Türkiye Arıcılık Vakfı, ülkede arıcılığın gelişmesi ile ilgili bir konuşma yapmam için beni Ankara'ya çağırıyor. Onlara sinemacı olduğumu anlatmam hiç bir işe yaramıyor ve kendimi arı şeklinde tasarlanmış altın mikrofona konuşma yaparken buluyorum. Arıların anaerkil sosyalizm için çalışan hayvancıklar olduklarını ve tam da bu noktada ataerkil-faşizan karıncalardan kesinlikle ayrılmaları gerektiğini söylüyorum. O sırada, konuştuğum arı şeklindeki altın mikrofon koluma düşüyor ve iğnesi damarımı parçalıyor. Bir yandan kolumdan kan fışkırırken diğer yandan konuşmaya devam ediyorum. Arıcılığı yok edenlerin, arı yuvalarını çimento ile kapatanların ve kraliçe arıların kadın haklarını yok etmeye çalışan feminist grupların, 80 dönemi darbeciler ile birlikte yargılanması gerektiğini söylüyorum. Müthiş bir alkış kopuyor. O sırada dinleyici kadınlardan biri, kalabalığı yararak elinde sıkı sıkıya tuttuğu 'Karı Değil Arıyız' yazılı pankartı havaya kaldırıyor. Sonrasında 'vız vız' sesleri çıkararak kendini yere atıyor. Histerik bir hezeyanın pençesinde yerde kıvranırken kot pantolonunun düğmelerini çözmeye başlıyor ve pantolonunu kasıklarına kadar indiriyor. Tanık olduğum bu baştan çıkarıcı sahneye rağmen konuşmamı sürdürüyor ve arıların sağlıklı bal yapabilmeleri için muhafazakar Endonezya köylerinden çiçek ithalatına kesinlikle son verilmesi gerektiğini, onun yerine Çinli çiçekçiler ile anlaşılmasının elzem olduğunu ifade ediyorum. Kasıklarına kadar indirdiği pantolonuyla tozun toprağın içinde debelenen kadın, bu kez de külotunu yavaşça indiriyor. O an gördüklerim karşısında şaşırıyorum çünkü altıgen şeklindeki bir arı peteğinin kadının cinsellik organına dönüşmüş olduğu gerçeğiyle karşılaşıyorum. Aniden debelenmeyi durduruyor kadın ve gözlerini bana doğru dikiyor. Kolumdaki kan akışının giderek hızlandığını hissediyorum. O sırada petek şeklindeki organından simetrik ve ritmik bir biçimde arılar havalanmaya başlıyor. Çok geçmeden yüzlerce arı koluma saldırıp kanımla besleniyor. İğnelerin acısına rağmen olgun tavrımı zedelememek adına aynı yüz ifadesiyle kalakalıyorum. O sırada 100 kilonun altında olmayacak şekilde arı kostümü giyinmiş 20 kadın, alkışlar arasında konuşma yaptığım meydana çıkıyor. Kan revan içinde kalmış bedenime zerre kadar ilgi göstermeyen kadın korosu, Zülfü Livaneli'nin 'Kan Çiçekleri' isimli parçasını çok sesli olarak söylemeye başlıyor. Kolumdaki arıların yoğunluğu şarkı ile birlikte artıyor. İğnelerinin acısı dayanılmaz oluyor. Her şeye rağmen son sözü söylemek için kürsüye düşmüş mikrofona doğru yaklaşıyorum. Tam nefesimi kontrol altına almışken altın mikrofonun kanatları birdenbire çırpmaya başlıyor. O kadar güçlü çırpıyor ki 'arı mikrofon', bir süre sonra havalanarak kalabalığın üzerinde hızla kayboluyor. Gözlerimi kapatmadan önce gördüğüm son gördüğüm sahne, kolumu saran yüzlerce arı ve devasa popolarını sallayarak çok sesli türküler okuyan kadın korosu oluyor.
30 Temmuz 2012 Pazartesi
16 Temmuz 2012 Pazartesi
16 Temmuz 2012 - Rüya
Gündelik yaşamda hiç de sevmediğim P.O. ile benzin sıkıntısı yüzünden gecenin bir vakti yolda kalıyoruz. P.O'nun elindeki haritadan Cezayir'e yakın bir yerlerde olduğumuzu anlıyorum. Bir süre sonra 'Kamyonet' marka bir polis arabası bize doğru yaklaşıyor. Uzun boylu, oldukça zayıf bir polis, arabasından inerek bize niçin yolun ortasında durduğumuzu soruyor. Ben de arabanın LPG ile çalıştığını ancak çocukluğumdan beri 'Tüpgaz' patlama sesinden ürktüğüm için arabaya benzin koymayı tercih ettiğimi ve bu yüzden yolda kaldığımızı söylüyorum. Adam, arabanın içine girip arama yapmaya başlıyor. P.O'nun yüzüne bakıyorum. O da utanarak yüzünü benden kaçırıyor. Ona esrar kullanıp kullanmadığını, arabada esrar olup olmadığını soruyorum. Yere sertçe tekme atarak sırtını bana dönüyor. O sırada polis, arabada bulduğu prezervatifte saklanmış az miktarda esrarla bize doğru geliyor. Bunların bize ait olup olmadığını soruyor. Ben de arabanın kiralık olduğunu, dolayısıyla bulduğu esrardan haberim olmadığını söylüyorum. Polis, geceyi onunla geçirmemiz gerektiğini, ancak vaktin oldukça geç olduğunu ve bu yüzden bizi evinde konuk edeceğini söylüyor. Çaresiz kabul ediyoruz. Kamyonet'e binip bir süre sonra onun evine geliyoruz. İçeriye girer girmez şaşırıyorum çünkü duvarlar Tom Waits'in ve onun albümlerinin posterleriyle kaplı. Aynı zamanda tuvalet kapısına asılmış olan 'Rush' (1991) filminin afişi dikkatimi çekiyor. Adam, ertesi gün saat 7:00'de işbaşı yapacağı için uyuması gerektiğini söylüyor. Bize salonun köşesinde büyükçe bir yer yatağı yapıyor. Yatak, ham petrol ve patates kızartması kokuyor. Adamın odasına gittiğinden emin olan P.O. soyunmaya başlıyor. Ondan nefret etsem de oldukça güzel bir vücudu olduğunu düşünüyorum. Bacak yüzeyine yakın olan mavi damarlar dikkatimi çekiyor. Üzerimdeki elbiseleri çıkarmadan yatağa uzanıp bir süre onu izliyorum. Tam külotunu indirmeden önce onunla sevişip sevişmeyeceğimi soruyor. Ben de eve yabancılık çektiğimi ama tutuklanmadan arabayı almayı başarırsak onunla yarın arabada sevişebileceğimi söylüyorum. Ve henüz cümlem bitmemişken P.O. çırılçıplak bedeniyle karnıma oturup beni hemen istediğini, aksi taktirde adamı uyandırıp onunla sevişeceğini söylüyor. O sırada odanın ortasındaki televizyon kendiliğinden çalışmaya başlıyor. Bilmediğim bir kanal, gece ajansında benimle ilgili haberler veriyor. Sarı saçlarının peruk olduğu her halinden anlaşılan spiker, gece ajansına yakışmayacak tek parça kırmızı bir mini elbise giyinmiş ve haberleri ayakta, boy planda sunuyor. Oldukça salak görünmesine rağmen keşke yanımda olsaydı diye iç geçirmeme neden oluyor. Kadın, P.O. ile yaptığım yolculuğu, arabanın yolda kalmasını, prezervatif içinde bulunan esrarı, adı 'Hassan' olan bir polisin evinde kaldığımızı, kısacası rüyanın başından beri olan her şeyi elindeki kağıttan okuyarak anlatıyor. Sonra hızını alamayıp tarih sırasına göre çektiğim filmlerin adlarını, kazandığım ödülleri ve yattığım kadınların isimlerini de haberin sonuna ekliyor. Özellikle yattığım kadınlardan söz ederken araya, aldığım diplomaların kötü çekilmiş fotokopileri ve not ortalamamı belirten transkript görüntülerinin girmesi beni müthiş derecede rahatsız ediyor. Halının altına sıkışmış kumandayı alıp televizyonu kapatıyorum. Sevişme modundan uzaklaşmış P.O. sırtını bana dönerek 'listene birini daha ekledin işte' diye sitem ediyor. Ona henüz sevişmediğimizi, isterse bundan rahatlıkla vazgeçebileceğimi söylüyorum. O da sertçe bana dönüp elindeki kanı gösteriyor. 'Sevişmediysek bu ne! Az önce kızlığımı aldın ve şimdi inkar ediyorsun' diye ayaklanıyor. Vücuduna sarılmış çarşafı indirerek elbiselerini bir bir giyinmeye başlıyor. Çarşaf, abartılı bir biçimde kanla kaplanmış. O sırada duvar saatinin alarmı çalıyor ve saatin 7:00 olduğunu görüyorum. Alarmla birlikte adam odasından dışarı çıkıyor. Ayağında yuvarlak burunlu kovboy çizmeleri var. Ayrıca eskitilmiş kot pantolonu, yeşil gömleği ve fötr şapkasıyla da olağanüstü dikkat çekiyor. Ona göreve gidip gitmeyeceğini sorduğumda, görevin iptal olduğunu ve konsere gideceğini söylüyor. Sabahın köründe hangi manyak konser verir diye sormaya çekiniyorum açıkçası. Adamı gören P.O. ise oldukça dramatik bir ses tonuyla beni ona şikayet ediyor. Gelecekteki kocasına sakladığı kızlığını fütursuzca bozduğumu, kendimle ilgili çıkan haberlere yapışık yaşayan bir narsisist olduğumu, bu kafayla gidersem istediğim filmi hiçbir zaman çekemeyeceğimi ve sıkma moduna aniden geçen çamaşır makinelerinden korkan bir zavallı olduğumu söylüyor. P.O.'yu sonuna kadar dinleyen adam, yorum yapmak yerine oldukça tepkisiz bir biçimde arabanın aşağıda olduğunu, tutuklanmamı gerektirecek bir sebep olmadığını, dilersek evinde kalmaya devam edebileceğimizi söyleyerek kapıyı çekiyor. O an evin bana kaldığı coşkusuyla önce tuvalete gidiyor ve kapıyı kilitliyorum. Klozet kapağını kaldırdığımda, sarı, uzunca bir peruğun ve çok sayıda prezervatifin klozet deliğini tıkamış olduğunu görüyorum. Çamaşır makinesinin yanında bulunan kalınca bir sopayla peruğu delikten içeri itmeye çalışıyorum. Ancak başarılı olamıyorum. Peruğu her deliğe itişimde saçlar daha da kabararak çoğalıyor. Bu sahne öylesine midemi bulandırıyor ki peruğun üzerine kusmaya başlıyorum. O an tuvaletin kapısı vuruluyor. Dışarıdan telsiz sesleri duyuyorum. Kapıyı açmamla birlikte bir haberci ordusu içeriye doluşuyor. Arkalarında pişkince sırıtan P.O'yu görüyorum. Elinde bir pankart ve pankartın üzerinde şöyle bir yazı dikkatimi çekiyor: 'Shell G Power, Mor Çatı!' Slogandan hiçbir şey anlamasam da üzerime çullanan ve soru sormakta olan onlarca gazetecinin arasından yükselerek P.O'ya güçlü bir yumruk patlatıyorum. Elmacık kemiği tıpkı bir karton kutu gibi içeri göçen kız, acı duymak yerine kahkaha atmaya başlıyor. Gazeteciler niçin 'F' klavye kullandığım, neden Greenpeace'e üye olmadığım, niçin son zamanlarda vapuru tercih ettiğim, neden rüyalarımı herkese anlattığım gibi sorular sormaya başlıyorlar. Bu son soru, garip bir biçimde 'aktif uyandıran soru' olarak aklımda kalan en net soru oluyor.
10 Temmuz 2012 Salı
10 Temmuz 2012 - Rüya
Fransız işçi sendikalarının birinde (logosunda yan yana dizili A ve M harfleri var) genel sekreter yardımcısı olarak göreve alınıyorum. Sakalları göbeğinde bir adam, odamı göstermek için benimle geliyor. Dar ve rutubetli bir koridorda yürümeye başlamışken ona sosyalizmin hangi fraksiyonundan olduğunu soruyorum. 'Uzun bacaklar-dolgun göğüsler' diye yanıt veriyor adam gülerek ve cebinden mesleki kimliğini çıkarıp bana gösteriyor. Kartın üzerinde 'Sorbonne Kız Meslek Lisesi' yazıyor. Demek öğretmensiniz demeye kalmadan üzerinde adımın olduğu ancak anahtar deliliğinin olmadığı ahşap bir kapının önünde duruyoruz. Adam, çantasını aralıyor ve içinden kocaman kırmızı bir anahtar çıkarıp bana veriyor ve eğer kendisine gereksinim duyarsam odadaki masanın altındaki zile basmam gerektiğini söylüyor. Kapıyı açıp içeri giriyorum. Paris'te olmama rağmen odanın boğaz manzarası dikkatimi çekiyor ancak yine de bir an önce işe koyulmam gerektiğini düşünüyorum. Masanın üzerindeki hayli yüklü dosyaları incelemeye başlıyorum. Renault fabrikasının geçen yıl çıkardığı işçi sayısının 1.024 megabyte olduğunu, bunlardan 512'sinin iki çekirdekli olduğunu okuyorum. Sağ çekmeceden, üzerinde sosyalist kağıt sendikasının baş harfleri (SKS) olan kıpkırmızı A4 kağıdı alıp üzerine Renault ile ilgili matematiksel notlar almaya başlıyorum. 1.024 ve 512 arasındaki sayısal bağlantıyı çözebilirsem keyfi işçi çıkarımlarına son verebileceğimi umuyorum. Uzun bir çabadan sonra 1.024 sayısının 512'nin iki katı olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Müthiş bir sevinçle üzerinde 'Telekulak' yazan kıpkırmızı masa telefonunu kaldırıyorum. Herhangi bir tuşa basmaksızın telesekreter çıkıyor karşıma. Şöyle diyor: 'Troçki ölmedi diyorsanız 1'e', Marx'ın hayaletiyseniz 2'ye, Rosa Luxemburg rüyalarımın kadını diyorsanız 3'e basın, sosyal demokratsanız odanızı terk edin. Hiçbiri değilseniz, operatöre bağlanmak için lütfen bekleyin.' Bekliyorum. Az sonra uykulu bir kadın sesi ne istediğimi soruyor. Ona, sendika genel sekreteriyle görüşmek istediğimi söylüyorum. Kadın, alaylı bir kahkaha atarak burasının bir anaokulu olduğunu ve okulun da genel sekreteri olmadığını söylüyor. O sırada tiz bir zil sesi duyuluyor ve koridordaki kapılar aniden açılıyor. Onlarca çocuk çığlığı sevinçle yankılanıyor. Bir süre gıkım çıkmıyor. Telefondaki ses üst üste 'Alo' diyor. Sesin, eski sevgilime ait olduğunu düşünüyorum ve ona B.A. olup olmadığını soruyorum. 'Ta kendisiyim' diye yanıt veriyor. Kimliğimi saklama ihtiyacı duyuyor ancak bir yandan onun burada, Paris'te bir anaokulunda neden sekreterlik yaptığını da merak ediyorum. O sırada odanın kapısı sanki kırılacakmış gibi vuruluyor. Telefonu kadının yüzüne kapatıyorum. Kapıya doğru ilerliyor ve 'kim o' diye soruyorum. Yanıt gelmiyor. Tedirgin bir tavırla açıyorum kapıyı. 1.80 boylarında, esmer, komando elbisesi giyinmiş 35 yaşlarında bir kadın çıkıyor karşıma. İçeri buyur etmeye kalmadan odanın penceresine kadar yürüyor kadın ve boğazında asılı dürbünle dışarıyı gözetlemeye başlıyor. Ona çaktırmadan masama doğru ilerliyor ve odayı gösteren sakallı adamı çağırmak için masanın altındaki düğmeyi arıyorum. Bulamayınca masanın altına giriyor ve daha detaylı bakınıyorum. Sert kırmızı plastikten yapılmış çöp kutusunun içinde L'Humanité dergisinin 1968 özel sayısını buluyorum. Dergiyi karıştırdığımda bir sürü pornografik fotoğrafla karşılaşıyorum. Derginin son sayfasında, Pravda gazetesinin reklamı var ve reklam fotoğrafında sarışın bir erkek atleti kulplu beygirde çalışırken görüyorum. Fotoğrafın altında 'Okumak Çalışmaktır, Pravda'yı seçin, Siz de Kazanın' yazıyor. Dergiyi yeniden çöp tenekesine atıp masanın altından kalkıyorum ve kadının gitmiş olduğunu görüyorum. Pencereye doğru ilerlediğimde, pervaza bırakılmış dürbünle karşılaşıyorum. Şaşkın bir tavırla alıyorum dürbünü ve boğaza doğru bakıyorum. Tuhaf bir biçimde annemi eski evimizde yemek yaparken görüyorum. Evi su basmış, su seviyesi annemin karnına kadar yükselmiş. Saçları bembeyaz olmuş annemin. Üzerinde, 'Temel Reis' çizgi filmindeki Safinaz'ın elbisesi var. Korkuyla indiriyorum dürbünü ve boğazda farklı bir nokta seçip oraya bakıyorum. Bu kez de babamı bir grayderin üzerinde kazı yaparken görüyorum. Grayderin camında doktor amblemi var. Kazılan yer bir gecekondu mekanı ve kazı alanını çevreleyen bandın üzerinde 'Dikkat Cumhuriyet Altını' yazıyor. O sırada omzuma bir el dokunuyor. Hızla indiriyorum dürbünü ve Sorbonne'da çalışan sakallı öğretmenle karşılaşıyorum. Adam, oldukça sinirli bir ses tonuyla zile gereksiz durumlarda bastığım için sendika tarafından kovulma kararının alındığını söylüyor. Dürbünü yeniden pervaza bırakıyor ve adama zile kesinlikle basmadığımı, hatta masanın altında bir zil dahi olmadığını söylüyorum. Ancak dinlemiyor beni. Elindeki kağıdı imzalamamı ve sonra da eşyalarımı toplayıp odayı bir an önce terk etmem gerektiğini söylüyor. Kağıda bakıyorum ve işten çıkarılmama neden olan '1024/512 sayılı kanun' sözcükleri dikkatimi çekiyor. Müthiş ancak dışarı yansıtmadığım bir öfkeyle kağıdı, üzerinde kızıl yıldız çıkartması olan bir kalemle imzalıyorum. Bunun üzerine işaret parmağıyla kapıyı gösteriyor adam. Başımı önüme eğiyor ve ayaklarımı sürüye sürüye aralık kapıdan dışarı çıkıyorum. O sırada ince zil tekrar duyuluyor ve koridordaki çok sayıda kapı aniden açılarak yüzlerce çocuk dağılıyor koridora. Hızla geçiyorlar beni. Aralarında kalıyorum. Yüzlerinden okunan korkunç bir hazla koridorun sonundaki et dokusunu andıran kırmızı deliğe doğru koşturuyorlar.
7 Temmuz 2012 Cumartesi
7 Temmuz 2012 - Rüya
Fotoğrafta gördüğünüz kadından yeni filmimde oyuncu olmasını istemek için randevu alıyorum. Nedenini anlayamadığım biçimde Kadıköy PTT binasının kargo servisinde buluşuyoruz. Birbirimizi ilk kez görmemize rağmen sıkıca sarılıyor bana. Elbisesi, İkinci Dünya savaşı sırasında topal kalmışlara devlet zoruyla hizmet veren Baylan Pastahanesi gibi kokuyor. Böylesi bir yakınlık beklemediğim için hayrete düşüyorum. Onu bir an önce başka bir yere götürmemi, ailemle ilgili anlatacağı önemli şeyler olduğunu söylüyor. Biraz cesaret toplayarak evime gelip gelmeyeceğini soruyorum. Sağ elinin başparmağını dudaklarında dolaştırarak 'nereye olursa' diye yanıt veriyor. O an karnımdan bağırsaklarıma inen bir heyecanla elimi cebime atıyor ancak sadece üç liram olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Para çekmem gerektiğini bilmeme rağmen paramı hangi bankaya yatırdığımı hatırlayamıyorum. Kadını mavi minibüslere bindirmeye utanıyor ve ondan beni beş dakika beklemesini istiyorum. Bunun üzerine gülümsüyor kadın ve sağ elinin parmaklarını ardına dek açıp beş işareti yapıyor. Sonra da elini göğsüne bastırıyor. Aldığı her nefesle göğsü üzerinde yükselip iniyor kadının eli. Tahrik dozu yüksek bu görüntüye daha fazla dayanamayıp PTT kargosunda çalışmakta olan ve daha önceleri gözüme kestirdiğim ergen-çirkin görünümlü kızın yanına gidiyorum. Çalıştığı masanın üzerinde mavi plastik bir tarak ve tarakta kalmış ıslak saçlar çarpıyor gözüme. Saçların arasında ters dönmüş kara bir sinek, ritmik çırpınışlarla yaşam mücadelesi veriyor. Sineğin mücadelesi müthiş bir mide bulantısı ve baş dönmesi yaratıyor bende. Ancak yine de kendimi kontrol edip elimi sertçe masaya vuruyorum. İşinden başını kaldırıyor kız. Daha da çirkinleşmiş olduğunu görüyorum. Ona, kendisinden çok daha güzel bir kadınla birlikte olabilmem için paraya ihtiyacım olduğunu, oysa yalnızca üç liram olduğunu, hayatım boyunca hep PTT'den alışveriş yaptığımı, bunun karşılığını almanın zamanı geldiğini ve bana en az 4.000 lira borçlu olduğunu söylüyorum. Kız, işaret parmağını dudağına götürüp sus işareti yapıyor. Masasındaki telefonu kaldırıp birileriyle bilmediğim bir dilde konuşuyor. Konuşma sırasında arada kahkahalar atıyor. Diş etleri bembeyaz oluyor ağzını her açtığında. Sonra masa birdenbire sallanmaya başlıyor. Bunu takiben masanın altından beyaz atletli, kilolu, ter içinde bir adam çıkıyor. Elinde kopmuş bir sürü kablo taşıyan adam, PTT'nin elektrik sisteminde ciddi bir sorun olduğunu ve bu aksaklığı gidermek için masanın altına girdiğini söylüyor. Tam o sırada adamın diz kapaklarında kan izleri beliriyor. Utanıyor adam ve utandıkça saçından gelen Cibali tütün kolonyası kokusu daha da artıyor. Kız, telefonu sertçe kapatarak adama derhal köpek pozisyonuna geçmesini emrediyor. Adam, elindeki kablo artıklarını kıza veriyor ve dudaklarını bükerek köpek pozisyonuna geçiyor. Hızla ayağa kalkıyor kız ve 'Terrier değil, Rottweiler pozisyonuna geçeceksin aptal kol işçisi' diye bağırıyor. Adam, bu uyarının üzerine iki kolunu daha da yaklaştırıyor ve gözlerini şaşı hale getiriyor. Kız, gördüklerinden memnun, cebinden bir avuç bayram şekeri çıkararak bana veriyor ve 'işte 4.000 liran, bu parayla dilediğin kadar mavi minibüslere binebilirsin' diye sırıtıyor. Sonra da yavruağzı rengindeki ucuz kumaş eteğini beline kadar çekerek adamın sırtına oturuyor. 'Hadi' diye bağırıyor adama, 'beni yıldızlara götür!'. Adam, pabuç kadar olmuş bembeyaz dilini dışarı çıkarıyor ve hızla soluk alıp vererek kargo odasının dış kapısına doğru yürümeye başlıyor. Elindeki kabloların en kalın olanını bir kırbaç gibi şaklatan kız, adamın poposuna düzenli olarak vuruyor. O sırada PTT'nin ışık düzeni, TRT Arı Stüdyosu'nun rengarenk ışık estetiğine dönüşüyor. Yanıp yanıp sönen onlarca renkli ampul arasında kız ve adam giderek ortadan kayboluyor. Bu kutsanmış görüntü öylesine heyecanlandırıyor ki beni, randevulaştığım kadına dönmem gerektiği ancak bir süre sonra geliyor aklıma. Hızla köşeyi dönüyorum ve kadını, belediye tarafından kulağı kavuniçi etiketle