Farkında olmadan grotesk-şiirsel bir anlatımı açık seçik bir sembolizmle bütünleştirme çabasına giren Fernando Arrabal sineması, yalın olmamakta direnerek kaçınılmaz bir yavanlık tuzağına düşen ve tam da bu haliyle beni baştan çıkarabilen bir sinema.
Peki ama nasıl olur da aynı formülü Uzak Doğu avant-garde sineması 1960'lardan beri öyle ya da böyle kullanıyor olsa da (en berbat güncel versiyonları için bkz: Takashi Miike) Arrabal'ın 'kazara estetik' sürrealist ajit propagandası eliyle baştan çıkabiliyorum? Gözü göğsüne düşmüş orospuların, ucuz Casablanca parfümü kokan eşcinsellerin, anatomik kaderleri gereği 'sek sek' yaşayan cücelerin ve kısaca 'bastırılma' şerefine nail olmuş 'öteki'nin, kendilerine duyulan nefretin hizmetinde ikinci sınıf bir iktidar sahibi olmaları beni neden bu kadar heyecanlandırıyor?
Yaklaşık 15 sene önce bir yerlerde, Vladimir Vysotsky'nin çılgın atları gibi yarışan bir kısa filmim, 'içten' olmadığı gerekçesiyle ödüle layık görülmemişti. Şimdi bakıyorum da ne kadar safsata bir sözcük içtenlik; içi olmayan ve onun bunun nesnel yargıları tarafından tıka basa doldurulmaya çalışılan, çalışıldıkça boğulan... Bayanlar baylar, Arrabal'ı seviyorum çünkü içtenliği defeden bir içsellik üzerinden ne idüğü belirsiz topal bir dilin kurgusal iktidarını ve söylemini söylenceye dönüştürebiliyor. Birkaç yıl önce, hiç mi hiç hassas olmayan bu dengeyi nasıl kurabildiğini sordum kendisine ve hayli garipsediğim bir yanıt verdi bana. Bu yanıtı paylaşmayacağım sizinle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder