Çeviri: Tan Tolga Demirci
Soru: Daha önceleri Alan Klein gibi yapımcılarla ciddi sorunlar yaşadınız. Öyle görünüyor ki Santa Sangre kötü bir yapımcıdan dolayı mutsuz olmadığınız ilk film.
Yanıt: Evet, bakın dinleyin... Bana ne olduğunu bilmiyorum. Film yaparken -çekim süreci dahil- her şey tam bir skandal haline geliyor. Örneğin, Shepperton’da bir sahne çekerken, yürütücü yapımcıyı tokatlamak zorunda kaldım. Çünkü imgelerimi anlamıyordu. Ben mantık yürütebilen biri değilim. Arızalı bir mantık anlayışım var. Devamlılığın, kurgunun ve eşlemenin mantığı yok bende. Mantık aptallıktır.
Soru: El Topo’nun tarzını seviyorum. Film, tam bir saat boyunca doruk noktasında kalıyor. Dördüncü master’ın ölümünden sonra bile sürüyor bu yüksek atmosfer. Başka bir film olsa muhtemelen bu sahneden sonra sonuç bölümüne geçerdi.
Yanıt: Ben sonlara inanmam. Sadece süreklilik vardır. Filmin dağıtımı sırasında bile büyük sorunlar yaşandı. Filmin dağıtılmasından korktular. Bunu anlıyorum, Spielberg olmaya çalışmıyorum. Spielberg olmanın üzücü bir şey olduğunu düşünüyorum. İngiltere’de Greenaway’i severim. Belly Of An Architect filmini aldım dün. Nefis bir film.
Soru: Kişisel bir sinema yapmanın zorluklarından zevk alıyor musunuz?
Yanıt: Evet, çünkü bu durum, büyük bir savaş gerektiriyor, büyük bir acı... Ama asıl istediğim, kendi kendimin yapımcısı olmak. Omuzumdan önerileriyle sarkan insanlara dayanamıyorum. Amerikalıların söylediği gibi: “Herkesin bir fikri var...”. Sürekli seni izlemeleri gerekiyor. İmgeleriniz için mutlak açıklamalar bekliyorlar. Aslında hiçbir şey için savaşıyorsunuz. Herşeyi açıklamak zorundasınız. Korkudan tir tir titriyorlar. Sonra da filminizi kesiyorlar. Çektiğiniz filmi televizyon filmi, çocuk filmi haline getiriyorlar.
Soru: Yaratıcı ekiple de benzer sorunlar yaşıyor musunuz? Örneğin kameramana derdinizi anlatmak zor oluyor mu?
Yanıt: Hayatımda tek bir fotoğraf bile çekmedim. Kameramana tıpkı bir çocuk gibi davranmalısınız, ona çikolata verip yapmak istediği şeyleri yaptırmalısınız ki sizin istediklerinizi de çekebilsin. Sonra kurguda nasılsa siktir edersiniz. Harika bir uzlaşım bu, tıpkı kadınlarla uzlaştığınız gibi; önce onlara teslim olur, sonra da aldatırsınız.
Soru: Filmlerinizde özürlü pek çok insan var.
Yanıt: Onları seviyorum, hem de hepsini. Harika insanlar. Bana göre normal insanlar ucubedir. Çünkü birbirlerine benzerler. Ben bunu özürlülük olarak nitelemiyorum. Belki bazı insanlar için onlar ucube ama benim için değiller. Benim için güzel olan ‘ucubelikte’ gizlidir.
Soru: Tımarhane sahnelerinde Down Sendromlu insanlarla çalışmak nasıldı peki?
Yanıt: Onlar hem biçare, hem de ücretleri ödendiği ve bir şeyler yapmış olmaktan dolayı mutlulardı. Oyunculara onlarla iletişime geçip onları cesaretlendirmelerini söyledim. Çünkü cesaret kıtlığı var hepsinde. Bu iletişimin bir saat sonrasında çekime başladık. Çok mutlu oldular, onlar için tam bir cennet ortamıydı çünkü iyi beslendiler ve kendilerine gösterilen alakadan büyük mutluluk duydular. Onlara hamlelerini gösterdim. Filmin en mutlu sekansı da bu sahneler oldu. Açıkça söylemek gerekirse onlar için üzülüyorum ama sorun değil çünkü onlarla çekim yapmak bana mutluluk verdi. Toplum onları saklıyor ve böylelikle kendini iyi hissediyor. Ama ben çok daha iyi hissediyorum çünkü onlara yapacak bir iş sunuyorum.
Soru: Bu bir zayıflık belki ama ben onları çok rahatsız edici buluyorum.
Yanıt: Onlar gerçek, akli seviyenin farklı bir basamağını oluşturuyorlar. Ve onların gerçekliğinde bu gayet normal.
Soru: Onların zihinsel bir acı içersinde olduklarını düşünüyor musunuz?
Yanıt: Hayır! Acı içersinde değiller. Tıpkı masum insanlar gibi oldukça mutlular. Eğer kendilerine kötü davranılırsa ya da yalıtılırlarsa acı çekiyorlar. Aksi taktirde tam anlamıyla sevgi dolular! Bence toplumumuzda zeka, rekabetçi ve acımasız yollarla dışavuruluyor. Zeki insanlar gerçekten de çok acımasız!
Soru: Kendilik bilincinin evrimsel olarak çıkmaz bir yol, tüketime dayalı ve gereksiz bir biçimde kafa karıştırıcı olduğuna dair bir tartışma var. Siz zeka bilincimizin gelişime kapalı bir kavram olduğunu düşünüyor musunuz?
Yanıt: Bunu düşünmüyorum. Bence tek başına zekayı geliştirmenin sonu aptallıktır. Duygular olmaksızın zekanızı geliştirirseniz insanoğlunun yavan yönüyle karşılaşırsınız. Düşünmek için farklı şeyler geliştirmeliyiz. Önsezi... Önsezi bir zeka değildir ama oldukça önemlidir. İmgelem de aynı şekilde...
Soru: Ama imgecilik, kendilik refleksi gerektiriyor. Öyle değil mi? Kendi düşüncelerinizi tanıma yetisi gerektiriyor.
Yanıt: Birkaç yıl zen budizmi üzerine çalıştım. Tam bir entelektüeldim. Ama neyse ki bundan kurtuldum. Doların iniş çıkışlarına bakın. Muhteşem zekamız, bunun nedenleri hakkında en ufak bir bilgiye sahip değil. Bu tam bir sır. Dünyanın nasıl çalıştığı tam bir gizem! Kimse bunu kontrol edemiyor. Sonuca ne kadar yaklaşırsak o kadar uzaklaşıyoruz.
Soru: Tıpkı hava gibi, Jüpiter’deki kırmızı nokta gibi, önceden kestirilemez ve kendine has doğallığı içinde...
Yanıt: Senaryosunu yazdığım bir film çekiyorum. Plandaki sandalye bir konumda duruyor. Diğer planda bana, ‘bunu yapamazsın, bu çekimde sandalye şu konumda olmalı, aksi taktirde devamlılığı bozarsın’ diyorlar. Kendi içimde, ‘imge’ ile ilgili neyi aradığımı biliyorum ve o anda sandalyenin benim için hiçbir önemi yok. Devamlılık umurumda bile değil. Çekim yaparken ya da hayatın her alanında, bu örneğe benzer biçimde mantık ve mantığın biçimsel görünümleriyle savaş halindesiniz. Burada, İngiltere’de, çok ilginç bir psikolog ya da bilim adamı, ne olduğunu bilmiyorum ama adı Edward de Bono olan bir adam var. 20 yıl önce onun yanal (lateral) düşünce ile ilgili yazdığı bütün kitapları okudum. Bu kitaplar, filmlerimi yapmamda bana çok yardımcı oldular. Adam, düşüncenin farklı bir düzeyi, farklı bir konumu üzerine tartışıyordu. Ben de deli olduğum ve halen sanata inandığım için düşüncenin farklı bir konumuna ihtiyaç duyuyorum. Örneğin şimdi çektiğim filmde, adamın biri fareleriyle birlikte yaşıyor. Bana diyorlar ki bu iş çok pahalıya çıkacak. Neden diye soruyorum. Diyorlar ki senaryoyu eksiksiz çekebilmemiz için yapay bir fare üretmemiz gerekecek. Ben de diyorum ki ‘delisiniz siz, gerçek bir fare kullanacağız ve farenin yaptıklarını izleyerek yolumuza devam edeceğiz.’ ‘Aman tanrım, doğaçlayacaksınız yani’ diyerek ödleri patlıyor. Elbette doğaçlayacağım! Fare doğaçlayacak!! Farenin yaptıklarını çekeceğim ve senaryoyu da ona göre değiştireceğim! Delirdiler, yapay bir fare kullanmayacağım üzerine onları ikna etmem 2 günümü aldı. (Başrollerini Omar Sharif ve Christopher Lee’nin paylaştıkları bu film, ‘The Rainbow Thief’ adıyla gösterime girmişti).
Soru: Paul Naschy’nin The Hunchback Of The Morgue isimli filminde, farelerin diri diri yakılıp ateşler içinde koşturdukları bir sahne vardı. Buna benzer bir şey yapar mıydınız?
Yanıt: Artık değil. Ama El Topo’yu çektiğim sırada yapardım. Çünkü yirmi yıl önce bir teorim vardı: ‘İnsanlık dışı, kurban etme ve ölüm her zaman oradadır. O halde çektiğim filmler de ölümün görünümlerini taşımalıdır.’ Çekim sırasında ölebilmeyi çok isterdim. Kameranın önünde intihar etmek harika olurdu. Hayvanlara gelince, zehirli hayvanları her zaman öldürdüm. Milyonlarca koyun, inek öldürüyoruz. Oysa filmlerimde şimdiye kadar tek bir inek bile öldürmedim. Ancak çektiğim film uğruna bir hayvanı öldürdüğümde, o zamanlar bunu kutsal bir tören olarak düşünüyordum. Filmlerim için yaşamımı, kolumu, parmağımı da rahatlıkla feda edebilirdim. Çekim sırasında hayatımı pek çok kereler riske attım. Yine de hayvanları öldürürken büyük bir acı duydum. O günden sonra da bir daha hayvanları öldürmeyeceğime söz verdim. Çünkü bu büyük bir hataydı.
Soru: 60’larda çekilen Mondo Cane isimli belgesel filmi görmüş müydünüz?
Yanıt: Bayılırım ona. Mondo Cane dahi bir filmdir. Şimdilerde televizyon bu filmden aşırmalar sunuyor, her felaket sırasında televizyon kameraları orada, bedenleri filme alıyorlar.
Soru: Santa Sangre’ye geri dönecek olursak, o filmde, Blanca Guerra’nın kollarını gizlemek oldukça zor olmuş olmalı. Blanca’nın eksik kolunu oğlunuz Axel taşıyordu çünkü.
Yanıt: Evet çok zor oldu, her çekim ayrı bir açı ve bu hileyi gizlemek için ayrı pozisyonlar gerektiriyordu. Ancak işe yaradı. Blanca ve Axel iyi bir çiftti. Çünkü Blanca oğlumun cinsiyetini taşıyordu ellerinde. Bu yüzden işi çok iyi kotardılar. Kolu kaybetme hilesi, etik yollardan olmasa bile işe yaradı ve hoşuma gitti. Böylelikle ensest kavramı de doğru bir biçimde anlatılmış oldu.
Soru: Peki bıçak fırlatma olayı?
Yanıt: Bir bıçak atıcısı kiraladım. Aktristler korktu fakat eninde sonunda bunu yapmak zorundaydılar. Meksika’nın en iyisiydi adam. Thelma (dövmeli olan kadın) adeta taş kesildi ve ben de sahneyi iki kez çekmek zorunda kaldım...
Soru: Santa Sangre nerede çekildi?
Yanıt: Mexico City’de. Tehlikeli olarak nam yapmış sokaklarda. Orospular görüyorsunuz, hepsi gerçek. O bölgede çektik filmi. Bana ‘oraya gidersen öldürülürsün’ dediler. Ben de ‘denesinler de göreyim’ dedim. Hepsine ücretlerini ödedim ve mutlu oldular. Kendi sokaklarında yaptım bu işi.
Soru: David Lynch filmlerini sever misiniz?
Yanıt: İçlerinde en çok Blue Velvet’i ve Elephant Man’i sevdim ama Eraserhead mükemmeldi tek kelimeyle.
Soru: Dennis Hopper’la çalışmak ister miydiniz?
Yanıt: Onu tanıyorum. Santa Sangre için aradım kendisini ve dedim ki: ‘Dinle, bir haftalık çekim için sana 50 bin dolar veriyorum.’ Hiç fena para değil öyle değil mi? Ama ona az geldi. Dennis’in dostum olduğunu düşünüyordum ancak bu aralar çok değişti. Onun ‘Colors’ isimli filmini gördüm. Polislerin harika insanlar olduğunu anlatan bir film! Dennis, El Topo’nun büyük hayranıdır. The Last Movie isimli filmini çektiğinde ona kurguda yardım etmem gerekti. Çünkü kurgulamayı beceremiyordu. Hiç uyumadan kurgu için iki gün çalıştım, filmi Hollywood’a yetiştirmesi gerekiyordu. İki gün içinde bitirdim filmi. Gerçekten de imkansız olanı başarmıştım. Film üzerindeki çalışmam hiç de kötü değildi ancak kurguyu değiştirdiler. Tıpkı bir dost gibi çalıştım onun için. Bence film harikulade olmuştu. Film çekme düşüncesinin yeryüzünü nasıl değiştirdiği ve böylelikle bizi gerçekliğin dışına nasıl çıkarabildiği ile ilgiliydi konusu. Benzer bir derdi olan Videodrome da iyi filmdir örneğin.. Korku filmlerinin bizi özgürlüğe ve şiirselliğe ulaştıran yegane güç olduklarını düşündüm hep. Örneğin Hellraiser 1 ve 2... Bu bölümler tam bir baş yapıttır. Evil Dead 2’nin de benzer bir ritmi vardır. Her şey ritmde saklı, muhteşem! Endüstride bir daha böyle şeyler göremezsiniz. Street Trash filmindeki bedenlerin yıkımı da tıpkı sanat gibiydi, modern ressam Pollock’un yapıtları gibi! Brain Damage filminde genç adam beynini kulağından çıkarıyordu. Filmler içinde gördüğüm en şiirsel örnek budur. Bu adamlar gerçek sinema yapıyorlar. Eleştirmenler bu filmleri sanat filmi sınıflandırmasına sokuyorlar mı bilemiyorum ama benim için öyleler. Dario Argento’nun bazı filmlerini de gördüm. Opera’yı çok sevdim. Aslında görüntüleri çok beğendim ve bir sonraki filmimde Ronnie Taylor’u görüntü yönetmeni olarak çalıştırdım. Opera, ticari bir başarı getirmedi ama benim için güzel bir filmdi.
Soru: Santa Sangre’nin Birleşik Devletler gösteriminde hangi sahneleri kesilecek?
Yanıt: Aptallık! Fil hortumundan kan boşalma sahnesini kestiler! Tam bir aptallık! Ve dövmeli kadının bıçaklanma sahnesinin de tamamına yakını atıldı. Hitchcock’un ‘büyük’ cinayet filmleriyle ilgili kendi kendime gülerim hep. Kalitesiz cinayet filmleri hepsi de. Benim için hiçbir şey ifade etmiyorlar. Televizyon filmi gibiler. Bunun dışında bir şeyler arıyorum. Kötü bir tat, Meksika dans müziği eşliğinde şiddetli bir cinayet ve daha fazla kan, daha fazla! Kusursuz cinayet!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder