"Şu depresyon her şeyi alıp götürmeden bir plak seçer misin?" Ateşi giderek sönmekte olan kırmızı bir koltuğa uzanmış Anna'nın belki de son arzusuydu bu.
İlk kez 1994 yılında rastlantısal biçimde karşıma çıkan 1986 yapımı Leos Carax imzası taşıyan 'Mauvais Sang' filminde, kendime en çok sorduğum sorulardan biri, hiç şüphesiz Anna'nın cümlesiyle hayat bulan 'depresyon'un nerede asılı olduğuydu; Anna'nın arzusunda mı, ona olanaksız bir aşkla tutkulu olan Alex'in seçeceği plakta mı, yoksa ikisinin dışında var olan ve ancak onların tepkileriyle kendini teşhir edebilen mizansenin kendisinde mi? Filmsel gerçekliği sistemli bir kaosa sürükleyen depresyon, sahneler arasında tanıdık olmayan bir geçiş şablonuna dönüştükçe, onun hem kendini teşhir eden ve hem de büyük bir ustalıkla gizleyen yapısı üzerinde düşünmeye başladım. Öncelikle filmin dramatik akışında karakterlere doğru yol alan bir kanal açtım. Böylelikle karakterlerin tepkilerinden hareketle analitik ve biraz da sezgisel bir bilgi ağına ulaşmış olacaktım. Yüzeysel olduğu kuşku götürmez bu kanal, 'karakterin duruşu' ile ilgili verili bilgileri gözle görülür hale getirmemde yardımcı oldu. Bunun için, depresyonu işler kılan iki karaktere, yani Anna ve Alex'e üç soru sordum; 'Neden susuyorsun?', 'Neden burada olmakta ısrarcısın?' ve 'Neyi arzuluyorsun?' Anna, Alex'in kendisine duyduğu aşka kayıtsızdı çünkü başka birini seviyordu. Suskunluğunun nedeni bu olmalıydı. Ancak bir yandan da orada, yani Alex'in yanında kalmakta ısrarcıydı. Çünkü kendisine duyulan aşk, gündelik olan her şeyi mitolojik bir derinliğe sürüklüyor ve görünümün tüm sıradanlığı, kıpırtısız bir patlamayla kendini ele veriyordu. Peki arzuladığı neydi Anna'nın; kendisine karşı duyulan bu karşılıksız aşkın yerçekimsiz bir zaman parçasında sonsuza dek sürmesi mi, yoksa her şeyin, Alex tarafıdan seçilmesi beklenen plağın ezgisiyle ölüme doğru taşması mı? İki karakterin birbirlerine olan uzaklığını el yordamıyla bile olsa ölçebilmenin tek yolu, Alex'in vereceği yanıtlardı kuşkusuz. Alex susuyordu çünkü Anna'ya duyduğu aşk, onun beden imgesine çarparak yine kendisine dönüyordu ve böylelikle Alex, yalnızca aksak varoluşuna yayın yapan bir radyo sinyali olma kaderine sürükleniyordu. Aşkın yaşandığı mekan, aynı zamanda bir cinayet mahaliydi ve orada olmakta ısrarcıydı Alex çünkü kendini hedef alan cinayetin izlerini silerek, yani kendi ölümünü çoğaltarak acısını sonsuza dek geciktirmeye kararlıydı. Peki arzuladığı neydi Alex'in; Anna'ya olan aşkını itiraf ederek havada asılı duran ve dağılmayacağı her halinden belli şu depresif mizanseni bir an önce parçalarına ayırıp onun taşıdığı sırrı alaşağı etmek mi yoksa dilinden dökülmeyenleri, seçeceği plağın ezgisine dönüştürerek Anna'yla 'tek taraflı' bir bütünleşme formülü yaratmak mı?
Cevap anahtarının soruların üzerine yanlışsız oturduğu böylesi bir çözümlemede, depresyonu yaratanın ne olduğuna dair 'gerçeklik' duygusu, biraz daha kendini teşhir eder olmuştu. Ancak yine de karakterlere doğru açmış olduğum bu depresif kanal, eninde sonunda tıkanacağı sinyalini de vermeye başlamıştı. Buna rağmen karakterlerin depresif konumlarına dair elimde kalanları özetleyebilecek bir konumda hissediyordum kendimi. Öyle ki sormuş olduğum bu üç soruya karşılık olarak karakterlerin depresyonunu ortaya çıkaran temel aksiyonlar, verdikleri 'tepkiler', karşı karşıya oldukları 'kaçınılmazlıklar', duyumsadıkları 'çelişkiler' ve yaşadıkları 'çatışmalar' olarak sıralanmıştı. Örneğin iki karakter açısından da susmak, stratejik bir tepkiydi ve kaçınılmaz olarak orada olma zorunluluklarını ve karşılıksız arzularını besliyordu. Depresyonu analitik anlamda hissedilir kılan tüm bu aksiyonlara rağmen eksik olan bir şey vardı. Açtığım kanalı tıkayan ve beni başka bir kanal açmaya zorlayan eksik bir şey... Karakterin depresyonunu ortaya çıkarmak, filmin depresif yapısı hakkında fikir edinmek için bozuk bir pusula olabilmişti ancak. Peki eksik olan neydi; karakterlerden taşarak filme sızan, ancak basit ya da karmaşık duyguların analiziyle pek de ilgisi olmayan filmsel depresyonu yaratan 'oluş' nerede saklıydı? Mauvais Sang'ı birkaç kez izledikten sonra, depresyonu ve depresif etkiyi, ilk açtığım kanaldan, yani depresyon-özne (karakter) ilişkisinden uzaklaştırmayı başardım. Öznenin yerine nesneyi koyduğumda, yani sorulan sorular karşısında karakterlerin verdiği tepkilerden, biricik 'nesne'nin verdiği tepkilere geçtiğimde, karakter dramaturjisinin etkisini yavaş yavaş kaybettiğini ve yerini nesnenin gerçeklik alanına bıraktığını gördüm. Açtığım ilk kanal, olay örgüsüne sıkı sıkıya bağlı bir tepkiler bütünüyle hareket eden 'depresif karakter'i yorum ağına dahil ederken, açtığım ikinci kanal, olay örgüsünden ilk algıda bağımsız, tamamen biçimci anlatım olanaklarıyla kendini teşhir eden 'depresif nesne'ye ulaşmamı sağladı. Karakterlerden farklı olarak bütünsel anlamda kendi dinamikleriyle var olan, görüntüden çok görünümün kendisini esas alan bu dolaylı işaretler bütününü açığa çıkaran güç üzerinde düşünmeye başladım. Karakterlerin suskunluğu, çatışmaları, arzuları ve çelişkileri, kendisine sorulan sorularla, kendi filmsel tarihiyle ya da olay örgüsünün onun tepkilerine olan yansımasıyla bir anlam ya da anlamsızlık kazanırken, 'nesne'yi hangi sorular teşhir ediyor ya da nesne, bu sorulara nasıl bir tepkiler bütünüyle karşılık veriyordu?
Filmi izlediğim haftalar boyunca, karaktere sorduğum sorulardan farklı olarak nesneye sorduğum soruların, filmin biçimci dinamiklerinin ardına gizlenmiş olduğu gerçeğiyle karşılaştım. Işığa sorduğum soru, müziğe sorduğum soru, kurguya sorduğum soru, oyuncuyu nesneleştiren 'jest'e sorduğum soru ve nihayet görüntünün kendisine sorduğum soru, nesneyi ya da depresif 'nesne'yi ele veren esas unsurlardı. Teknik herhangi bir anlatım biçimine sorduğum soru, o anlatımın nesesini, sahip olduğu anlamın kendisiyle ele veren bir bütünlük taşıyordu. Filmsel anlatımı temel alan her teknik etki, hedefi olduğu nesnede duygusal bir tepki uyandırıyor ve nesnenin, ancak kendini gizleyerek var olabileceğine dair şiirsel bir formül yaratıyordu. Nesne, bu teknik etki sayesinde gündelik gerçeklikte göze görüldüğünden farklı bir konuma taşınıyor ve yine nesnel gerçeklikte taşıdığı sıradan mesajın dışında, başka şeylerin sözcülüğünü yapar hale geliyordu. Işık, nesneyi diğer nesnelerden ayırdığı ölçüde depresif bir vurgu yaratıyordu. Yüzeyi değil, 'duruşu' aydınlatan nesneydi depresif olan. Kostüm, taşıdığı renklerden hareketle sarmaladığı bedeni, animistik bir ritüel gibi canlandırdığı ölçüde depresifti. Müzik, karakterlere dramatik bir gölge gibi düştüğünde, anlamı sözcüklerin ötesine taşıdığında depresifti. Kurgu, karakterlerin düşünce hızına ulaşarak aritmik bir sessizliği sahnelere ayırdığında depresifti. Jest, üzerine bulaştığı bedeni rüya olarak algıladığında depresifti. Ve görüntü, ancak görünüme dönüştüğünde depresifti.
Biri karakterin özüne ve diğeri nesnenin merkezine giden iki kanal, 'Mauvais Sang' filminin depresif şiirselliğini tüm ayrıntılarıyla gözler önüne serdiğinde, kurgulamış olduğum bu formülün, diğer filmler için geçerliliğini sorgulamaya başladım. Sonuç aynıydı. Olay örgüsü değişse de nesneyi kabuğundan soyutlayan 'biçim', her zaman aynı yolu takip ediyordu. Depresyon hep aynı yerde asılıydı.
DEPRESİF FİLMLER:
A Short Film About Love, Krzysztof Kieslowski, 1988: Depresyon, bakışın kendisidir. Tomek'in, zamanı emerek arzuyu uzun bir mekanik koridorda muhafaza eden teleskopuna gözümü dayadım. Gördüklerim ve duyduklarım arasındaki mesafe sıfırlandığında, hiçbir jiletin gözlerimden daha keskin olmadığını anladım.
Possession, Andrzej Zulawski, 1981: Depresyon, acının posasıdır. Ruhsal jest, 'ten' zırhını kırarak sahip olduğu maneviyat arazını atmosfere dağıtır. Sonrasında 'beden' ve 'beden', mıknatısın aynı kutupları gibi birbirini iterler. Kendisine ait olmayan ellerini kullanarak, tıpkı tükenen bir yakıtın roketten ayrılması gibi, kendi gerçekliğini bedeninin dışında kurmaya çalışan Anna'nın yaptığı da buydu.
Katzelmacher, Reiner Werner Fassbinder, 1969: Depresyon, hedefi olmayan beklentidir. 'Beklenti', 'beklemek' fiilinin imgesidir. Birincisi sonsuzdur, ikincisi, sonsuzluğun somutlaşmış talebidir. 'Beklenti' öznesizdir. Hedefi, yalnızca kendisidir, mutlak biçimcidir, sadece organize atmosferlerle yayılır ve atmosferin tükenmesiyle birlikte kendi 'oluş' halinin öncesine geriler. Terazisi kırık bir arzuyu dengede tutmaya çalıştıkça, Fassbinder'in kadınları, siyah beyaz bir fotoğrafın yüzeyinde belirginleştiler.
Angst, Gerald Kargl, 1983: Depresyon, sesi alınmış cinayettir. Katilin genel planı, işleyeceği cinayetin taşıdığı anlama göre giderek yakın plana dönüşür. Yakından baktıkça uzağına düştüğümüz anlam (cinayetin sebebi), mikroskopik bir genel plan metaforundan fazlası değildir.
Léolo, Jean-Claude Lauzon, 1992: Depresyon, bir möbius şeridi üzerinde çocukluğa gerileyen varoluştur. Yalnızlığı ile aydınlanan Léolo'nun geçmişe doğru uzayan gölgesine doğru yaklaştım. Ve ışığın kaynağını ne kadar değiştirirsem değiştireyim, kendi dışına taşarak nesnenin suskunluğunda hapsolan çocuk Léolo'nun gölgesi asla oyamadı yerinden.
Bitter Moon, Roman Polanski, 1992: Depresyon, dondurulmuş besin kaynağıdır. Anılarınızdaki kadının konumu, kendi düşünce çapınızla doğru orantılı olarak büyür ya da küçülür. Bunun 'O' kadınla doğrudan hiçbir ilgisi yoktur. Siz büyütür, siz yok edersiniz. Merkezi konumda olan, acı çekiyormuş gibi yapan ve böylelikle ruhu besleyebilen, yalnızca 'düşünce'nin kendisidir.
Last Year at Marienbad, Alain Resnais, 1961: Depresyon, yitik sözcüklerden oluşan mimari bir uzamdır. Rüzgarsız bir zamanın ortasına kurulmuş Marienbad, şiirsel olanı şiirden uzaklaştırarak, onu öznenin değil nesnenin merkezinde sıkışıp kalmış bir hava kabarcığına dönüştürür. Aynı sözcüğü sayısız kez yaşayan aşıklar, yalnızca oradan soluklanabilirler.
Boy Meets Girl, Leos Carax, 1984: Depresyon, kararsızlık jestidir. Böyle bir denklemde verilen her karar, verilmiş bir önceki kararı düş olarak algılar; hedefini ona kitleyerek düşünceyi harekete geçirir. İleri doğru ivmelenen ancak gölgesi geriye düşen 'karar', eninde sonunda verilmiş bir önceki kararın yanı başında, sonraki kararın kendisini düş olarak algılamasını bekler.
The Cremator, Juraj Herz, 1969: Depresyon, hastalıklı zihni ateşe veren ağrılı bir arınmadır. Krematoryumun boğumlu bacaklarından çıkan yoğun sis, günah ve ten kokusunu ruhun kan kokusuna dönüştürür. Huzurlu yükselişinin ardından giderek dağılan duman, yakılacak bir sonraki bedenin anıları ve günahları için yeniden geri dönecektir.
Malina, Werner Schroeter, 1991: Depresyon, bölünmüşlük sanrısını bütünleştirme çabasıdır. Malina, anima, animal.
TAN TOLGA DEMİRCİ - PSİKEART DERGİSİ / OCAK-ŞUBAT SAYISI