Beyoğlu'nun içerlek barlarının birindeyim. Karşımda kadın oyuncu M.T. var. Hayli sıkılmış olduğunu Arjantin birasının içinde yüzdürdüğü işaret parmağından anlıyorum. Ona her şeyin yolunda olup olmadığını sorduğumda bana artık ünlü bir oyuncu olduğunu, böylesi salaş mekanlara takılmadığını ve sırf ben rica ettim diye geldiğini itiraf ediyor. İçten gibi görünen bu sahtekar itiraf karşısında öfkeme yenik düşüp ona gerizekalılar için çekilen dizilerde oyuncuymuş gibi yapmanın nasıl bir duygu olduğunu soruyorum. Hayli erkeksi bir kahkaha atıyor M.T. ve cebinden cüzdanını çıkarıp masanın üzerine koyuyor. Sonra da böbürlenerek o diziler sayesinde kısa süre içinde iyi para kazandığını ve yakında Çekmeköy'e taşınacağını söylüyor. Cüzdana dikkatle baktığımda üzerine benim ad ve soyadımın baş harflerinin işlenmiş olduğunu görüyorum. O sırada mekanın garsonu geliyor ve hayran tavırlarla tişörtünü çıkarıp M.T.'den sırtına imza atmasını, atacağı imzanın karaciğerini iyileştireceğini söylüyor. Adamın sırtındaki içi irin dolu kocaman, patlıcan moru sivilceler dikkatimi çekiyor. Bu iğrenç görüntüye aldırmayan M.T. çantasından çıkardığı kırmızı tebeşirle adamın sırtına kocaman bir imza atıyor. Atılan imzanın bana ait olduğunu görür görmez M.T.'ye bu yaptığının sahtekarlık olduğunu, ismimi kullanarak insanların bedenini işgal ettiğini ve ona bunun hesabını ödeteceğimi söylüyorum. O sırada yan masaya bırakılmış gazetedeki bir haber ilgimi çekiyor. Çekimlerine henüz başlanan bir filmle ilgili haberin alt başlığıysa 'Sürreal Ev.' O an müthiş bir haset duygusuna kapıldığımı hissediyorum. Benden önce birilerinin kalkıp da içinde 'sürreal' sözcüğü geçen bir film çekmesinin affedilemez olduğunu düşünüyorum. M.T.'nin sıkıntı dolu yüzüne aldırmadan haberi okumaya devam ediyorum. Filmin 28 yaşında bir kadın tarafından çekildiğini, konusunun sürpriz olduğunu ve II. Sürrealist Hareket'i yaymayı hedef aldığını öğreniyorum. 'II. Sürrealist Hareket ne demek' diye düşünürken, haberin sonundaki fotoğrafta çitlerin içinde oldukça sevimli bir kır evi görüyorum. Çitlerin üzerine Neon ışıklarıyla ve büyük harflerle 'SÜR REALİZM' yazılmış. 'Sür' sözcüğünün, 'realizm' sözcüğünden ayrı yazılmış olduğu dikkatimi çekiyor. O an, içimdeki ajanlık duygusuna yenilerek filmin çekimlerini izlemeye karar veriyorum. M.T.'ye önemli bir işim çıktığını ve o aptal dizilerde oynamaya devam ederse bir daha onunla görüşmeyeceğimi söylüyorum.
Bardan çıkar çıkmaz bulunduğum mekan, gitmem gereken film setine dönüşüyor. Göztepe Özgürlük Parkı'nın ortasında ve tam da gazete haberindeki ev fotoğrafının bahçesinde kurulmuş olan bu film setini gizlice izlemeye başlıyorum. 'Master Shot' usulü çekilen sahnede ayrılık konuşması yapan 30'lu yaşlarda ve etine dolgun bir adam ile bu dramatik konuşmayı ciddi anlamda karikatürize eden bir de folklor grubu görüyorum. Adam, kameraya bakarak şöyle söylüyor: 'Senden ayrılıyorum çünkü bakışlarının uzayda kesiştiği nokta, zavallı annemin mezarı.' Bu repliği inanılmaz etkileyici buluyorum. Filmin yönetmenine duyduğum haset giderek artıyor. Bu arada sahnedeki aktör, duygusal ayrılık konuşmasını sürdürürken rengarenk giysilerle donanmış folklor ekibi, onun çevresinde dönerek dans ediyor. Bu absürt sahne, folklor ekibinin dönüş hızını artırmasıyla birlikte devasa bir film perdesine dönüşüyor. O an kendimi kalabalık bir sinema salonunda ve filmin bitmiş halini izlerken buluyorum. Sağ yanımda Pat Benatar'ın 'Love Is A Battlefield' isimli şarkısına çekilen klipte anlık görünen -tam olarak ikinci dakikasında- sarışın kız oturuyor. Sol koltuğun sırt yaslama bölümündeyse, bir A4 kağıda koca puntolarla yazılmış 'Bakireler İçindir, Yaslanmayın' ibaresi dikkatimi çekiyor. Etrafla ilgilenmeyi bırakıp filmi izlemeye devam ediyorum. Evin oturma odasında geçen sahnede, yirmili yaşlarda bir kızın bordoya çalan koyu kırmızı bir kanepede uyuyor olduğunu görüyorum. Bir süre sonra hiçbir dış uyaran olmamasına rağmen uyanan kız, yerden aldığı hamam tasının içine simsiyah kusmaya başlıyor. Yüzünde hiçbir acı belirtisi taşımayışını onun sağlıklı bir cinsel hayata sahip olmasına bağlıyorum. Sonra da bu bağlantıyı nasıl kurabilmiş olduğuma hayranlıkla şaşıyorum. O sırada kızın bulunduğu odanın kapısı meçhul biri tarafından sanki kırılacakmış gibi yumruklanıyor. Kız, kanepeden kalkıp kapıya doğru yürüyor. Bu süreçte odanın duvarına asılmış iki dev portre fotoğrafı dikkatimi çekiyor. Yan yana durmakta olan ilk portre, çatlamış sol gözlük camına yara bandı yapıştırılmış olan Leon Trotsky'ye ait. Ancak fotoğrafın altında daktilo harfleriyle 'Bu bir Trotsky değildir' yazıyor. Filmin, Magritte'e ucuz bir gönderme yaptığını düşünerek biraz olsun haset duygumu bastırıyorum. Sonrasında Alain Robbe-Grillet'nin, 'La Belle Captive' isimli filminde Magritte'e benzer bir gönderme yaptığını hatırlıyorum. Duyduğum haset yeniden doruğa çıkıyor! Duvardaki ikinci portre ise astronot Neil Armstrong'un cesedine ait. Bir krematoryum fırını önünde çekilmiş fotoğrafta tam tekmil uzay elbiselerinin içinde tabuta konmuş ve yakılmayı bekleyen Armstrong'u görüyorum. Tüm bu göstergelerin anlamını düşünürken kız çalmakta olan kapıyı nihayet açıyor ve korkunç bir çığlık atarak odanın içinde koşmaya başlıyor. Bir el süpürgesi de onu kovalıyor. Kendi kendine hareket eden bu süpürgeyi annemin yaklaşık 20 sene önce Kapalı Çarşı'dan aldığı süpürgeye benzetiyorum. Uzun bir kaçma kovalamadan sonra süpürge nihayet kızı yakalamayı başarıyor ve kendini onun poposuna vurarak anlamadığım bir nedenden dolayı cezalandırıyor. Canı yanan kızın çığlıkları, kısa süre içinde haz dolu inlemelere dönüşüyor. Her süpürge şaplağı, onu tedricen şiddetli bir orgazma ulaştırıyor. Kamera kızın yüzüne yavaşça yaklaşırken akan yazılarla birlikte filmin bitiş jeneriği başlıyor. Yönetmenin 'İlyas' isminde biri olduğunu görüyorum. Bu ismi, filmin olması gereken kadın yönetmeniyle bağdaştıramıyor ve yanlış filmi izlediğim sonucunu çıkarıyorum. Bu durum öylesine yüklü bir öfke nöbetine neden oluyor ki sağ yanımda oturmakta olan sarışın kızı saçlarından tutup yerde sürüklemeye başlıyorum. Salondaki kimse bu şiddet dolu davranışıma aldırış etmiyor. Can havliyle elimden kurtulmaya çalışan kız, anlayamadığım biçimde 'I'm not her! I'm not her!' diyerek bağırmaya başlıyor. Onu dinlemeyi reddederek salonun çıkış kapısına kadar sürüklüyorum. Tam o anda yerde debelenmekte olan kıza karşı müthiş bir bağışlama arzusuyla dolup taştığımı hissediyorum. Yere çömelip onu çenesinden tutarak yüzünü kendime yaklaştırıyorum. O sırada öylesine şefkat dolu baktığımı hissediyorum ki onun gözünden kendime duyduğum hayranlığı gizleyemiyorum. Bakışlarıma karşılık veren kız ağlamayı kesiyor ve ağzında o ana kadar olmayan bir sakızı çiğnemeye başlıyor. Ona İngilizce olarak beni bağışlamasını aksi taktirde bir daha film çekmeyerek kendimi cezalandıracağımı söylüyorum. Gülümsüyor kız ve istavroz çıkararak ağzındaki sakızı koca nefeslerle şişirmeye başlıyor. Kısa süre içinde normal boyutlarını aşan sakız, ikimizin de sığabileceği pembe-transparan bir küre şeklini alıyor. Bilge bir tavırla elimi iki avucu arasına yerleştiren kız, bu kez Türkçe olarak şunları söylüyor: 'İki kez seçilmiş olmanın tarifsiz acısını çekiyor olacağız' Bu sözlerin anlamını merak ederken kızın elime nereden geldiğini anlamadığım iki adet bilet sıkıştırdığını görüyorum. Biletlerin üzerine Futura Bold fontu kullanılarak 'Nuh'un Gemisi' yazılmış. Ayrıca biletlerin birinin üzerinde adımı görüyorum. Önünde 'MR.' ibaresi var. Diğer biletin isim bölümüne sadece 'MRS.' yazılmış, devamı boş bırakılmış. Bunun bir balayı yolculuğu olabileceğini düşünürken yanı başımda durmakta olan kız, üzerinde ne varsa yavaşça çıkarıp katlıyor ve salonun ahşap zeminine güzelce yerleştirdikten sonra şişirdiği pembe-transparan kürenin içine giriyor. Büyük bir sabırsızlıkla ve zerre kadar utanç duygusu taşımaksızın ben de elbiselerimi çıkarıyorum. Sonrasında kapısı olmayan kürenin içine, sanki çocuksu bir gerçekliğe nüfuz edermiş gibi giriyorum. Yan yana duruyoruz. Çoktandır boşalmış olan sinema salonunun hiçbir görüntüyü yansıtmayan beyaz perdesine bakıyoruz. İçimde şimdiye dek hiç duymadığım sarsıntılı bir huzur hissediyorum. Elimi tutuyor kız ve tam o sırada sakızdan şişme pembe-transparan küre yükselmeye başlıyor. Aynı anda sinema salonunun çatısı da korkunç bir gürültüyle kayarak açılıyor. Simsiyah gökyüzü, çatının katlanarak açılmasıyla birlikte kendini iyiden iyiye belli ediyor. Kısa süre içinde çatıyı aşarak gökyüzüne doğru yükselmeye devam ediyoruz. Belli bir yüksekliğe erişince, içinden yükseldiğimiz sinema salonunun aslında gotik bir kilise olduğunu görüyorum. Elini sımsıkı tuttuğum kıza doğru dönüyor ve bir daha film çekmek zorunda kalmayacağım için kendimi şanslı hissettiğimi söylüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder