Sahip olduğunuz kişiliği güçlendirmek için farklı kişiliklere gereksinim duyarsınız. Böylelikle 'güçlü kişiliğiniz', çok geçmeden size ait olmayan bir üstte savaşan ve dahası size ait olmayan bir kişilik haline geliverir. Peki bu ödünç kişiliğinizle yazdıklarınız gerçekten size mi aittir? Lacan, öznenin ölümünü ilan ettiğinden bu yana bir hayli zaman geçti. Düşler Freud'dan önce de vardı şüphesiz ve özne, Lacan'dan önce de ölüydü. Psikanaliz-semiyoloji birlikteliği ışığında egoyu özneden ayıran ve bu noktada egoyu imgeler dünyasının benlik düzlemine, özneyi ise simgeler dünyasının 'sahte benlik' içeriğine katan düşünce, ontolojinin konu alanını daha karmaşık bir sistemin parçası haline getirmiştir. Bu sistemin mimarı olan Jacques Lacan, 'imgesel dil' adını verdiği dil arketipinin sınırlarını, 'Ayna Evresi' olarak tanıtladığı süreç içersinde çizer. Kişinin kendi dışında 'her şey' olmasından, kendisini de kapsayan 'her şey' olmasına dair attığı adımlar, simgesel dünyaya olan sürtünmeli geçişin temsilidir. İmgesel dünyanın sonu, egonun özneleşmesiyle, yani babanın yasasının tanınmasıyla gelir. Kurulan imgesel dilin kırılması, yani gösteren ile gösterilen arasındaki semiyolojik bağın kurulması, simgesel düzenin başlangıcını temsil eder. Egonun uygarlaşarak özneye evrilmesi ve diğer bir deyişle, aynı yolla yapılanan binlerce özne arasında yalancı bir ölüye dönüşmesi, simgesel dilin 'yalancı' bir dil olup doğruyu, yalnızca doğruyu söylemekten uzak bir yapıya dönüşmesinin de nedeni olacaktır. Lacan, 'konuştuğumuz sözcükler aslında bize ait değil' derken, onların herkesin malı olduğunu ve ne kadar kombine olurlarsa olsunlar, simgesel düzende hiçbir özgünlük hedefi taşıyamayacaklarını ifade eder. Kültürün ve nihayetinde uygarlığın kurulma sürecini 'simgesel düzen' yapısına bağlayan Lacancı kuram içinde değerlendirdiğimizde, bu kültürün bir parçası olan edebiyat için de aynı 'yapısal' sonuçlara ulaşmamız mümkün. Başkalarının (başkaları olan sentetik öznenin) sözcükleri kullanılarak yapılan edebiyat, ölüyü oynayan bir kadınla sevişmek kadar zevkli/zevksiz bir çabadır. Edebiyat uğraşısı içinde, simgesel dilin tektipliliğini kıran ve onun estetik 'taleplerini' yalın 'arzulara' geri iten pek az okul ortaya çıkmıştır. Örneğin gerçeküstücü okul, bir zamanlar bizden çalınan ve geri verileceğine söz verilen 'imgesel dili' ve bu dil içinde temeli atılan 'fallus' ışısını kendi kelimelerine süren etkili bir organizma olmuştur. Simgesel dilin temel yapısını oluşturan gösteren ve gösterilen arasındaki bağı kırmaya çalışarak, yani bir bakıma simgesel gerçekliği imgesel gerçekliğe dönüştürerek 'kültür' öncesi dönemde yazınsal üsler kuran sözkonusu organizma, bu yüzdendir ki estetiği ve onun 'talepçi' uydusunu reddederek estetik dışı bir yapılanmada ve arzuyu, yalnızca 'arzuyu' rehber olarak kabul eden bir yolun takipçisi olmuştur. Paul Eluard'ın 'günün birinde herkes aynı dili konuşacak' hedefi, kolektif nevrozu, kolektif psikoza geri iten bir istek olarak düşünülse de 'edebiyat yapmak' açısından bakıldığında, simgesel dilin çoksesli gibi görünen tektipçi zihniyetini bozguna uğratacak bir yolu ifade etmektedir. Peki nedir bu simgesel düzenin konu gereği edebiyatta dışavuran tektipçi zihniyeti?Örneğin edebi solun evire çevire -sonrasında çevire evire- aynı 'sözde imgeleri' kullanmaları ve kendilerine babalarından miras kalan sözcükleri (yasaları) bir sonraki kuşağa aktarma ritüelleri... Örneğin, edebi sağın simgevi mistisizmi ve gizemci/mekanik estetiği... Ölmüş bir öznenin dili de kendi ölgünlüğünden kopamayacaktır şüphesiz. Ortodoks sol şiirin sıkıntı veren ve tıpkı işe yaramayan bir 'dua' gibi, kendini devrime adadıkça yine kendini 'devrimden' koruyan obsesif yinelemeleri, bu şiirleri yazan şairleri de 'şair' olmaktan korumaktadır. Yaklaşık 60 yıl önce gerçeküstücülüğün mimarı André Breton'un, 'imgesel dirilme' şiirleri yazarken 'simgesel direniş' şiirleri yazan Luis Aragon ve Paul Eluard'ı tam da bu nedenle gurubundan çıkardığını hatırlatmak isterim. Özetle söylemek gerekirse, edebiyat, 'hakikatin' dışında bir gerçekliğin temsili olan ve Freud'un gerçeklik ilkesinden 'gerçek' olmamasıyla ayrılan simgesel gerçekliğin 'simgesi' olmaktan korumalıdır kendini. Başkalarının sözcükleriyle yapılan edebiyat, edebiyatı tıkanma noktasına getirmiştir. Şu dakikada, 'sol' formasyonun kullanmayı çokça sevdiği bildirimsel geniş zaman kipini kullanmam, en azından bu metin dahilinde benim tıkanma kipimin bir temsili olsa bile, şu paslanmışlıkta, imgesel gerçekliğe dönüşün, başta edebiyat olmak üzere edebi zihniyet/zihniyet öznelerinin tersinmesi adına tek koşul olduğuna inanıyorum. Postmodern edebiyat, evrensel edebiyat tarihinin tekerrür etme özelliğini midesine indirdi ama bunu kişisel tarihimiz adına yapamayacak!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder