23 Şubat 2013 Cumartesi

23 Şubat 2013 - Rüya


İkinci Paylaşım Savaşına ait askeri bir kamyonun içinde silah zoruyla İlya Ehrenburg'un doğum günü partisine götürülüyorum. Üzerimde açık mavi kumaş üzerine yandan siyah çizgilerle desenlenmiş bir mahkum kıyafeti var. Ellerim kelepçeli olmasına rağmen her iki yanımdaki erkekten bozma kadınlar kollarımdan tutuyor ve tek kelime etmeden önlerine bakıyorlar. Sağ yanımdakine dönüp ona Cihangir kedileri gibi koktuğunu ve aldığı erkeklik hormonunun böyle bir yan etkisi olabileceğini söylüyorum. İstifini bozmadan ve önüne bakmayı sürdürerek iki kez üst üste 'Spaltung' diyor kadın. Bu kez sol yanıma dönüp, kronik penis kıskançlığının askeri feminizmin kurucu tözü olduğunu ve bu illetten kurtulmanın ancak psikozla mümkün olabileceğini söylüyorum. Tıpkı o da diğer kadın gibi bakışlarını uçları kemikleşmiş botlarından kaçırmaksızın iki kez üst üste 'Foreclosure' diyor. O sırada kamyon ani bir fren yapıyor. Çok geçmeden arka kapı, üniformalı, kel kafalı ve iri yarı bir kadın asker tarafından açılıyor. Yanımdaki nöbetçiler, kollarımdan tutup kamyondan aşağı indiriyorlar beni. Haydarpaşa tren garının önünde buluyorum kendimi. Binanın duvarlarından Prokofiev'in 5. senfonisi eşliğinde atılan eril kahkaha sesleri geliyor. Sağ yanımdaki kadın, saçına tutturduğu tokalardan birini çıkarıyor ve kelepçedeki anahtar deliğine sokarak bileklerimi kurtarıyor. Diğer kadın, o anda garın karanlığından fırlayarak kendisine doğru koşan kurt köpeğini, ani bir refleksle belinden çıkardığı Glock 17 tipi silahıyla yaralıyor. Köpek hareketsiz yere yığılıyor. Yüzünde acı ifadesi olmaksızın ara sıra gözlerini açıp kapıyor. Köpeğe doğru ağır adımlarla yürüyor kadın ve onun yanı başına diz çöküyor. Kepini çıkarıp dizine koyuyor. Sol elinin yardımıyla sağ elindeki deri eldiveni çıkarıyor. Ahşap protezden yapılma takma eli dikkatimi çekiyor. Yontulmuş eliyle köpeğin sırtını, sonra karnını okşuyor kadın. Halinden memnun, gözlerinde birikmiş hazla dile geliyor köpek. Adının Rosa olduğunu ve aile değerlerine bağlı bir ev hanımıyken, Birleşmiş Milletler Kadın Hareketi'nde çalışan bir yüksek simyager tarafından nasıl köpeğe dönüştürüldüğünü anlatıyor. O sırada garın kapıları otomatik olarak açılıyor ve yaklaşık 5 metre yüksekliğinde katlı durmakta olan bordo bir halı, stop-motion hareket estetiği ile açılmaya başlıyor. Halının açılmakta olan ucu, benim olduğum noktayı geçerek denize doğru devam ediyor ve karanlıkta kayboluyor. Köpeğin koşmaya başladığı noktadan bu kez üstü açık mavi bir spor araba gelerek bulunduğum yerin biraz önünde duruyor. Arabayı, kamyonda sağ yanımda oturan ve Cihangir kedisi kokmakla 'itham' ettiğim kadın kullanıyor. Ancak yaptığı grotesk makyaj ve kırmızı dekolte elbisesiyle muazzam görünüyor. Arabadan iniyor kadın ve güler bir yüz ifadesiyle bana doğru yaklaşıp koluma giriyor. Kırmızı halı üzerinden gar binasına doğru ilerliyoruz. Attığım her adımda halıdan çıkan sıvı sesinden hareketle ayakkabılarıma bakıyorum ve mahkumluk sürecinde giyinmem için bana verilen beyaz-bez ayakkabılarımın kan içinde kaldığını görüyorum. Halının sonunda, turistik müzelerde bilgilendirme amaçlı olarak kullanılan pirinç levhalara benzer bir tabela görüyorum. Tabelanın üzerinde, yürümüş olduğum kırmızı halının 400 kiloluk homoseksüel bir kan pıhtısından yapıldığı, pıhtının genetik şifresinin ise Karaköy'deki terk edilmiş bir yalının içinde saklı olduğu yazıyor. Koluma giren kadın, büyük bir sabırsızlıkla çekiştiriyor beni ve nihayet garın içinde düzenlenen doğum günü partisine esaslı bir giriş yapıyoruz. Erkek elbiseleri giyinmiş, kafaları kel onlarca gazeteci kadın, kapıdan girmemle birlikte fotoğraflarımı çekmeye başlıyorlar. Flaşlar patlıyor yüzümde ve her patlayan flaşla birlikte saniyenin onda biri kadar kısa bir süre içinde fotoğraf çeken kadınların iskelet yapılarını görüyorum. Her deklanşöre basışlarında onlar benim fotoğrafımı, ben onların röntgenini çekiyorum. Sonra giderek gözümdeki kamaşmalar artıyor ve durmaları için elimle işaret ediyorum. Nihayet fotoğraf çekimi sona eriyor. İçinde bulunduğum devasa salonun kıyısına doğru erkeklerden oluşan küçük bir kalabalık gözüme çarpıyor. Onlara doğru ilerlerken yanımdaki kadın özür dileyerek kolumdan çıkıyor ve birkaç metre uzaklıktaki içki içmekte olan başka bir gruba katılıyor. O grubunun arkasındaki paslı çelenkten Verem ve Lezbiyen derneklerinin gönderdiği ısırgan otları sarkıyor.

Nihayet erkeklerin olduğu kalabalığın önündeyim. Etrafında toplandıkları masanın üzerindeki koca renkli tabaklara simetrik olarak yerleştirilmiş yer fıstıklarını görüyorum. Hepsi de bira içiyor erkeklerin ve karıları hakkında olabildiğince müstehcen konuşuyorlar. Yaka kartlarında isimleri yazıyor. İçlerinden biri benimle aynı isme sahip ancak müthiş kaba hatları var. Her gülümseyişte diş çürüklerine kadar görebiliyorum. Nefesi leş gibi votka kokuyor. Masadaki en uzun boylu adamın yaka kartında 'İlya' yazıyor. Partinin onun şerefine verildiğini düşünerek kendisine selam etmek için göz göze gelmeyi bekliyorum. Nihayet sonunda fark ediyor beni ve oldukça aşağılayıcı bir konuşma tarzıyla çektiğim filmleri, derileri iyileşsin diye cüzamlı hastalara izlettiğini ama durumun onlar adına her defasında daha da kötüye gittiğini söylüyor. Bununla birlikte banka hesap numaramın Rus bilim adamları tarafından ele geçirildiğini ve hesabımdan çekilen paranın Orta Avrupa'daki zenci fahişeleri kısırlaştırmak için kullanıldığını söylüyor. O anda müthiş bir nefret duygusuyla yanımdan geçmekte olan hayli yaşlı bir kadının eldivenlerini zor kullanarak çıkarıyor ve onları tüm gücümle İlya'nın yüzüne çarpıyorum. Çarpmanın etkisiyle İlya'nın yüzünden tırnak büyüklüğünde onlarca inci tanesi ufalanarak yere dağılıyor. Masadaki diğer erkekler, büyük bir hırsla yere kapaklanıp inci tanelerini toplamaya ve ceplerine doldurmaya başlıyorlar. İlya, yüzündeki tarif edilemez bir acıyla taş kesiyor ve aralık olan ağzından irili ufaklı böcekler çıkarak etrafa dağılıyor. Yaka kartında ismimi taşıyan adam, ceplerinde yer kalmayınca inci tanelerini hiçbir zorlanma belirtisi göstermeksizin teker teker yutmaya başlıyor. O sırada odanın ortasına, golf sahalarında görev yapan bir araç üzerinde beş katlı doğum günü pastası getiriliyor. İlya'nın taşlaşmasına sebebiyet verdiğim için yakalanmaktan korkuyor ve çaktırmadan suç mahallinden uzaklaşıp pastaya doğru ilerliyorum. Arka yüzü betonarme olan pastanın ön yüzü tamamıyla kremadan yapılmış. Biraz daha aşağı doğru baktığımda, pastanın şeker hastalarının muayene paralarıyla yaptırılmış olduğuna dair bir not görüyorum. Doğum günü partisine giriş sürecinde koluma girmiş olan kadın, bakır bir tepsi üzerine çapraz olarak yerleştirilmiş bir telsiz mikrofonla yanıma geliyor. Nutuk havasında olmadığımı belirtmek için kafamı iki yana doğru sallasam da konuşma yapmam için mikrofonu elime tutuşturuyor. O sırada salonda kim varsa bana doğru dönüyor ve kulakları rahatsız eden bir sessizlik hakim oluyor ortama. Çaresiz konuşmaya başlıyorum. Az sonra paylaştırılacak doğum günü pastasının kepeksiz ekmekten üretildiğini ve tam da bu yüzden Tatlin tarafından inşa edilen enternasyonal anıtıyla oral-diyalektik bir karşıtlık içinde olduğunu ifade ediyorum. Sözlerim henüz bitmişken kulakları sağır eden bir gürültüyle paramparça oluyor pasta ve çevreye sıcak çelik parçaları ile milyonlarca ekmek kırıntısı yayılıyor. Etrafta kim varsa yüzlerine yapışmış krema kalıntısıyla yere yığılarak can veriyor. Prokofiev'in senfonisi, bu kez atonal olarak kaldığı yerden devam ediyor. Etrafın dehşetinden gözlerimi alıp üzerime bakıyorum. En ufak bir kan lekesi görmüyorum. Kendimi dinliyorum. En ufak bir acı hissetmiyorum. Yeniden erkeklerin olduğu masaya doğru ilerliyorum. Yüzükoyun yerde uzanmış ve patlamanın etkisiyle kanlı inci parçalarının ağzından fışkırmış olduğu adamın önünde diz çöküyor ve onu sırtüstü döndürüyorum. Üzerinde ismimin olduğu yaka kartını çıkarıp mahkum elbisemin yakasına iğneliyorum. 

