21 Ocak 2008 Pazartesi

Londra'da...

Nereye giderseniz gidin, peşinizi bırakmayan 'varolma' duygusundan kurtulabilmenin, bu duyguyu reddetmekle değil, onu yanıltabilmekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Varlığın kendi imgesini silikleştirdiği anlar, 'zaman' kavramını da tıpkı ruh gibi çağrılabilecek yalın olmayan bir uzaklığa iter. Bu uzaklığın ölçü birimi çıplaklıktır; sanki kendisinden bile hızlı bir arabanın içindeymişsiniz de eğer uyursanız, kemiklerinizden sıyrılıp ardınıza düşen ruhunuz size bir daha hiç yetişemeyecekmiş gibi... Londra köprüsünün tam altında, böyle bir anı yaşadığımı hatırlıyorum. Daha önce hiç görmediğim bir kadın, bakışlarını kaçırmadan, öylece yanımdan geçip gidiyor. Görme biçimini değil, görme anını ölümsüzleştiren bu hezeyan, güneşin hızla kaybolup yerini yağmura bıraktığı bir anda yaşanıyor. Çocukluğumun kadın mezarlığından kalkıp gelmişcesine bana kendi ölümümü hatırlatan bu kadının, tıpkı kuralsız bir gölge gibi aniden arkama düşmesini, zamanın ileri değil geriye doğru aktığının bir kanıtı olarak düşünüyorum. Thames nehrinin kadının geldiği ve ansızın yitip gittiği doğrultuda akması, doğanın tarihine karşı yaşıyor ve dahası yazıyor olmanın acısıyla yüzleştiriyor beni. Yazma eyleminin, 'varolma' duygusundan kurtulabilmek için üretilmiş sığ bir manevra olması, nehrin akışına karşı mücadele eden batılı zihniyetimin 'zaman' adı verilen parçalara bölünmesine neden oluyor ve her parça, kendi geçmişimin kayıp imgelerini, acı veren korkunç bir deneyimle yeniden yaşatıyor bana. Bu yitiklik duygusu, büsbütün varlığın sınırları dışına çıkamamış ve dahası, varlığın 'yok olma' arzusu içine sıkışmış bir duygu olarak gösterse de kendini, bu duyguyu belleğinizde yaşatmak, belleğinizde 'bellek' imgesini yaşatmaktan çok daha kurtarıcı ve uyumcul bir nitelik taşıyor. Yazma eylemi, yitiklik ve varoluş kavramlarının kesiştiği bir serbest bölgede yapıldığı sürece, duyumsanan ile duyum nesnesi, düşünülen ile düşün nesnesi arasındaki gerçeklik, anlık arzuların tersi yönde genişleyecek ve arkamda bıraktığım bu kadın, gördüğüm kontrolsüz bir düşle nehrin sularına karışıp, törensiz bir sessizlikte yeniden gömülecektir çocukluğumun kadın mezarlığına...

Bu duyguyu ısrarla belleğimde tutmaya çalışıyorum. Belleğin ortadan kaldırılması gerektiğine inanan bir düşünceyi zorla da olsa belleğin sınırları içine almanın, yani nesnel olup biteni, öznel olup bitene dönüştürmenin, 'yazma' eyleminin temeli olduğunu düşünsem bile, böyle bir tutum izleyerek, gerçek bir kendilik kaybına karşı yüceltilmiş, dahası estetize edilmiş bir ikinci el yitikliğin sözcülüğünü yaptığımı kabul etmek zorundayım. Bu kurtaran ve uyumcul serbest bölgeye sıkıştırdığım Thames nehrine bakarak, kumsalda yapayalnız oturmuş ve tersinden açmış bir papatyanın yapraklarını gözyaşları içinde yiyen çırılçıplak bir kadın imgesini canlı tutmaya çalışıyorum. Yuttuğu her yaprakta 'ayrılık' ve 'bütünleşme' arasında gidip gelen ve sonunda kimden ayrıldığı ya da ne ile bütünleştiği sorularının arasından geçerek, neresinden bakarsanız bakın, sürekli arkasından görebileceğiniz bir resim halini alıveren bu kadın imgesi, aniden nehrin içinden fırlayıp sizi mekansızlığa sürükleyebilecek bir dinginlik taşıyor. Nehrin üzerine kurulmuş köprüler, kıyıları birbirine bağlayan savunmasız bir güvenlik kilidi olmaktan uzaklaşıp, imgeleri birbirine bağlayan ucuz da olsa bir masal işlevselliği taşıdıklarında, kendim ile kendilik arasındaki mesafe kapanıyor ve kendimi aniden milenyum köprüsünün üzerinde buluyorum. İki bilinçdışı üssü birbirine bağlamakla görevli diğer antik köprülerin tersine, benliğiniz ve olmak istediğiniz arasındaki kapanması olanaksız mesafeyi birleştirmeyi amaç edinmiş bu köprü, kulak deliğimi, adını şimdiye dek duymadığım yumuşaksı deniz canlılarının sesiyle dolduruyor. Çıkan seslerin çığlığı andırması, bu hayvanların kabuksu diğer canlılarla savaş halinde olabilecekleri gerçeğini güçlendirse de milenyum köprüsü üzerinde yolumu izlemeye devam ediyorum. Transparan kabukların altında çeşitli renklerde uzayan damarların, donmuş bir çığlık görüntüsünü andırır biçimde birbirlerine bağlandıkları noktada, kendimi yenilgiye uğramış ve her yanı hızla eriyen canlılardan biri gibi hissediyorum. Köprünün beni götürdüğü yer ile benim var olduğum yer arasındaki sezgisel uçurum, köprü çıkışında, az önce yanımdan geçip gitmiş kadın iskeletiyle burun buruna getiriyor beni. Sadece bir kadına sahip olma arzusunun, diğer tüm kadınlara sahip olma arzusundan daha güçlü olduğunu hatırlayıp, kadının iskeleti önünde diz çöküyorum. Kafatasındaki göz oyuklarının, en son göz göze geldiğimiz mekana doğru dönük oldukları gerçeği, kısa bir süre bile olsa soluksuz bırakıyor beni. Bu kutsal matematik, bu akıl almaz çakışma, az önce yaşanan bir olayın, kısa bir sürede nasıl zamanın ötesinde bir söylenceye dönüştüğünü kanıtlıyor. Kadının nesnel zamanda yüzlerce yıl önce ölmüş olması, benim öznel anımda, görmüş olduğum iskeletin bana ait olma olasılığını güçlendirse de Londra'nın gerçekliğe sadık görüntüsünden aldığım cesaretle, ölümün sınırları dışında kaldığıma seviniyorum. Milenyum köprüsü üzerinde bulduğum bu sarsıcı kalıntılar, belki biraz önce ve belki de yüzyıllar boyunca, bu kadına karşı duyduğum arzunun, onun etlerini nasıl sıyırdığını ve onu nasıl kendisinden bile güçlü bir sfenks haline getirdiğini gösteren turistik bir öyküye dönüşüyor. Tüm çürümüş gerçekliğiyle köprünün rüzgardan yanıyor izlenimi veren metal gövdesinin üzerinde duran ve akan zamanın gerisinde mi yoksa geleceğinde mi olduğu anlaşılamayan bu mucizevi cesedi, suçsuz bir gülümsemeyle terk ediyorum...

1 yorum:

  1. Bu öykünün ikinci paragrafında anlattığım kadın, aynı zamanda videonun son saniyelerinde kamerama takılan şu kadındır: http://www.dailymotion.com/video/x5yqqg_millennium-bridge-and-a-girl_shortfilms

    YanıtlaSil