeyindeki çocuklar tarafından doldurulmuş. En arkada tek bir yer buluyor ve oraya oturuyorum. Otobüsün kapıları kapanıyor ve aniden gece çöküyor. Öyle ki tek bir ışık dalgası bile kalmıyor etrafta. Her yer tıpkı bir karanlık oda gibi simsiyah oluyor. O anda otobüsteki çocuklar, hep bir ağızdan 'Die Einheitsfront' şarkısını söylemeye başlıyor. Ses giderek büyüyor ve kısa sürede kulakları tırmalayacak seviyeye yükseliyor. Şarkıyla birlikte istemsiz bir biçimde ağlamaya başlıyor ve gecenin içinde kayboluyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder