20 Aralık 2010 Pazartesi

Suzan, İnfantilizm ve Erkeksi Protesto


Almanya'dan kesin dönüş yapmamış orta yaşlı adamlar, bir oturuşta koca bir tencere patates kızartması yiyip, birbirlerine Berlin varoşlarında öğrendikleri akışkan karate hareketlerini gösterirken, bense kenarda oturur ve orta yaşlı adamların genç karılarının bacakları altında, tıpkı bir kapıcı sakızı gibi ezilme düşleri kurardım. Bu düş, daha sonraları, tam da bulunduğunuz ülkede, sürrealizmin tek kalesi olmamı sağlayacak en yalın düş olarak kaldı. Chris De Burgh'un 'Delial' güneş yağı reklamlarına fon müziği olarak çalındığı o yıllarda, hemen her mevsim esen evimizin balkonundan tenis oynayanların kafalarına tükürük nişanlamaya çalışırdım. Tıpkı bir mühendis gibi kafası çalışan babam, bir tenis sahasının üzerine ev inşa etme fikrine nasıl kapılmıştı bilemiyorum ama bu fikrin, 70'lerin sonunda tenis oynayan kadınların neye benzedikleri üzerine hayal gücümün gelişmesine neden olduğu yadsınmayacak bir gerçekti. Özellikle içlerinde bir kadını korkunç biçimde hatırlıyorum. Adı Suzan'dı ve 180 derece kuralını ihlal eden backhand vuruşlara sahipti. Photoshop kullananlar bilir, eğer bir görüntünün kıçıyla başını yer değiştirmek isterseniz, 'flip canvas horizontal' seçeneğini tıklar ve böylelikle değiştirmek istediğiniz görüntünün kas zırhını yerle bir edersiniz. İşte bu kurala uymayan kafamdaki tek fotoğraf, Suzan'ın backhand sırasında çarpıklaşan ve vuruş ertesinde bir anda çözülen o akılalmaz bacaklarıydı. Donunun perhiz yapan sosyal demokrat ağzı gibi koktuğuna emin olduğum bu kadın, yılın dört mevsimi bronzluğunu korurdu. Bu bronzluğu, koyu acunsal sarıdan, kirli orta sınıf beyaza degrade olmuş sonradan görme bir kadın vücudunun bronzluğuyla sakın karıştırmayın. Söz ettiğim bronzluğu yakalamanız için, photoshopta vermeniz gereken değerleri sıralıyorum:

R:209 G:112 B:7

Bu değerler, aton sarısının değerleridir ki sadece eski Mısır günahlarında ve Suzan'ın görsel bir efekt olarak kullandığı hayranlık uyandıran kıçında bulunabilir. Sınıfsız topluma olan inancımı daha o yaşlarda sarsan bu mimik bombası, bu jest makinesi kadın, günlerden bir gün, kafasına tüküren bacaksızın ben olduğumu anladı ve işaret parmağını dört kat aşağıdan gözüme uzatarak hızla sahayı terk etti. Az sonra evin kapısının çalınacağını, annem evde olmadığı için kapıyı benim açacağımı ve uzun süredir boşalamamış frijit bir vajinanın, o vajinayı çevreleyen kas zırhını delerek nasıl kişiliğe sıçrayacağını, son çözümlemede ise ne büyük bir rezalet yaratabileceğini o yaşta dahi anlamıştım. Düşündüğüm gibi de oldu. Kapı çaldı. (Babam Almanya'dan, Karl Valentin'in 'Das capital ist leicht auf dem kopf zu stehen' isimli şarkısını söyleyen bir kapı zili getirmişti. İlk iki sözcüğün üzerine oturan melodi daha güçlü olduğu için ilerde Marxizme ilgi duyacak ama nedense Boğaziçi Üniversitesi’nde iktisat okumayacaktım). Kapıyı açtım. Aton tanrısı Suzan karşımdaydı. Beyaz mini bir tenis eteği, gece elbisesinden bozma, yine de spor havası veren göğüs dekolte bir bluzu ve tıpkı şarap gibi, bekletildikçe kalitesi artan yandan patlamış Dexter marka spor ayakkabıları vardı:

Dexter Spor: Chris Rea'nın 'Wired to the Moon' şarkısı eşliğinde dans eden 80 dönemi kadınların klişe pist ayakkabısıdır. Bu kadınlar, dans ertesinde öldürüleceklerini bilseler de sırf hayal gücümü zedelememek için dans etmeye devam eder ve sonunda beni mutlu etmek için, sırtlarından yedikleri bıçağa ve ağızlarından fışkıran köpüklü kana aldırmadan, yüzüme gülmesini bilirler. Beni aldatmayan kadınlar, Dexter marka ayakkabı giyer ve ölüm döşeğinde bile bana aldıkları armağanları verirler. Dexter ayakkabı giyen ve ölmeden önce kendisinden armağan aldığım son kadın Hanna olmuştu ve armağanı, Chris Rea'nın 'On the Beach' albümüydü. Son sözleri şöyleydi Hanna'nın:

"Ölmek üzere olan kadınları kıskandığını biliyorum. Bu yüzden hızlandıracağım ölümümü. 10. parça (Auf immer und Ewig) anlatıyor her şeyi; sağ çorabımın niçin kaçmış olduğunu, niçin ellerinde ölmem gereketiğini ve niçin ölen kadınların sana en yakın kadınlar olduğunu... Hoşçakal Tan! Yatak odamdaki oyuncaklara iyi bak. Çocukluğunu öldürecek bir kiralık katil tuttuğunda sözlerimi daha iyi anlayacaksın."

Seni hep hatırlayacağım Hanna. Ve tabi yüzüne ölmeden önce nedensiz bir biçimde vuran kırmızıyı. Jung ölmeden önce de açık olan hava aniden kapamış ve tuhaf bir biçimde gökte, bebek kakasını andıran bir yeşillik oluşmuştu. Hanna'nın kırmızısı için Photoshop'ta vermeniz gereken değerler:

R:128 G:39 B:0

Jung'un bebek kakasını andıran ölüm yeşili için vermeniz gereken değerler:

R:25 G:75 B:0

Suzan'dan gelen ani bir yumrukla başımı kapı kirişine vurdum. Kafamdan oluk oluk kan akıyor ve buna rağmen kesintisiz vurmaya devam ediyordu Suzan. Böylesi bir kadın öfkesiyle karşılaşmamıştım hiç. Bir yandan suratıma tükürüyor, bir yandan, özellikle kafamın arkasını yumruklamaya devam ediyordu. Parmağındaki yüzük, önce göz akımı patlatmış, ardından kaşımda 24 ayar bir yarık açmıştı. Kafamdan akan kan, annemin Nivea krem kokulu ellerine karışmış şehir suyu kokusuna dönüşmüştü. Suzan, inlemelerimi maskelemek için sürekli kapının zilini çalıyor, bir yandan da çekip kopardığı ve ellerinde biriken saçlarımdan kurtulmak için şaman dansına benzer vücut hamleleri yapıyordu. Küfürlü nefesi, içine mafya esansı katılmış Tennesse vodkası kokuyordu. Annemin karnında yapılanan o muhteşem karaciğerimin HCO değerini dört katına çıkaran ve beni, şimdiye dek yaşamadığım genital öncesi bir kapının eşiğine getiren bu koku, kafamdan akan et parçaları ve Karl Valentin'in zili eşliğinde yere ufalanıyor ve ileride aşık olacağım tatil köylü kızların, dikiş izli suratımdan tiksinip havuza kusacakları sanrısını yaratıyordu. Yan komşunun kızı, yine her zaman olduğu gibi müziğin sesini açmış ve son yaptırdığı kaseti dinliyordu. Bu kasetin en sevdiğim yeri, 5 yıl önce 10 yıl sonra grubunun anlamlı bir şarkısının, Abba'nın 'I'm Just a Girl' parçasına olan yumuşak geçişiydi. Adı Tülin'di komşu kızının ve ne zaman evimize gelse, mutlaka halının ortasına işeyip giderdi. Annem, çiş kokusunu çıkarmak için ritmik bir biçimde halıyı ovalar ve bir yandan da ağlayarak şöyle derdi:

"Çiş kokusu, kötü bir günahtan daha kalıcıdır. Babası girişimci olan kızların inatçı sidiklerini, emekçi sınıfın kolalı atletlerinden çıkarabilecek bir sosyal siyaseti takip etmelisin oğlum. O siyaset ki, kökü seyislikten daha metafizik, cinsi tımardan daha inorganik bir fonetiğe ev sahipliği yapmakta. Bu kızın çişi, senin için karşı devrimci bir yolun ışığı olsun. Nasıl ki Peyami Safa okumadan Nazım'ı anlayamazsın, öyle ki bu kızın sidiğiyle vaftiz olmadan bir burjuvanın filmini finans etmesini de sağlayamazsın."

Son çözümlemede annem sözünü tamamlayamadan, halının orta yerinde uyuyakalır ve rüyasında, babamın en sevdiği plaklarını, üzerinde tenten çıkartması olan bir bastonun püskülüyle temizlediğini görürdü. Bu hep böyle olmadı tabi. Tülin, günlerden birgün bize gelmedi. Anneme, bunu niçin engellediğini sorduğumda, üzerinde okuyamadığım yazılar olan bir kağıt uzattı gözüme. Çok sonraları anlamıştım. Bir idrar ritüeli ertesinde annem, halıdan aldığı çiş numunesini, laboratuarda inceletmiş ve 18 Kasım 2005 tarihinde Tülin'in ter bezi kanserinden öleceği tanısına ulaşmıştı. Bir kadın yüzünden mutsuz olmamı istemiyordu annem ve sırf bu yüzden, havuza girerken bile, Trabzon'dan gelen bir at gözlüğünü gözüme takıyor ve boynuma bağladığı zincirle yüzdürüyordu beni. Havuzun kenarındaki kokanalar, annemin bu davranışını, İngiliz yüksek sosyetesinin bir yeniliği olarak kodluyor ve ertesi hafta havuz, anneleri tarafından zincirle yüzdürülen 7-10 yaşlarında ve 90-110 kiloluk, osuruğu Hakkari'den kaçak giren Golden sakızı kokulu çocuklarla doluyordu.

Yüzüm kandan görünmez olduğunda, yani ben, kandan başka hiçbir şey göremez olduğumda, Suzan ablaya durmasını, eğer durmazsa gerçekten ölebileceğimi söyledim. Durmadı Suzan ama tanrıya şükür yavaşladı. Tırnakları suratımda kırılmıştı. Şöyle dedi nefes nefese:

"Öylesine zevkli ki küçük ve savunmasız bir çocuğu döverek, kanının son damlasında onun yere serildiğini görmek, bir daha böylesi bir hazza erişebilmem mümkün değil. Babam, bu ülkede adam gibi bir burjuva devrimi yaşanmadığı için, solumakta olduğumuz yarım yamalak kapitalist sistemin, sonsuza kadar süreceğini söylemişti. Ondaki bu sonsuzluk duygusu, annemi sonsuza kadar sikememiş olmasıyla çelişse bile, ideolojilerin soyut olduğuna inandığımdan olacak, onun hep izinden gitmemi sağladı. Burnundan akan mavi kabarcıklı kan, T basillerine pıhtılaşacağı ana kadar döveceğim seni. Her haftasonu evinize gelecek ve annenin elbiselerini giyip sana zehirli yemekler yapacağım. Annenin topuklu ayakkabılarını giyip pastelden yaptığın resimlerin üzerinde dolaşarak delik deşik edeceğim onları. Her pazartesi, babanın üstü açık vosvosunu, Pagan yüzüğümle çizip, arabanın tam üzerine, 'senin çocuğunun sidik torbası sökük' yazacağım. Akşam yemeklerinde, masanın altından taciz edeceğim seni. Öyle utanacaksın ki, gözlerin yuvalarından fırlayacak ve annenin yaptığı o güzelim yemekler boğazında kalacak. Kıpkırmızı olacak suratın ve yemek borunun tarihsel dinamizmi tersine dönecek, o nefis yemekleri kusuk içinde bırakacaksın. Ben de düştüğün duruma aniden sönen bir güneş gibi güleceğim, dağıtacağım aileni!"

Suzan dediği gibi o gün beni bayıltıncaya ya da belki de öldürünceye kadar dövdü. Babam, kafatasımın kırıldığını ve yüzümün yarısının olmadığını ancak üç ay sonra gördü. Çünkü ilk gördüğü, üzerine kan bulaşmış kapı ziliydi ve hemen yurtdışındaki hekim arkadaşlarını arayıp, bu sefer de Joe Dassin'in 'Wahre liebe ist ganz liese' isimli şarkısını söyleyen bir zil sipariş etti. Annem, çişli olmasa da evin tüm halılarını, aynı ritmde ovalamaya devam etti. Bense suçluyla özdeşleşip, harçlığımla aldığım topuklu ayakkabılarla ve daha da önemlisi Suzan'dan önce, yaptığım resimleri delik deşik etmeye başladım. Giderek Suzanlaşmak kaçınılmaz olmaya başlamıştı. Bundan sonraki tek hedefim, teniste Hülya Avşar'ı yenmekti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder