11 Ağustos 2013 Pazar

11 Ağustos 2013 - Rüya

Bursa Karagöz-Hacivat anıtından kapalı spor salonuna doğru inen yolun sol tarafında eskiden Merih Video vardı. Tam Merih Video'nun olduğu dükkanın önüne kocaman bir masa kurulmuş. Masanın etrafında ben dahil altı kişiyiz ve tuhaf bir oyun oynuyoruz. Oyun, diğer platform oyunları gibi kalın bir karton üzerinde oynanıyor. Kartona İstanbul-Balat bölgesinin haritası çizilmiş. Platform üzerinde sürekli zar atarak ve kart çekerek ilerliyorsun. Oyunu kesinlikle anlamasam da çaktırmadan oynamaya çalışıyorum. Sağ yanımda 45 yaşlarında, saçları üstten dökülmeye başlamış bir adam var. Tam karşımda üç kişi yan yana oturuyor. En sağda oturan, yuvarlak gözlüklü kırklı yaşlarda biri. Ortada, hayatımda gördüğüm en güzel kadınlardan biri var! Platin sarısı saçları omuzlarına anca varan bu kadının bikinisini giymiş olduğu tişörtün altından rahatlıkla görebiliyorum. Bronz omuzlarından düşmek üzere olan bikini bağcıkları, kaçınılmaz bir ereksiyon durumu yaşatıyor bana. Onun sol tarafında, üzerine minik elmas parçaları yapıştırılmış gözlükleriyle bir başka adam oturuyor. Oturma biçiminden ve içtiği cigaralığı döndürmek yerine sürekli kendine saklamasından hayli ukala olduğu anlaşılıyor. Sol tarafımda ise iddiasız ama oyunu kazanmak üzere olan -diğerlerinin tepkilerinden anlıyorum bunu- bir başka orta yaşlı erkek oturuyor. Orada ne aradığım ya da bu insanların kim olduğu ile ilgili en ufak bir fikrim yok.

Sağ tarafımda oturan ve attığı zarı beğenmeyen adam birdenbire şu cümleyi kuruyor: "Devrim benim yüzümden gerçekleşmedi, eğer isteseydim devrim yapmaktan daha kolayı yoktu." Bu söylem bana inanılmaz aptalca gelmesine rağmen masadakiler adamı aşağılayacakları yerde ona kulak kesilmeyi tercih ediyorlar. Dayanamayıp soruyorum: "Neden  başarısız oldu devrim?" Gülerek başını sallıyor adam ve devam ediyor konuşmasına: "Los Angeles'da oturuyordum. O gün hava diğer günlere nazaran daha sıcaktı. Arabayı park edip müstakil evimin dış kapısını açtım ve kendimi yatağa attım." O an zeka dolu bir espri yaparak masadakileri etkileyebileceğim inancıyla atılıyorum: "Umarım uyuyakaldığınız için bizi devrimsiz bıraktığınızı söylemeyeceksiniz." Gerçekten de masada bir kahkaha kopuyor. Platin saçlı kadın, anlamlı bir ifade ve dudaklarında kalmış abartısız bir gülümseyişle bana doğru bakıyor. Sonrasında tahrikkar bir beden dili takınıp sol eli yardımıyla sağ omzunu kaşıyor. Fransız manikürü tırnakların her kaşıma darbesiyle kaşınan bölge önce bembeyaz olup sonrasında hızla omzun bronz rengini alıyor. Yanımdaki adam, masada patlayan kahkaha üzerine bozuluyor ve sigara içmek için bir süreliğine ayrılmak istediğini söylüyor. Adamın kalkışıyla birlikte yoğun bir sessizlik yayılıyor ortama. Sadece platin saçlı kadını tanımak istememe rağmen ayıp olmasın diye masadaki diğer kişilere mesleklerini soruyorum. Karşı sağımda oturan yuvarlak gözlüklü adam mimar olduğunu söylüyor. Sonrasında suçluluk duyan bir ifadeyle az önce sigara içmek için masadan kalkan adamın da emekli öğretmen olduğunu ekliyor. Tam platin saçlı kadın konuşacakken sözü, onun yanındaki elmas kırıntılı gözlükleri olan adam alıyor ve ukala bir tavırla: "Doktor, doktorum ben." diyor. Sol tarafımda oturan kişi, kısık ve utangaç bir ses tonuyla 'danıştay' olduğunu söylüyor. Adamın ne söylediğini anlamıyor ve tekrar etmesini rica ediyorum. Bu kez 'sayıştay' yanıtını veriyor. Masaya yine yoğun bir sessizlik hakim oluyor. Kimse benim mesleğimi merak etmese de söyleme ihtiyacı duyuyorum: "Film yönetmeniyim, aynı zamanda bir üniversitede ders veriyorum..." Söylediklerim kimseyi ilgilendirmiyor. Sadece doktor, yayıldığı yerden "John Wayne filmleri gibi filmler mi çekiyorsun?" diye soruyor. Bunun nasıl da aptalca bir soru olduğunu düşünürken doktor, yanındaki platin saçlı kadına dönüp sigara içmek için emekli öğretmene katılacağını söylüyor. Diğerleri de doktorla birlikte kalkıyor. Sadece platin saçlı kadın, mucizevi bir biçimde benimle kalma kararı alıyor. Ona sanki dilim tutulmuş gibi bakıyorum. İki elini çenesine dayamış hayli hüzünlü görünen kadın, bakışlarıma karşılık veriyor. Bir süre sonra aramızdaki sessizliğin onu kaçırabileceğini düşünerek diğerlerine sorduğum soruyu tekrarlıyorum: "Ne iş yapıyorsun?" Ellerini çenesinden indirmeden yanıt veriyor: "Hamileyim." Bunun şaka mı yoksa gerçek mi olduğunu düşünmeden bir başka soru çıkıyor ağzımdan: "Nerelisin peki?" Aynı melankolik tavırla yanıtlıyor: "Bursa." O an Bursa'da olmama rağmen bulunduğum mekanı İstanbul sanıyorum. Devam ediyorum sormaya: "Bursa Kız Lisesi mi?" Monoton bir ses tonuyla yanıtlıyor: "Hayır, Bursa Erkek Lisesi." Onunla aynı liseye gitmiş olmanın gururuyla atılıyorum: "Ben de Bursa Erkek Lisesi'nde okudum!" Aldırış etmiyor ve oldukça atletik bir hamleyle masanın üzerine sırtüstü uzanıyor. Ne yapacağımı bilemeden ona bakıyorum. Yanına uzanmamı istiyor. Masada oturanların uzaklaşmış olabileceklerine duyduğum inançla kadının dediğini yapıyorum. Ahşap masanın üzerinde sırtüstü uzanmış gökyüzüne bakıyoruz. Birdenbire aklımı, doktorun onunla bir ilişkisi olup olmadığı sorusu kurcalıyor. Merakımı yenmek için soruyorum: "Evli misin?" Sert bir ifadeyle bana doğru dönüyor ve omzumu tutarak yüzümü kendi yüzüne doğru çekerek konuşuyor: "Vaktin varken, bunu iyi değerlendir." O an dayanamayıp onunla öpüşmeye başlıyorum. Ağzıma lezzetli bir et tadı geliyor. Alt dudağını yavaşça emiyor ve dilimi ağzına sokuyorum. Tam diliyle dilimi sardığında bu kez üst dudağını ağzıma alıyorum. Bunu birkaç kez tekrarladıktan sonra kadının doktordan hamile kalmış olabileceğine dair tuhaf bir korku doğuyor içime. Geri atılıyorum. Şaşırıyor kadın ve bir sorun olup olmadığını soruyor. Hızla masadan iniyor ve ilk oturma pozisyonuna geri dönüyorum. Duyduğum kaygıyı sezen kadın, aşağılayan bir ifadeyle ve neredeyse kahkahaya varacak bir biçimde gülüyor bana. O an daha da güzelleşiyor. Hayranlıkla izliyorum onu. Emekli öğretmene ait kül tablasındaki yarısı boşalmış cigaralığı, masada kalmış ot kırıntılarıyla doldurmaya çalışıyor. Onun o mutlu ifadesinden aldığım güçle soruyorum: "Doktorla aranda bir ilişki var mı?" Soruma aldırış etmiyor ve cigaralığı doldurmaya devam ediyor. Bunu o kadar beceriksizce yapıyor ki sonunda dayanamayıp benim yapmamı istiyor. Ona, otla işim olmayacağını, hatta ot içenlerin bende tarif edilemez bir nefret duygusu uyandırdığını söylüyorum. Bunu o kadar kesin ve net ifade ediyorum ki kadın, farkında olmadan elindeki cigaralığı parmakları arasında paramparça ediyor. Sonrasında oldukça çevik bir hareketle kalkıp o da yerine oturuyor. Çenesini elleri arasına alıyor ve kendi seçtiği bir noktaya boş gözlerle bakmaya başlıyor. Tam o sırada masanın diğer elemanları aralarında gülüşerek ve bize selam vermeksizin gelip masadaki yerlerine oturuyorlar. Doktor olan, kadının depresif duruşuyla karşılaşınca ona iyi olup olmadığını soruyor. Yüzünü ellerinden ayıran kadın, aynı mutsuz ifadeyle bakıyor doktora. Doktor, saçlarını okşamaya başlıyor kadının. O an adamı boğmak istiyorum! Kadının yüzündeki mutsuzluk, giderek ağlamaklı bir ifadeye dönüşüyor ve sıkıca sarılıyor adama. Ondan defalarca özür diliyor. Tıpkı sahibini uzun zamandır görmemiş bir köpek gibi ağzına gelen her yeri öpüyor. Kıskançlık hezeyanım artsa da olayları izlemek dışında hiçbir şey yapamıyorum. Diğer taraftan, eğer kız onunla öpüştüğümüzü itiraf ederse doktorun bana neler yapabileceği düşüncesinden korkuyorum. Tam bu düşünce aklımdayken, karşı sağımda oturan yuvarlak gözlüklü adam, gözlüklerini çıkarıp gömleğine siliyor. O sırada onun sol gözünde, kocaman, yuvarlak bir morluk olduğunu görüyorum. O morluğun masadan kalkmadan önce de orada olup olmadığını hatırlamaya çalışıyorum. Eğer öyleyse sorun olmayacağını ama az önce olduysa bunun ciddi bir sıkıntı yaratacağını düşünüyorum. Hatta aklımdan, yuvarlak gözlüklü adamın platin saçlı kadına olan ilgisini itirafı sonucu doktor tarafından dövülmüş olabileceğine dair bir kurgu geçiyor. Bu paranoyak algıdan kurtulmak ve ilgiyi üzerime çekmek adına öpüşmekte olan kadına doğru yüksek sesle konuşuyorum: "Bunlardan hangisi 'uğur' kartı? Hangi kartı çekersem 'uğur' kazanacağım?!" Amacıma ulaşıyorum. Kız, doktorla öpüşmesini sonlandırıp masanın üzerindeki oyun kartlarından en üstte olanını bana doğru uzatıyor: "İşte uğur kartın." Karta bakıyorum. Üzerinde annemle benim 1978'de, Bursa hayvanat bahçesinde çekilmiş olan bir fotoğrafımız var. Anneme öylesine kaygısızca ve sevecen bakıyorum ki bu kartın gerçekten de bana uğur getirebileceğini düşünerek çaktırmadan onu cebime atıyorum. Yaptığım bu küçük hırsızlık, bir ayının çığlıklarıyla bölünüyor. Sesin geldiği yere doğru bakıyorum. Oldukça yaşlı bir adamın, tasma taktığı ve kadın elbiseleri giydirdiği bir ayıyla oradan geçmekte olduğunu görüyorum. Her adım atışında burnundan kan fışkıran, yorgun olduğu ve dayak yediği her halinden belli ayıyı izliyorum. Yaşlı adam ve ayının arkasından pankart taşıyan bir kadın grubu yürüyor. Pankartların üzerine yazılmış olan sloganlar sprey boyayla silinmiş. Grup o kadar donuk ve o kadar yavaş yürüyor ki zamanın geçmediğine dair rahatsız edici bir kaygı yaratıyor bende. O an, annem tarafından akşam yemeğine davetli olduğumu hatırlıyor ve saatime bakıyorum. Telaşımı gören platin saçlı kadın, nispet yaparcasına biraz daha sokuluyor doktora doğru. Utançla karışık öfkeyle herkesten izin isteyip ayının bıraktığı kan izlerinin tersinde eve doğru yürümeye başlıyorum. 

3 yorum:

  1. 12.08.13 04:50 Her yaz sonu yaptıkları gibi beni bir süreliğine terk eden annem ve babamı aramam gerektiğini fark ediyor ve kendilerine telefon açıyorum. Kaç zamandır kendileriyle iletişim kurmamış olmamdan ötürü, ikisinin de soğuk sesiyle karşılaşıyorum telefonda. Babam bana, ölü babasının mezarını ziyaret etmem gerektiğini söylüyor. Mezarlık kavramının 2009 yılından beri bende hiçbir manasının olmadığını, mezarlık gezmenin bir çeşit kupa töreni olduğunu, ölüleri rahat bırakmamız gerektiğini söylemek istiyorum ona. Ama kendisinin uzunca süredir benden bir şey istemediğini fark ederek, bu isteği yerine getirmek için dedemin yattığı mezarlıktaki yeri tarif etmesini istiyorum. Babam 1988’de ölen kendi babasını, dedesi ile aynı mezara gömdüğünü söylüyor bana. Babama bu durumu bana ilk kez söylediğini, yaptığı şeyin Türkiye gibi bir ülkede hoş karşılanmayacağını ve niçin onca boş toprak varken böyle bir şey yaptığını soruyorum. Her zamanki gibi sorulara üstü kapalı yanıtlar veriyor. Bir süre daha konuştuktan sonra telefonu kapatıyor ve yola çıkıyorum. İki şehir sınırı geçtikten sonra dedemin ve dedemin babasının yattığı mezarlığı ve tek mezarı buluyorum. Mezar üzerinde tek bir mezar taşının olması dikkatimi çekiyor. Bütün bunların bir saçmalık olduğunu, o mezarlıkta hiçbir işimin olmadığını, onca yolu neden geldiğimi düşünmeye başlıyorum. O an ablam yanıma geliyor, omuzlarımdan tutarak beni hızlıca sarsıyor. Sarsarken, bir yandan da sert bir ses tonuyla ‘O’na o konunun öyle olmadığını söyle’ şeklinde söylendiğini işitiyorum. Kimsenin bana bir şey sormadığını, kime ve nasıl bir şey söylemem gerektiğini, dahası söylediği şeyin net olmadığını ablama belirtmek istiyorum. Beni anlamayacağını düşünerek susmaya karar veriyorum. O sırada ablam, bir ağaçtan bahsediyor bana. O ağacı bulmamı ve üzerinde yazan yazıya bakmam gerektiğini vurguluyor ve ortadan kayboluyor. Bahsettiği ağacı buluyorum. Ağacın gövde ve köklerinin tam birleştiği yerde, kan ile alt alta 5 harfin sıralandığını görüyor, korktuğumu hissediyorum. Birkaç metre ardımdan sesler geldiğini duyuyor ve konumumu bozmadan bu kalabalığı dinliyorum. Kalabalıktan biri, ağacın dibinde alt alta M A U V A harflerinin sıralı olduğunu, ama -orada duran beni işaret ederek- şu an sol taraftan baktığımı, eğer sağa doğru dönüp bakarsam sadece benim okuyabileceğim bir isim ve bir ismin yarısını görebileceğimi söylüyor. Sağa doğru ilerliyorum ve akarken kurumuş olan kanla yazılı ismi ve yarım ismi okuyorum. Yavaşça kalabalığın yanından uzaklaşıyorum. Kalabalıktan uzaklaştığımda telefonum çalıyor, annem arıyor. Garip biçimde ona, öğrenciyken arkadaşlarıyla yaptıkları boğaz gezisinde çektirdiği bir fotoğrafı, ergenlik dönemimde neden uzun süre yanımda gezdirdiğimi, o fotoğrafı aslında kendisi için yanımda taşımadığımı, fotoğrafta annemin biraz uzağında duran ve okuldan arkadaşı olan küt saçlı kumral kızı çok beğendiğimi itiraf etmek istediğimi fark ediyorum. Annemin telefonu ‘kapsama alanında olmadığı’ gerekçesiyle kesiliyor. Annemi tekrar arıyor ve ona yolda olduğumu söylüyorum. Bana saatin artık çok geç olduğunu, eve gidince muhakkak kendisini aramam gerektiğini belirtiyor annem. O sırada, biyolojik olarak ‘içinden çıktığım’ bu kadından uzun süredir bir konu hakkında yorum yapmasını istediğimi anlıyorum. 1948 doğumlu olan ve 38 yaşında beni doğurmuş olan anneme, 2012 yazının başında kendi yatak odasında bana anlattığı ve benim hiçbir tepki vermediğim rüyayı hala anımsayıp anımsadığını, o rüyada beni neden kendi ile aynı yaşta biri ile gördüğünü, dahası neden ‘el’ gördüğünü, bütün bu olanları gerçekten anlamadığımı sormak istiyorum. Bu isteğim annemin ardı arda sorduğu saçma sorularla sekteye uğruyor. Sorulan hiçbir soruyu anlamadığımı fark ediyorum. Hiç kimseye hiçbir konuda hiçbir şey soracak takatim olmadığını idrak ediyorum. Babaannemin, 1960’ların başında, babamı okutmak için ipotek ettirdiği eve gidiyorum. Duvarları seyrederken sigaradan tiksinen babam aklıma geliyor ve bir sigara yakıyorum. O anda etrafta hiçbir canlının olmadığını fark ediyor ve sessizce ağlamaya başlıyorum.

    YanıtlaSil
  2. Rüyanızın son sahnesinde içtiğiniz sigaranın markasını merak ettim.

    YanıtlaSil
  3. Camel'ım bitmişti. Yanımda iki adet Winston -Box- vardı, birini içtim, diğer teki kaldı.

    YanıtlaSil