31 Ağustos 2012 Cuma

Atmosfer, Cinselliğin Ölümüdür

Lee Miller

Lee Miller... Çıplak ellerimle dokunduğum çocukluk, tezini gizleyen slogan! Gel ve sevdiğim müziklerin dolduğu yere dol! Ebediyete tırmanışın yasaklandığı kedi merdiveni bakışlarını sür, sürün elime. Saçlarının kokusuyla paslı bir obtüratör gibi kasılan zihnimi bağışla bana...

Lee Miller... Deniz kıyısında terk edilmiş düşünce, yaşanmamış anıları besleyen sezgisel kurmaca! Duruşuna koyduğun bombayı patlat, dağılsın kemiğindeki ilahi sır tüm evrene... 

Lee Miller... Kendi kendinin annesi. 

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Kişi Başına Düşen Gayri Safi Milli Hasıla

Bakan ve bakılan arasındaki manevi mesafenin, arzunun birim değerine bölünmesi ile hesaplanmıştır.

19 Ağustos 2012 Pazar

Duyuru: Dr. Wilhelm Reich Kadın Arıyor!


22 Aralık 2010 günü, yaklaşık 9 saat süren teorik bir psikanaliz çalışmasını takiben, masamın karşısında aniden belirmiş olan sevgili Dr. Wilhelm Reich'ın hayaletiyle yaptığım söyleşiden alınmıştır.   

- Dr. Reich! Öldüğünüzü sanıyordum.
- Görüntülerin aksine görünümler aldatıcıdır Tan.
- İnanın uzun zamandır böyle çağrılmamıştım.
- Adınız Tan değil mi?
- Evet efendim.
- Öyleyse?
- Jung’un ‘Die Verschiedenen Aspekte Der Wiedergeburten’ makalesini okuduğumdan bu yana aslında ruhumun André Breton’dan...
- Kaç yaşındasınız Tan?
- Aralığın son gününde 40 olacağım.
- Yaşınız bu söylediklerinize inanmak için oldukça büyük sayılmaz mı?
- Ama aynı makale ‘Über Wiedergeburt’ adıyla genişletildiğinde anladım ki...
- Eğer Jung’tan söz etmeye devam edecekseniz bu saçmalığa harcayacak daha fazla zamanım olmadığını itiraf edeceğim! 
- Afedersiniz Dr.Reich.
- Yıllarca Jung gibi gizemci şarlatanların aslında ne mal olduklarını ortaya çıkarmak için savaştım. Sadık bir okurum olarak kitaplarımdan hiçbir şey anlamamış olduğunuzu görmek doğrusu acı verici.
- Sizi üzmek niyetinde değildim.
- ‘Ether, God And Devil - Cosmic Superimposition' kitabımı açıp bir kez daha okursanız ‘Jung’ diye bir şey olmadığını görürsünüz.
- En son okuduğum kitabınızdır, 96 yılında! Kitabı kız arkadaşımın kütüphanesinden çalmıştım.
- Fark etmemesi ilginç.
- Başta ben de öyle sanmıştım ama ertesi gün yaşadığım eve geldi. Her zaman olduğu gibi üzerinde derin yırtmaçlı uzun bir etek ve anneannesinden kalma topuklu ayakkabıları vardı. Yatağa uzanmamı söyledi. Ani bir refleksle oyuncakçıdan aldığı kelepçelerle bileklerimi yatağın demirine tutturdu. Sonra da tanrıçalara özgü bir soğukkanlı tavırla Berlioz’un Symphonie Fantastique albümünü çalmaya başladı. Ne zaman bu kaseti dinlesek... 
- Uzatmayın da sonuç olarak kitabın kimin kütüphanesinde kaldığını söyleyin, sizin mi onun mu? 
- Yazık ki babamın, Dr. Reich. 
- Babanız kütüphanesini annenizle ortak olarak mı kullanıyor?
- Annemin mutfağını babamla ortak olarak kullandığı kadar. 
- Muhtemelen babanızın bu ortaklıktan haberi yok. 
- Annemin de öyle olmalı. 
- Geçelim bu aile dramasını. 
- Geçelim doktor... Biliyor musunuz, sürrealizm hakkında ne düşündüğünüzü hep merak etmişimdir.
- Sanatçılar üzerine düşündüklerimi Character Analysis’in son cildine eklenen baskıda okumuş olmalısın.
- Evet, okudum elbette! Sanatçılara ismini hiç duymadığım hastalıklar bahşetmiştiniz.
- Muhtemelen çevirmen ile ilgili bir sorundur. Ancak sanatçılar konusunda Freud kadar esnek olamadığımı biliyorum. 
- Fakat yine de mezarınızda çalması gereken şarkıyı ölmeden önce seçecek kadar da duyarlıydınız sanat konusunda. Ayrıca akordeon virtüözü olduğunuzu duymuştum.
- Benimle ilgili bir magazin bülteni çıkarmıyorlardır umarım!
- Hayır Dr. Reich, bu bilgiyi Makavejev’in ‘W.R: Mysteries of the Organism’ filminden edindim. Çocukken kısraklara mastürbasyon yaptığınız ve dadınızla daha dört yaşındayken hipotetik bir cinsel ilişki kurduğunuz bilgilerini de tabi.
- Kısraklar mı, bu saçmalık da neyin nesi?
- Cinsellik konusunda sağlıklı bir çocukluk geçirdiğinize ithafen Reichian anarşistlerin tuttuğu anekdotlar.
- Hepsi palavra! Ne kısraklara mastürbasyon yaptım ne de dadımla yattım! Tüm bu saçmalıklara inanmış olduğunuzu göstermekle kitaplarıma büyük bir saygısızlık ettiğinizi belirtmeliyim, özellikle de 'Die Funktion des Orgasmus'a!
- O kitabı yedi kadınla birlikte ve tam altı kez okudum doktor! Hangi kadının fallustan kaçtığını şimdi hatırlayamıyorum ama ‘Orgazm Refleksi’ kuramınızı yanlış anlamadığıma eminim. Hatta korku sineması ile ilgili yazdığım saçmasapan bir kitapta size gönderme yaparak...
- Daha fazla dinlemek istemiyorum!
- Ama kadınlar dinlemişti Bay Reich. Lütfen kitabımdan bir bölümü size de okumama izin verin.
- Dinlemek istemediğimi söyledim.
- Nasıl isterseniz doktor.
- Bu arada az önce sürrealizm dediniz. Doğrusunu isterseniz pek fazla sürrealist tanıdığımı söyleyemem. André Breton’un adını birkaç kez duymakla birlikte hiç kitabını okumadım. Aslına bakarsanız pek de merak etmiyorum. Sonradan hatanın ve tehlikenin farkına varsam da hayatının büyük çoğunluğunu Sovyet ideolojisinin hayranlığıyla geçirmiş benim gibi birinin Fransız marjinallerle işi olmayacağı açık.
- 'The Mass Psychology of Fascism' kitabının, o dönemlerde yaşadığınız ideoloji kaynaklı içsel çatışmaların ürünü olduğu kesin.
- Boyunuzdan büyük laflar ediyorsunuz André!
- İnanın uzun zamandır böyle çağrılmamıştım.
- Adınız André değil mi?
- Evet efendim.
- Öyleyse?
- Bağışlayın doktor ama ne zamandır blogumu okuduğunuzu merak ediyorum.
- Geçen Ağustos ayından beri.
- Peki şimdiye kadar niçin hiç yorum yazmadığınızı sorabilir miyim?
- Çünkü blogunuz bilimsel bilgi üretmekten çok kadınları tuzağa düşürmek adına düzenlenmiş düzeyiz bir parti programına benziyor.
- İnanın doktor şimdiye kadar hiçbir blog okuruyla birlikte olmadım! İnanmıyorsanız bayan G’ye sorun.
- Bana terapiye gelen kadınlar öyle söylemiyor ama! Özellikle de terapiye sizin yüzünüzden gelenler.
- Bu kadar kötü olamaz doktor!
- Evet André, bu kadar kötü. Emin olun onların ruhlarında açtığınız yaraları kapatmak hiç de kolay olmuyor.
- Sizi uğraştırdığım için üzgünüm.
- Fışkırma gücünün bedensel boşalma refleksiyle bitkisel ya da ahlaki bir bağlantısı olmadığını biliyor olmalısınız.
- Elbette biliyorum doktor.
- O halde kadınların üzerine fışkırırken hedef alanınızı ve ahlak coğrafyanızı belirleyin de fışkırın. Aksi taktirde kirlettiğiniz yüzleri temizlemek için koca bir yüzyıl geçmesi gerekecek!
- Çalışırım Dr. Reich.
- Ayrıca bayan D. ile uğraşmaktan da vazgeçin.
- Yoksa o da mı terapiye geliyor?
- Henüz değil ama elimdeki liste yeni bir vakaya yer açamayacak kadar dolu.
- Ne garip, eskiden sexpol örgütlerine bağlı sağlık ocaklarında cinsel sorunlar yaşayan emekçi sınıf için ücretsiz yardımda bulunurken şimdi blogtaki kadınlar için yapıyorsunuz aynı şeyi.
- Para almadığımı da kim söyledi? Ayrıca dudağınızın sağ kenarında bunun sizi onurlandırdığına dair bir gülücük yakaladığımı söylesem?
- Hayır doktor, bunu bana yapamazsınız! Hayatım boyunca coşkusal vebadan uzak durdum. Hiçbir zaman kadınlarla sırf birlikte olmak için olmadım! Ne olur bu gülücüğü yakalamadığınızı söyleyin.
- Üzgünüm André ve korkarım o gülücük, sizin sahte paniksel çırpınışınızda bile aynı köşede adi bir Jung kılıcı gibi parlıyor.
- O gülüşü kazımanız için ne isterseniz yaparım doktor, yalvarırım beni yalnız bırakmayın!
- O halde Bayan D'den uzak dur!
- Nasıl isterseniz.
- Ayrıca Bayan M. ile görüşmeni yasaklıyorum. Aksi taktirde kızcağızın adet düzeni İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’na dönecek.
- Bundan beni sorumlu tuttuğunuza inanamıyorum.
- Rica ederim söylediklerimi yapın! 
- Peki doktor. 
- Şimdi zor olmayacaksa sizden bir istirhamım olacak.
- Emredin!
- Öncelikle şu köle-efendi diyalektiğini kölenin leyhine bozan hitap şeklinizden vazgeçin! ‘People In Trouble’ kitabında mitleştirilmiş bir düşüncenin ya da kişinin, sofuluğun tuzağına düşmesindeki kaçınılmazlıktan bahsetmiştim. Şimdi böyle konuşarak siz de beni kendi bağnazlığınızın tuzağına düşürüyorsunuz.
- İyi ama doktor sizinle arkadaşmış gibi konuşamam ya.
- En azından şu hiyerarşik hitap düzenine bir son verin. Seslenişinizde biraz daha eşitlikçi olun lütfen.
- Peki doktor.
- Diyeceğim şu, uzun zamandır bir kadınla birlikte olmuyorum, yani acunsal ortaklık anlamında! Düşünüyorum da eğer blogtan tanıdığınız biri varsa sadece bir geceliğine ayarlar mısınız bana? Ama sakın bunu pezevenklik ya da dirimsel bir hayır işi gibi görmeyin. Ben sadece prostat kanserimi yarım yüzyıl kadar geciktirmek istiyorum o kadar.
- Peki bunu kadının da bilmesi gerekiyor mu doktor?
- Ne demek bilmesi gerekiyor mu? Kadını Jung’a değil bana ayarlayacaksın. Telepatik olarak düzüşemem ya!
- Afedersiniz doktor ama bu arzunuzu bloga bir ilan olarak verseniz diyordum.
- Tabi ya, koskoca Reich bloga ortaklaşmacı bir cinsel seans için ilan veriyor! Saçmalamayın lütfen, bulamam deyin, gelecek Ağustos ayına kadar bekleyeyim ama böylesi öneriler sunup da benim kişilik zırhımı örgütlemeyin!
- Peki Bay Reich, bulmaya çalışacağım. Dönüşümceli histerik mi, klitoris takıntılı mı yoksa zorlanımlı kişilik yapısında bir kadın karakter mi tercih edersiniz?
- İşte şimdi tam bir pezevenk gibi konuştunuz. Bravo size! Kitaplarımı hangi uzaylı dilinize çevirdi bilemiyorum ama bana hastalıklı karakterleri layık gördüğünüz gün gibi ortada! 
- Sizin gibi yıkılmaz bir baba figürünün arzu evrenine giremeyişimi mazur görün lütfen. Bir an nasıl bir kadın istediğinizden emin olamadım. 
- Gayet basit. 1.70’in üzerinde, 60 kilo civarında, kitaplarımın bir kısmını okusa da adımı hiç duymamış, babasının koleksiyonundan aşırdığı keman teliyle kötü geçen çocukluğunu boğmaya çalışan ve aile bağlarını koparma kararı almış 18 yaşından büyük olmayan bir kız bulabilirseniz eğer... 
- 18 mi dediniz?
- Daha da inebilirim. 
- Buna eminim. 
- Geçin dalganızı bakalım. Nasıl olsa sürreal püriten ahlakınız birkaç yıla kadar prostatınızda olmadık bir büyümeyle karşılaşmanız sonucunu doğuracaktır. O zaman sakın bana gelip de prostatınızdaki gülücüğü silmemi istemeyin. Şu pipoyu da biraz azaltın lütfen. Gırtlağınız T basili sinyali vermeye başlamış şimdiden.
- Çalışırım doktor.

Reich'ın hayaleti, kim tarafından armağan edildiğini hatırlamadığım CD çaların aniden yükselen sesiyle ortadan kayboldu. Berlioz’un Symphonie Fantastique eseri, odanın her noktasını görkemli bir iştahla doldurdu. Şarkının notalarını koridorda giderek yükselen bir topuklu ayakkabı sesinin takip ettiğini anlamakta gecikmedim. Yeni bir hayaletin belirmesi an meselesiydi. 

15 Ağustos 2012 Çarşamba

Kemiksiz, Aseksüel ve Beyaz

Uzun süredir ayağını duvara dayamış, kolların bağlı bana bakıyorsun. Üzerinde kısa kollu beyaz bir tişört ve kolunda, babanın terapini başarıyla sonlandırdığın için aldığı bozuk saat var. Saatin arkasına ıslak telle annemin doğum tarihi kazınmış. Yelkovanı ilk adet gördüğün zamanı, akrebi, babanla ettiğin ilk kavgayı gösteriyor. Kulaklarında arıların yuva yaptığı, uzak denizlerin süngerlerinden yapılmış portakal rengi kulaklık. Dokken dinliyorsun. Parçanın sonlarına doğru kulaklığın süngeri çürüyerek topuğu ezik bir babet dokusuna dönüşüyor. Önce burnumu kaşıyıp sonra elimdeki bir varil kanlı çimentoyu çevremde daire olmuş işçi sınıfının yardımıyla başından aşağı boşaltıyorum. Giderek hiç kıpırdamıyorsun, ayağın duvara dayalı, kolların bağlı bana bakıyorsun. Sadece kolundaki saatin sesi duyuluyor. Yelkovanı ilk aşkını, akrebi ilk seviştiğin yatağı gösteriyor. Güneşe bırakılmış ahşap eteğin, yanından geçen arabayla savrularak bembeyaz ayak bileğini çıkarıyor ortaya. Dudakların, yaşamına zorla sokulan trajik bir ayrılık sahnesiyle aralanıyor.

- Beni bırakma Tan!

İstiklal caddesinden aşağı doğru yürürken aldığınız her nefes, görüş alanınızdaki koca mekanı içinize doldurup düşlediğiniz kadınla birlikte dışarı çıkaran korsan bir vücut refleksidir.

- Bana gel kadın!  Gösterip verme, vücudumuzda biriken kanla uyuyalım. Yarın nasılsa ölmüş olacağız.

Bacaklarını başkasının gözünden aralayan kadın, kendi hazzının perspektifini henüz vurulmuş bir tavşanın cinayet mahaline kaydırıyor. Türk kadınları giderek yok oluyor. Türk kadınları giderek çürüyor. Onların vücudundaki tüm eklenti paketleri ve paketlerin üzerine yazılan her söz, kendinden ileri bir tarihte silinerek yerini özenle boş bırakılmış oksitli bir levhaya bırakıyor. Dudakların, yaşamına zorla sokulan trajik bir ayrılık sahnesiyle aralanıyor.

- Beni bırakma Tan!

- Sen bir metaforsun ve her metafor gibi kendi dışında başka birşeyin temsilisin. Temsili olduğun imge, kendi aslını bulmak için İncil'i tersten okuyor.

- 'Murder of Christ'

- Bacaklarının arasına sıkıştır boğazımı. Her nefes almaya çalıştığımda, süt beyazı baldırlarını şişirerek gırtlağıma sar, yok et beni.

Kafamdaki müziğin ağırlığına uyumlu bir yürüyüşle karşıdan karşıya geçen kadın! Elinde tarih olmuş bir Amerikan sigara paketi, buruşmuş. Nikotin sarısı parmaklarında külsüz bir sigara. Attığı her adım, dünyanın ağırlık merkezini kendine doğru eğiyor. Sen Türk değilsin!

- Tan?

- Hımm...

- 80'lerin başarılı iş kadınları babet giyerdi. Hani gemiler su alır ya, öyle taşardı besili ayakları babetin dışından belediyenin kanalizasyon kapaklarına. Dik duran kadınları seviyorsun Tan; mandolin dersi alırken babalarını arzulayan prematüre burjuva kadınları seviyorsun. Oysa benim ayaklarım su alıyor, Türk kadınlarıyla birlikte çürüyor!

- Dokken dinle kadın! Tenis oynarken yaptığın her vuruşun jestiyle ağıt yak seni aldattığım kadınlar üzerine. Backhand: Anal seks. Forehand: Sanal seks.

- Tan?

- Hımm...

- Mavi minibüslerin vites ucundaki '8' numaralı bilardo topu, sağ göğüsümdeki trajik kistin yolculuk kipidir. Eğer bir gün kanser olursam bu Dokken'ın konserinde olacak. Beni ziyarete gelir misin?

- Uyu kadın!

- Sana gösterip vermeyeceğim. Vücudumuzda biriken kanla uyuyacağız ve yarın nasılsa ölmüş olacağız.

Örgü ören kadınlar vücutlarının ardına gizleniyor. İçlerinden biri, ağzındaki bilardo topuyla çuhanın üzerine bağlanmış bir akademisyene düzenli olarak elektrik veriyor. Bilardo çuhası, bacak bacak üstüne atmış Yunanlı olmayan antik bir kadının kanlı külotuna dönüşüyor. Külotun üzerindeki oksitlenmiş levhanın üzerinde Freud'ça şöyle yazıyor: 'Pike çekmek yasaktır'.

- Beni dinleyin kadınlar! Havuz kenarındaki sert plastikten yapılmış mazgallara ayakkabı topuklarınızın girmesini istemiyorsanız, kendi ayrılık kaygınızla törpüleyin onları.

Dünden kalmış sakızını gözlerindeki trajediyle birlikte çiğniyor. Yanaklarını sıkıştırıyorum kızın. Çaresiz, açıyor ağzını. Parmaklarımı boğazına kadar sokup çiğnediği sakızı alıyorum. Sakız, sevimli hayalet Casper'ın çarmıha gerilmiş günahlarına benziyor; kemiksiz, aseksüel ve beyaz... Önce burnumu kaşıyor, sonra sakızı çiğnemeye başlıyorum. Utangaç bir diklenmeyle bana bakıyor kız. 'Sakızımı geri ver' diye bağırmaya çalışıyor, çıkmıyor sesi. Elime geçirdiğim musluk anahtarını kafasına vuruyorum. Aniden donuyor yüzü. Sonra alın bölgesi, hızla verilmiş bir karar gibi şişiyor ve kararın tam ortasından devrim imgesini andıran pıhtısız bir kan akışı oluyor.

- Sünger kulaklığın çürümüş portakal rengi kokusu...

Klorlu havuz suyuyla vaftiz edilmiş ve adı 'Deniz' olan prematüre bir burjuva kadının sıcacık karnına uzandım. Deniz, suratına indirilen musluk anahtarıyla ülkede iktidara gelen kadınların kanlı öyküsünü okuyor. Ayağının ucundaki arkası ezik babet sallanarak ayak tabanına organize bir serinlik iletiyor. Deniz'in babetlerine bakarak ve kekeme bir haz imgesinin ritmik olmayan çağrısına uyarak, uzandığım dilenci şezlongunun üzerine boşalıyorum. Aniden okuduğu 'Yaklaşan Devrim Tarihi' kitabını elinden bırakan Deniz, çırılçıplak elleriyle mayomun kenarından sızan şoklanmış deniz anası kıvamlı spermimi avcunun içinde topluyor ve güneş sarısı yüzüne sürüyor. Sonra şöyle bağrıyor çim biçme makinesini çalıştırmakla uğraşan sonradan demokrat babasına:

- Yüzüme sürdüğüm kemiksiz tin, provitamin ve proletarya arasındaki kimyasal açığı kapayacak yakın geleceğin kendisidir. İşçi sınıfını yok ederek sınıfsız bir toplum yarattığını düşünen tüm post-kapitalist patronları yok edecek bir silah taşıyorum yüzümde! Bana bakan ölecek! Bana dokunan ölecek!

Uzaktan kumandalı çocuk refleksli çim biçme makinesinin altında can veriyor baba. Deniz, yüzündeki çocuklarımla birlikte Rosa Luxemburg'un mezarını ziyarete gidiyor. Deniz'in düşürdüğü kitabı alıyorum elime. Bir kadından söz ediyor kitap, yüzü musluk anahtarıyla kan içinde kalan bir kadından, külotunda kanlı çimento lekesi... O an Deniz'in yüzü geliyor aklıma ve aniden, kuzeyden rüzgar yiyerek ezilmiş bir babetin içinde uyanıyorum, kemiksiz, aseksüel ve beyaz...

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Kara Mizahi Filmler Antolojisi

André Breton’un 1940 yılında Paris’te basılan ‘Kara Mizah Antolojisi’ yapıtı, ‘kara mizah’ kavramına adını ve ilk anlamını vermekle kalmayıp aynı zamanda Freud’un bilinçdışı ile kuramsal bağlantısını kurduğu ‘mizah’ anlayışını da sınırlı ve işlevsel bir tanıma indirgedi. 45 yazarın yapıtlarından yola çıkarak ‘kara mizah’ anlayışını sürrealizm çizgisinde kuramsallaştıran kitap, bilinçdışı mizahi malzemeye nesnel siyaseten devrimci bir sıfat yükleyerek onu anlamca hayli yüklü bir politik silaha dönüştürdü. Isidore Ducasse’dan Alfred Jarry’ye, Arthur Cravan’dan Leonora Carrington’a uzanan farklı edebi anlayışları aynı kavram altında toplayan Breton, böylelikle bilinçdışı kaynaklı bu sarsıcı mizah tarzını evrensel kullanıma açmış oldu. Peki, çoğunlukla edebi yapıtlardan yola çıkılarak hazırlanmış olan antoloji, eğer sinema üzerinden ve günümüzde kurgulanmış olsaydı, listeye hangi filmleri dahil etmek gerekecekti?

1) Songs From The Second Floor, 2000 - Roy Andersson
Filmi kara mizahi kılan, yaşama dair rutin ayrıntıların beklenmedik biçimde bir araya gelerek gündelik hayatın sıradan bütünlüğünü işgal etmesi ve şiirsel bir kaos yaratmasıyla doğrudan ilgilidir. Kendiliğinden gerçekleşen bu mucizevi devrimi meşru kılan, nesnel gerçeklik dokusunu çatlatarak yaşamsal olanı gündüz düşüne dönüştüren paralel gerçekliğin kendisidir.
2) Animalada, 2001 - Sergio Bizzio
Filmi kara mizahi kılan, dürtüsel olanın yerleşik hedefinden saparak ele geçirdiği özneyi haz ilkesinin ötesine taşımasıdır. Alberto’nun ruhunda yaşanan bu arzu patlaması, aynı zamanda onun kişiliğini ve simgesel konumunu belirleyen ‘feodal’ sözcüğünü, bedenine yazılı çok daha travmatik bir sözcükle yer değiştirir: Fanny!
3) Kitchen Stories, 2003 - Bent Hamer
Filmi kara mizahi kılan, oral işlevlerin trafiğini dar bir mekanda ve kurumsal olarak denetleyen bir gözlemci ile gözlenen kişi arasında yaşanan yabancılaşma pratiğidir. Mutfak içinde gerçekleştirilen tüm eylemlerin gözlemci tarafından istatistiki bir veri olarak kayıt edilmesiyle başlayan bu süreç, bakan ve bakılan arasındaki konumun giderek yer değiştirmesiyle kara mizahın anlamını güçlendirir.
4) Upir Z Feratu, 1982 - Juraj Herz
Filmi kara mizahi kılan, gaz pedalı yardımıyla sürücülerin kanını çekerek beslenerek ve onların ölümüne neden olan Ferat marka yabancı sermaye ürünü bir arabanın nesne libidosunu canlandırmadaki kusursuz işlevidir. Libidonun bu mekanik dönüşümü, aynı zamanda kara mizahın politik düsturunu metaforlar yardımıyla katmanlaştırır.
5) La Grande Bouffe, 1973 - Marco Ferreri 
Filmi kara mizahi kılan, dürtünün kendini katederek bir artık dürtüye, arzunun kendini katederek bir artık arzuya ve öznenin kendini katederek bir artık özneye, yani ölünün kendisine dönüşmesindeki libidinal iştahtır.
6) El Angel Exterminador, 1962 - Luis Bunuel
Filmi kara mizahi kılan, yanıtı bilinen soruların, doyurulması mümkün olmayan hipotetik bir arzuya endekslenmesi sonucu yerleşik ahlakın ortadan kalkması ve oryantasyon bozukluğu yaşayan sosyal bir sınıfın ortaya çıkmasıyla doğrudan ilgilidir. Karar ve eylem arasında yaşanan kısa devre, rasyonel düşünme refleksini bozguna uğratır ve doğrusal zaman algısının yitirildiği travmatik bir mekan duyumu yaratır.
7) Drifting Clouds, 1996 - Aki Kaurismaki
Filmi kara mizahi kılan, karakterlerin taşıdığı suskunluğun, sözde rasyonel bir kurgu tarafından çevrelenen nesnel yaşamın gizlerinde kalmış akıldışı süreçleri ortaya çıkarmasındaki absürd sabırdır. Diyalogun kendini gizleyerek insanı nesneye, hayatı ise terapisti olmayan bir seansa dönüştürmesi, suskunluk içindeki anlamın kendini ele vermesi için en yetkin koşuldur.
8) Dellamorte Dellamore, 1994 - Michele Soavi
Filmi kara mizahi kılan, ölümsüzlük arzusunun simgesel gerçeklik üzerinde açtığı bedensel çukurdur. Kadına ait olan bu beden, Francesco’nun duyduğu aşkla giderek travmatik bir boşluğa, bir yarık-mekana ve iki ölüm arasında kalmış bir arzu enkazına dönüşür. Tüm bu cehennemi sürece kara mizahi özelliğini kazandıran ise bastırılanın geri dönüşünde ortaya çıkan ironik kısa devredir.
9) The Death of Stalinism in Bohemia, 1991 - Jan Svankmajer
Filmi kara mizahi kılan, cinsel siyaset aracılığıyla yaratılan irrasyonel tarih kurgusunun, doğrusal tarih bilincini, bilinçdışı bir hakikat düzleminde çarpıtmasıyla ilgilidir. Bilinçdışını bir slogan gibi yapılandıran ve ajit propogandist söylemine rağmen kara mizahı tüm detaylarıyla işlevsel kılan film, öznenin iktidarını parçalayarak, onu, animistik olarak kendini var eden nesnenin eline verir.
10) Vive L’Amour, 1994 - Ming-liang Tsai
Filmi kara mizahi kılan, rastlantısal karşılaşmaların melankolik şehir yaşamını özneler üzerinden tersine çevirebilme gücüdür. Rutin olanın içinde taşıdığı potansiyel kışkırtıcı imge, standart detaylarda terk edilmiş diğer imgeleri baştan çıkararak yaşamı farklı bir gerçeklik boyutunda yeniden inşa eder. Böylelikle sıkıntı, ancak kendi detaylarına ufalandığında ortadan kalkar.
TAN TOLGA DEMİRCİ - PSİKEART DERGİSİ / TEMMUZ-AĞUSTOS SAYISI

11 Ağustos 2012 Cumartesi

Vysotsky ve Tactile Deney

Deney No - 138
Deney Adı - Tactile Art
Denek Adı - Vladimir Vysotsky

Renk: Bayrak ölüsü.
Koku: EKT odası.
Dokunsal: Sırılsıklam kazakla sinema salonunda uyuyakalmak.
İşitsel: Pazar arabasıyla cam kırıkları üzerinden geçmek.
Tat: Emekli hostes ayakkabısı.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

8 Ağustos 2012 - Rüya

Hayalimdeki kadını bulmak için tuhaf bir biçimde metrobüse binmem gerektiğini düşünüyor ve Söğütlüçeşme istasyonuna gidiyorum. İstasyon bomboş. Bir süre sonra pembe bir metrobüs gelip tam önümde duruyor. Belediye tarafından yalnızca kadınlara tahsis edilmiş bu gösterişli araca ön kapısından biniyorum. Güneş gözlüğü takmış, ağzında algılayamadığım bir nesneyi dolaştıran türbanlı bir kadın kullanıyor arabayı. Bana evli olup olmadığımı soruyor. Ben de çantamdan babamın evlilik cüzdanını çıkarıp gösteriyorum. Kadın cüzdanı dikkatle inceledikten sonra ön kapıyı kapatarak gazlıyor. Vites kolu üzerindeki eli dikkatimi çekiyor kadının. Yüzük parmağı eksik. İç dikiz aynasından ona doğru baktığımda, ağzında dolaştırdığı nesnenin oldukça kalın bir altın yüzük olduğunu görüyorum. Dikizlenmekten rahatsız olan kadın, arkalara doğru ilerlemem gerektiğini söylüyor. Söyleneni yapıyorum. Kadınlar için tasarlanan metrobüs üç bölümden oluşmuş. Orta bölmeye yakın ilk kısımda sağlı ve sollu olmak üzere gebe müşteriler için dört jinekolog koltuğu tasarlanmış. Koltukların yan tarafındaki camların birinde rujla yazılmış 'siz doğurun biz bakarız' ibaresi dikkatimi çekiyor. Çocuk fontuyla yazılmış bu yazıyı ani bir öfkeyle silmeye çalışıyor ancak bir türlü başarılı olamıyorum. Her silişimde yazının fontu biraz daha büyüyor ve diğer pencereye kayıyor. Nefes nefese kaldığımı hissedip arkaya doğru yürümeye devam ediyorum. Metrobüsün bir sonraki bölümünde makyaj ve kuaför standları dikkatimi çekiyor. Onlarca makyaj ürünü, o bölümde ayna haline getirilmiş metrobüs camlarının önündeki makyaj masalarında sergilenmiş. Nereden geldiğini anlayamadığım mide bulandırıcı bir parfüm kokusunun etkisiyle hızla o bölmeyi de geçip nihayet aracın arka kısmına ulaşabiliyorum. Burada oldukça ilginç diyazn edilmiş bir makine çarpıyor gözüme. Kadının göbek bölgesinden kasık bölgesine kadar olan bölgesi kopya edilerek tasarlanmış olan bu demir döküm makinenin üzerinde 'Regl Cihazı - 1865' yazıyor. Tarihin, İngiltere kadın hareketinin başlangıcı olduğundan hareketle cihazın İngiliz malı olabileceğini düşünüyorum. Suni kan üreterek regl olabilen bu makinenin ne amaçla metrobüste kullanıldığını anlayamıyorum. O sırada ani frenle birlikte yerde duran ve içi kadın çorabı dolu bir kutunun üzerine düşüyorum. Rengarenk çorapların içinden güçlükle doğrulabiliyorum. Tam şoförü azarlamaya hazırlanırken pencereden dışarı bakıyor ve metrobüs güzergahının bir hayli değişmiş olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Beşiktaş vapur iskelesinin tam yanında olduğumuzu ve tuhaf bir biçimde Kremlin Sarayı'nın da iskelenin karşısında olduğunu görüyorum. O an metrobüsün tüm kapıları açılıyor ve aşağı iniyorum. Kremlin'i şimdiye dek ziyaret etmediğim düşüncesiyle merdivenlerden yukarı doğru çıkıyorum. Önüme çıkan koridorda biraz ilerledikten sonra sağa doğru dönüyorum ve karşıma kocaman bir kapı çıkıyor. Kapının üzerinde büyük harflerle 'Falcı' yazıyor. O an, hayalimdeki kadını nerede bulabileceğime dair müthiş bir umut kaplıyor içimi. Falcıdan yardım almak için kapıyı çalıp içeri giriyorum. Askeri üniforma giyinmiş ancak rütbeleri sökük, saçı başı dağınık bir kadın çıkıyor karşıma. Önündeki masada, Cumhuriyet gazetesinin üzerinde duran camdan yapılmış bir küre var. Kürenin yanında ise yarısı yenmiş bir lahmacun duruyor. Kadın, oldukça donuk ve erkeksi bir ses tonuyla masanın önündeki sandalyeye oturmamı söylüyor. Önemli bir emir almışçasına hızla dediğini yapıyorum kadının. Birkaç kez burnunu çektikten ve gırtlağını temizledikten sonra masadaki küreyi eline alıyor kadın. Gözlerinin rengi maviye, odaya vuran güneş ışığının rengi ise kırmızıya dönüyor. Hızla uzuyor tırnakları kadının. Heyecanım daha da artıyor. Küresinden gözlerini alan kadın, mastürbasyon yaparken en çok kimi düşündüğümü soruyor. Hiç tereddüt etmeden Leonid Brezhnev döneminde görev yapan Sovyet milli savunma bakanının kızını düşündüğümü söylüyorum. O sırada kürenin kuzey-doğusunda büyükçe bir alan kızıl renkte parlamaya başlıyor. Odaya dizili hoparlörlerden Hannes Wader'in yorumladığı 'Die Einheitsfront' şarkısı yankılanıyor. Falcının gözleri doluyor. Elindeki küreyi Cumhuriyet gazetesinin üzerinden alıp tıpkı bir bebek kafasıymışçasına göğüslerine yaklaştırıyor ve onu şefkatle öpmeye başlıyor. Kürenin kızıl kızıl parlayan alanını işaret parmağıyla 'incitmeden' okşamaya başlıyor. Şarkının özellikle 'Drum links, zwei, drei! Drum links, zwei, drei! bölümünü söyleyerek kolları arasına yerleştirdiği küreyle müthiş bir empati kuruyor. Kadının küreyi okşamasıyla birlikte şarkının sesi giderek yükseliyor. Falcı, gözyaşlarına hakim olamayıp sessizce ağlamaya başlıyor. Küreyi yavaşça yerine bırakıp kollarından taşan üniformasıyla gözyaşlarını siliyor. Sonra da çalmakta olan şarkının bestelenmiş en güzel çocuk şarkısı olduğunu, hayalimdeki kadını da şarkının içinde aramam gerektiğini söylüyor. Bu olağanüstü yorum sonrasında kadına sarılmamak için kendimi zor tutuyorum. Ona gidecek yerim olmadığını, bana o kadını bulmam için yardım etmesi gerektiğini söylüyorum. Küre yeniden ilk rengini alıyor. Odanın içine düşen ışık, kırmızıdan sarıya dönüyor ve müzik de giderek yerini sessizliğe bırakıyor. Falcı kadın, odanın pencerelerinden birine doğru yavaş adımlarla ilerliyor ve derin bir nefes alarak 'Cluj-Napoca'ya gitmelisin' diyor. O an gözlerimi kapatıp bu mucizevi yanıt için her şeyimi verebileceğimi hissediyorum. Ayağa kalkıyor ve kadına arkasından sarılıyorum. Üniforması koyun işkembesi gibi kokuyor. Hiç tereddüt etmeden üniformasının altından sağ elimi sokuyor ve göğüslerine doğru kaydırıyorum. Ancak yüzünü göremediğim için tepkisini ölçemiyorum. Bir süre sonra kadının küçük ve sıcak göğüsleri aniden soğumaya başlıyor. Onu kaygılandırmayacak yavaşlıkta elimi geri çekiyorum. Tuhaf bir biçimde kiremit kırmızısına benzer bir rengin elime bulaşmış olduğunu görüyorum. O sırada yüzünü bana dönüyor kadın ve bir an önce odayı terk etmem gerektiğini söylüyor. Ayrıca Cluj-Napoca'ya gitmek için Kremlin Sarayı'nın yanındaki araba kiralama servislerinden yararlanabileceğimi dile getiriyor. Ona son bir kez daha teşekkür edip geldiğim koridoru takip ederek saraydan ayrılıyorum. Ancak birkaç adım atmışken kadının tarif ettiği yerde hiçbir kiralık araba servisi göremiyorum. O sırada cep telefonum çalıyor, annem arıyor. Ona meşgul olduğumu, hayatımın kadınını bulmak için Cluj-Napoca'ya gitmem gerektiğini, belki bir daha hiç dönmeyeceğimi söylüyorum. O da üstümü sıkı sıkı giyinmemi, Altıparmak Caddesi'nin bu mevsimde oldukça soğuk olacağını ve birlikte olmadan önce hayatımın kadınını mutlaka sigortalamam gerektiğini söylüyor. Telefonu kapatıyorum ve Beşiktaş iskelesine doğru yürüyorum. Vapur gişesindeki adama 'Cluj-Napoca' otobüslerinin nereden kalktığını soruyorum. Adam yüzüme bile bakmadan eliyle dışarıyı işaret ediyor. Dikkatle baktığımda adamın sağ elinde altı parmak olduğunu görüyorum. Yüzük parmağında ise metrobüsteki kadının ağzında dolaştırdığı yüzüğün aynısı var. Adamın gösterdiği yere doğru gidiyorum. 1980'li yılların Bursa belediye otobüslerinden biri iskelenin yanına park etmiş, yan tarafında büyük harflerle 'Cluj-Napoca' yazıyor. Tereddüt etmeden otobüse biniyorum ve metrobüsü kullanan kadının bu otobüsün de şoförü olduğunu görüyorum. Selam vermeksizin arkaya doğru ilerliyorum. Otobüsün tüm koltukları, sarı saçlı, mavi gözlü ve ilkokul düzeyindeki çocuklar tarafından doldurulmuş. En arkada tek bir yer buluyor ve oraya oturuyorum. Otobüsün kapıları kapanıyor ve aniden gece çöküyor. Öyle ki tek bir ışık dalgası bile kalmıyor etrafta. Her yer tıpkı bir karanlık oda gibi simsiyah oluyor. O anda otobüsteki çocuklar, hep bir ağızdan 'Die Einheitsfront' şarkısını söylemeye başlıyor. Ses giderek büyüyor ve kısa sürede kulakları tırmalayacak seviyeye yükseliyor. Şarkıyla birlikte istemsiz bir biçimde ağlamaya başlıyor ve gecenin içinde kayboluyorum.

7 Ağustos 2012 Salı

Reverse Angle



Yukarıdaki fotoğraflardan hangisi daha müstehcendir?

Woe-be-gotten Grey Skies



Oh Tom, ikinci sınıf yastık öykülerini hangi eyaletin ahırına sığdıracağını çok iyi biliyorsun. Ne kadar dinlesem de orgon enerjisinden başı dönen köy yumurtalarıyla terbiye edilmiş sesini özlemeden edemiyorum, her geçen gün daha çok... Wilhelm Reich'a göre tam bir beden enkazı olduğun bir şeyi değiştirmiyor çünkü sen benim için hala Kathleen Brennan'ın göğüslerine sığmayan bir çocuksun; 'Pazar günü banyosu'ndan sonra el sıkışamadan ayrılmak zorunda kaldığım esrarengiz bir aile dostu, denizin ortasında kendini unutturmuş ahşap bir yük gemisi, 90'lı yılların başında 1. Kordon'dan Konak Meydanı'na yürürken zemin katından üzerime 'rüzgarlı sıcak' çamaşır kokusunun vurduğu otel enkazısın.

Başkası olamayacak kadar uzak bir başkasına ait olan sesini özlüyorum, ne kadar dinlesem de her geçen gün daha çok...