damgalanmış bir sokak köpeğini severken buluyorum. Onlarca PTT müşterisi, kadını daire içine almış ve hipnotik bir biçimde onu izliyor. Köpek seven kadınların mavi minibüslere binebilecekleri ve bundan gocunmaklayacaklarına dair ilkel bir düşünce geçiyor aklımdan. Daireyi yararak kadının yanına geliyorum. Orada olduğumu bilmesine rağmen istifini bozmuyor kadın, köpeği sevmeye devam ediyor. Oldukça hastalıklı görünen köpeğin seyrek tüylerinden Cibali tütün kolonyası kokusu sızıyor. Bayılacak gibi oluyorum. Köpeği sevdiği elini yakalıyorum kadının ve diğer elimle cebimdeki bayram şekerlerini çıkarıyorum. 'İşte' diye bağrıyorum, 'artık zenginiz!'. O anda Francis Lai'nin 'Jessica' isimli şarkısı çalıyor. Daire halindeki kalabalık el ele tutuşup etrafımızda dönmeye ve tavana bakarak şarkıyı mırıldanmaya başlıyor. Kadın ayağa kalkıyor ve henüz senaryomu okumadığını, bu yüzden filmimde oynayıp oynamayacağından emin olmadığını ama istersem sevişebileceğimizi söylüyor. Midemde uzun süre önce kurulmuş olan bir atlı karınca harekete geçiyor o an. 'Gerçekten mi' diye soruyorum. Şart koşuyor kadın; sadece ailemin evinde sevişebileceğini, aksi taktirde ülkesi olan Alaska'ya ilk uçakla geri döneceğini söylüyor. Başımı kadının göğüsleri arasına koyuyor ve elimdeki şekerlerle onu istediği yere götürebileceğimi söylüyorum. O sırada kadının göğüslerinden Cibali tütün kolonyası kokusu geliyor. Hızla başımı kaldırdığımda onun, kargo bölümünde çalışan çirkin kıza dönüştüğünü görüyorum. Elimdeki tüm şekerleri büyük bir öfkeyle yere atıyorum. Kız da sanki oyun oynuyormuş gibi attığım şekerlerin üzerinde zıplamaya başlıyor. Ayakkabılarının altında un ufak oluyor şekerler. Etrafımızda daire olmuş kalabalık, o sırada çalmaya başlayan Paul Mauriat'nın 'Viens Viens' şarkısı eşliğinde soyunmaya başlıyor. Kalabalık soyundukça binanın içine yağmur atıştırmaya başlıyor. İnsanlar, yağan yağmurun altında birbirlerine bağırarak şiirler okuyor, çırılçıplak dans ediyorlar. Onlarca şekilsiz adamın ve obez kadının çıplak bedenlerini görmeye dayanamayıp daireden dışarı çıkmaya çalışıyorum. Ancak ya birisinin poposuna, ya birisinin kollarına ya da bacaklarına çarpıp daire içinde kalıyorum çaresiz. Yere bağdaş kuruyorum. İstemsizce gülmeye başlıyorum. Başımı ellerim arasına alıyorum. Burnumu çekiyorum. Ter içinde kaldığımı hissediyorum. Kasıklarımdan gelen Cibali tütün kolonyası kokusunu kendimden saklamaya çalışıyorum.
4 Temmuz 2012 Çarşamba
Slumber Party Massacre
1984 yılının kışa teğet geçen aylarının birinde Bursa Merih Video'nun korku filmi reyonunda film seçmeye çalışırken, ayağında yeşil babetleri, adında 'G' harfi olan bir kız girdi içeri. Hiç tereddütsüz Steve Rash'ın 'Under the Rainbow' filmini seçerek yanımdan geçen ve omzuna ancak gelebildiğim kızın aşil tendonunu izlerken ben de istemsiz olarak Slumber Party Massacre adlı filmi seçmiştim.
1 Temmuz 2012 Pazar
Libido Paratoneri
Geçtiğimiz yıl televizyon anteni ve libido paratoneri olarak piyasaya sürülmüş bu ilahi uzakdoğu kızlarının manevi şiddet duygusunu görsel kod dizgesine dönüştürmek istiyorsanız alıcılarınızı Geist-Sat uydusu kuzey yönü, 10.340 numaralı frekansa çevirmeniz gerekmektedir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)