21 Şubat 2013 Perşembe

Mezar Günlükleri X - Philippe Soupault




Sürrealistlerin evlilik tarihinde en yaşlı ölen çift unvanına sahip Ré ve Philippe Soupault'nun mezarını ziyaret ettiğimde -ki bulmam yaklaşık 90 dakikamı aldı- 1990 ve 1996 yıllarında iki kez açılmış olan bu mezarın içinde bir başka ismin varlığını daha hissettim. Büyük bir coşkuyla Mezar Bilgilendirme Ofisi'nin yolunu tutup orada çalışan görevliye Soupault ailesinin mezarında iki değil üç kişinin gömülü olduğunu, bu yüzden Hans Richter'in ismini de bir an önce taşa yazdırmaları gerektiğini söyledim. Fransızcası kan pıhtısına benzeyen kırklı yaşlardaki görevli kadın, coşkumu ketleyen bir soğukkanlılıkla arkasındaki devasa kütüphaneden kalınca bir kitap -Ölülerin Rehberi- indirdi ve eklem yerleri giderek erimekte olan işaret parmağını 'R harfinde gezdirmeye başladı. Birkaç isim sonunda Richter'i rehberde bulan kadın, zafer kazanmış bir edayla bilgilerimin yanlış olduğunu ve Richter'in başka bir mezarlığa ait olduğunu söyledi. Bilgilerimin olmasa da sezgilerimin doğruluğunda ısrar ettim ve 'Richter' isminin mezar taşına eklenmemesi halinde diğer mezar taşlarındaki ölüm tarihlerinin tamamını değiştireceğimi söyledim. Gülümsedi kadın ve elindeki Fransız meşesinden yontulma kurşun kalemi uzatarak işimin uzun olduğunu ve bir an önce başlamam gerektiğini söyledi. Onarılmaz bir aşağılanmışlık duygusuyla kalemi aldım ve yarım kalan yas sürecini tamamlamak adına, Soupault'nun aklımda kalan bir dörtlüğü eşliğinde yine onun mezarının yolunu tuttum:

an elephant in his bathtub
and the three sleeping children
singular singular tale
tale of the setting sun

17 Şubat 2013 Pazar

Sans Titre



Çocukluğumun tatil günlerinin birinde, gelecekte kendisini 'kadınlığın ek almamış hali' olarak tanımlayacağım Adjani'nin şu klibini izlemiştim. Müziğin sıradanlığına rağmen beni doğrudan doğruya bu 'otomat' kadının çocuksu histerisine hapseden ve onun doyurulması olanaksız arzusuna tampon olamadığım için kendimi insafsızca suçlamama neden olan Şey'i merak edip durdum.

8-10 yaşlarındaydım. Klibi izledikten hemen sonra, evin 'girilmez' odalarının birinde tüm görkemiyle ışıyan Türkçe sözlüğü alıp klip süresince gördüğüm bazı nesnelerin anlamlarını aramaya başladım. Ayna, akvaryum, armağan, balık, çekiç, göz, havuz, Isabelle, kadın, kadınlık, yapmacık... Hiçbiri yoktu sözlükte, hiçbirini bulamadım. Hepsi anlamsızdı, sözün, sözcüğün dışındaydı sanki. Temsil edilemez olanın açtığı boşluk duygusundan ve en çok da Isabelle'in 'arzu makinesi' gözlerinden kaçarak annemin özenle hazırladığı kahvaltıya sığındım.

Az önce, yani yıllar sonra ve biraz da kazara karşıma çıkan bu klibi, geçmişimden gelen bir fazlalıkmış gibi kabul ederek bir kez daha izledim. Aynı müzik, aynı sıradan müzik! Sonra nesneler, hiçbiri eskimemiş, hepsi aynı büyüklükte, aynı bedende, yerli yerinde!

Evimin 'girilmez' bir odası yok. Evimde sözlük de yok. Bu yüzden klipte geçen ve çocukluğumu kışkırtan aynı nesnelerin sözcük temsillerini İnternet'ten araştırıyorum. Tarihe şükür hepsi sözlükte; hepsi de uzun yıllar boyunca ve takıntılı bir biçimde kendini tekrar eden yaşanmışlık içinde 'anlam'ı yakalamış, bulmuş gibi. Biri dışında: 'Isabelle'.

Her isim, yıllar geçtikçe zamanın hızında aşınarak birer nesneye dönüşse de 'Isabelle' isminin hala bir nesnesi yok, anlamı da yok. Onun arzusu, girdap yaratan koskoca bir deliğin çevresinde, aynı/sabit yörüngede ve yitip gitmeye karşı mekanik bir dirençle dönmeye devam ediyor. Bir türlü doymak bilmiyor, doyuramıyorum. Isabelle'in ötekilerden çaldığı bakışlarında aynı çocuksu histeri. Bakışıyoruz, doymuyor, doyuramıyorum. Ne bakışı bir isme dönüşüyor, ne de ismi bir nesneye. Bakıyorum sözlüğe, bakışıyoruz, olmuyor, bulamıyorum. Isabelle yok, hiç olmadığı kadar yok. Annem de yok, kahvaltı da. Isabelle'in gözlerinden kaçarak fazlasıyla geciktirdiğim öğle yemeğini yemek için Büyük Balıkçılar Sokağına inmeye karar veriyorum. 

Meraklısı İçin Işıyan Türkçe Sözlük: 


15 Şubat 2013 Cuma

Dipnotlar XVII


* Hızla yanmakta olan bir arzuya yetişmek için körü körüne inanınız. Kör inanç, haz ilkesinin posasıdır.

* Sutyeni içine iki sap pamuk helva yerleştirerek üst düzey lunapark yöneticisine dönüşen çocukluk aşkımı arıyorum. Bakışlarının biri aksaktı.

* Topluma olan nefretim arttıkça sperm bankalarının faiz oranı yükseliyor.

* Arzu, belleğin aşınması adına tehlikeli bir seferberlik ilanıdır.

* Her ne kadar vulgar bir işitsellik de taşısa, sürekli aynı kadını seven erkeğin gözyaşı ölü denize dökülür.

* Anılar geçmişte değil gelecekte gizlenir.

* NBC sineması, takıntılı beklentiyi uyararak olmayan Türk sinemasını gebe bırakan delik bir prezervatiftir.

* Ancak yaşamadığınız bir sürecin yasını tutmayı başarabildiğinizde aşkınızı usulünce gömebilirsiniz.

* Türk feminist gıda kodeksine uyumlu kumanya üretilmiş. Reçete dipnotu şöyle: Erkeklerin Ulaşamayacağı Yerlerde Saklayınız!

* Yamuk da olsa duvara asacağınız bir anlamınız olsun istiyorsanız suskunluğunuzu rahat bırakın.

* Pilleri çıkarılmış birer duaya dönüşmeden önce kanatın tüm sözcüklerinizi.

* Jean Moreau bana aile albümüne bakarken farkında olmadan üst üste orgazm olan, kalsiyum eksiği saçları tarakta kalmış kadınları hatırlatıyor.

* Dilin otopsisi koskoca bir suskunluk tarihinin belgesidir.

* Büyüdüğüm sokakta bir öksüzler yurdu vardı. Geçen yıl yıkıp yerine doğum evi yaptılar, yalnızca öksüzlerin doğduğu.

* Söz, bedenin dublajıdır.

* Parmaklarında kalan siyanürlü kremayı yalayarak bana sevdiklerimi nasıl zehirlemem gerektiğini öğreten anaokul öğretmenimi özledim.

* Ne tarafa dönerseniz dönün, çocukluğunuzun saçları hep aynı yöne taralı kalacak.

14 Şubat 2013 Perşembe

Mezar Günlükleri IX - Charles Baudelaire




Hiç de kitabi olmayan bir kabusun ayak ucundan fışkırarak ölü çiçekleri kıskandıran bir arzuyla tırmandın ailenin yatağına. Ve çocukluğundan ödünç aldığın irin dolu heveslerle taşlaştırarak bedenini, uzandın ölümün orta yerine. 

Fransız generali olan üvey babasıyla (Jacques Aupick) çocukluğundan itibaren tutkulu bir aşkla bağlanmış olduğu annesi (Caroline Archenbaut-Defayes) arasına düşen bu yitik gölgeyi onun sözcükleriyle selamlıyorum!

Yatağımız olacak, hafif kokuyla dolu,
Divanımız olacak, bir mezar gibi derin;
Bizim için açılmış, en güzel iklimlerin
O garip çiçekleri süsleyecek konsolu.

12 Şubat 2013 Salı

12 Şubat 2013 - Rüya

İçten içe birbirimizi anladığımızı düşündüğüm bay T.K. ile onun evinde buluşma kararı alıyoruz. Oldukça hızlı yaşayan biri olduğu için telefon edip buluşma planının devam edip etmediğini soruyorum. Planı onaylıyor ancak üzerime marjinal bir şeyler giyinmem gerektiğini söylüyor. Dolabı açıp elbiselerime bakıyorum. Marjinal hiçbir seçenek çarpmıyor gözüme. Sonra yıllardır kapısını açmadığım ve girişin hemen yanında bulunan küçük depoda bir şeyler olabileceği geliyor aklıma. Geç kalacağım korkusuyla acele açıyorum deponun kapısını ve korkunç bir gürültüyle idrar kokan oyuncak ayıların, bacakları koparılmış Barbie bebeklerin, Zippo benzini kokan uzaktan kumandalı arabaların, kafaları asitle yakılmış oyuncak askerlerin ve kullanılmış onlarca kadın pedinin altında kalıyorum. Korkuyla ve biraz da zorlukla ayağa kalkıp tüm bu oyuncakların depoda ne işi olduğunu soruyorum kendime. Sonra da aklıma bir fikir geliyor. Gidip dikiş kutusundan 4-5 tane çengelli iğne alıp yeniden depoya geri dönüyorum. Oyuncakların içerisinde bulabildiğim küçük ve tüylü hayvanları çengelli iğne yardımıyla sarı renkli tişörtüme iğneliyorum. Bir süre sonra tişörtün tamamı oyuncak hayvanlarla doluyor. Uydurduğum bu kostümü T.K'nın beğenebileceği inancıyla evden ayrılıyor ve onun yürüme mesafesindeki müstakil evinin önüne geliyorum. Sanki orada olduğumu sezmişçesine  evin aralık kapısından çıkıyor T.K. ve üzerimdeki kıyafeti görür görmez basıyor kahkahayı. Koskoca bir yönetmene böyle giyinmenin hiç de yakışmadığını, adeta saçmaladığımı ve üzerimdeki oyuncakları bir an önce sökmem gerektiğini söylüyor. Bunca verdiğim uğraştan dolayı aşağılanmış hissediyorum kendimi. O anda T.K'nın da benimle aynı renk ama üzerinde farklı desenler olan bir tişört giyinmiş olduğunu görüyorum. Az da olsa içimi rahatlatıyor bu ortaklık. Bahçedeki ahşap masanın yanındaki sandalyelerden birine oturuyorum. Ayakta durmayı tercih ediyor T.K. 'Neden kostümün yok senin' diye soruyorum. Yüzündeki gülümseme, yerini kederli bir ifadeye bırakıyor. Sağ eliyle tişörtünü boğazına kadar kaldırıyor ve kıpkırmızı olan karnını gösterirken 'kostümüm var benim, kırmızı şapkalı kızım ben' diye söyleniyor donuk bir sesle. Kız arkadaşı tarafından ciddi bir şekilde dövülmüş olabileceğini düşünüyorum. Sanki kızın adını biliyormuş gibi 'Melis mi yaptı bunu sana' diye soruyorum. Kızın adını kafamdan uydurmama rağmen bozuntuya vermiyor T.K. ve başını sallayarak olumluyor. Müthiş bir dayak olmalı diye düşünürken üzerimdeki oyuncakları sökmeye başlıyorum. Uzunca bir süre uğraştıktan sonra etrafıma bakınıyor ve T.K'nın ortalıktan kaybolduğunu görüyorum. O sırada evden hayli şişman, elinde mutfak robotu ve tüylü ev terlikleriyle çıkan bir kadın görüyorum. Kadın, gülümseyen bir ifadeyle yanıma gelip 'hoşgeldin' diyor ve elindeki mutfak robotunu masaya koyup içerisindeki hamur kalıntılarını tırnaklarıyla sökmeye başlıyor. Üzerimde kalmış birkaç oyuncak parçasından utanıp kadını yalnızca gülümseyerek selamlıyorum. Bir yandan da T.K'nın, hayli şişman bu kadınla nasıl seviştiğini, onu nasıl sevgilisi olarak görebildiğini merak ediyorum. 'En azından, ciddi anlamda zihinsel bir paylaşımları olmalı' diye düşünürken kıza ne okuduğunu soruyorum. 'Uzatmalı Semantik' diye yanıt veriyor. 'Uzatmalı' sözcüğünün anlamını çözmeye çalışıyor ve tuhaf bir biçimde şu sonuca varıyorum: 'Uzatmalı sözcüğü, uzayıp kısalabilen portatif bir fallusu, yani kızın erkini temsil ediyor.' Sonra da bu kadar cinsiyetçi düşündüğüm için kendimi suçlayıp pekala bu sözcüğün kız tarafından üniversiteyi geç bitirmiş olduğu için kullanılabileceğini düşünüyorum. Ancak bir süre sonra bu düşünceden de vazgeçip, acaba T.K ile 'uzatmaları' oynuyor da bana sevgili olmamız için sinyal mi veriyor paranoyasına kapılıyorum. Fakat ne olursa olsun, açık terliklerinden görebildiğim kadarıyla ayaklarının güzelliğine rağmen böylesi şişman bir kadınla asla sevgili olamayacağımı düşünüyorum. Bir yandan da tuhaf bir biçimde T.K ile kızın arasını bozmak istiyorum. Ona, 'Uzatmalı Semantik' okumasına rağmen niçin mikserde kalmış hamur kalıntılarını sökmekle zaman kaybettiğini, yapacak daha iyi bir işi olup olmadığını soruyorum. Kocaman suratına oturmuş kemik saplı gözlüklerini düzeltiyor kız ve şehla gözlerini gözlerime dikip kazıdıklarının hamur parçası olmadığını söylüyor. İyiden iyiye meraklanıyor ancak sormaya da çekiniyorum. Çaktırmadan, mavi eteğinin altından boğum boğum görünen bronz bacaklarına bakıyorum. T.K. ile yataktaki performansını, bacaklarını onun beline nasıl sarabildiğini ya da dilini ne sıklıkta kullandığını hayal etmeye çalışıyorum. O sırada evden dev bir siyah Rottweiler çıkıyor ve hızlı adımlarla gelip önce kızın bacaklarını ve sonrasında kafasını eteğinin içine sokup cinsel organını büyük bir iştahla yalamaya başlıyor. Kızın suratında en ufak bir değişim olmaksızın, hatta biraz daha sert bir ifadeyle hamur kalıntılarını kazımaya devam ediyor. Köpekten gelen şapırtı sesleri, 'katır kutur' seslerine dönüşüyor. Ürkek bir tavırla tam sandalyeden kalkacağım sırada 'otur' diye bağırıyor kız. Tereddütsüz yeniden yerime oturuyorum ama aynı anda köpeğin de oturmuş olduğunu görüyorum. Komutu bana mı yoksa köpeğe mi verdiğini düşünürken bir kez daha aşağılanmış hissediyorum kendimi. Nereden bulduğunu anlamadığım ancak yine de kızın 'içinden' kopardığını düşündüğüm kanlı kemik parçasını kemirmeye başlıyor köpek. 'Aferin Melis' diye söyleniyor kız köpeğine bakarak. Melis isminin kendisine değil köpeğine ait olduğunu fark ediyor ve tüm cesaretimi toplayıp adını soruyorum kıza. 'Menis' diye yanıt veriyor. 'Menis' isminin 'Uzatmalı Semantik' okuyan bir kıza hayli yakıştığını düşünüyorum. O sırada T.K, kafasını uzattığı ev kapısından el işaretleri yaparak beni içeri çağırıyor. Menis'ten izin isteyip kalkıyor ve kapıya doğru ilerliyorum. Yanından geçerken hırlıyor köpek. Daha yakından baktığımda karın bölgesinin kıpkırmızı olduğunu görüyorum. Merakla aralık kapıdan içeri giriyorum. Su bardağında ağzına kadar dolu viskisini içiyor T.K. ve bir yandan da Menis hakkında konuşmaya başlıyor. Kızın aslında hizmetçisi olduğunu, ailesinin uzun zaman önce Uluabat Gölü'nde boğularak öldüğünü ve kızın bakımını kendisinin üstlendiğini, asıl kız arkadaşının ise birkaç saat içinde Polonya'dan geleceğini söylüyor. Sonra da elini cebine atıp kızın fotoğraflarını gösteriyor. Menis'ten çok daha şişman olan bu kadını görür görmez T.K'nın zevk anlayışının ciddi anlamda değişmiş olabileceğini düşünüyorum. Ona neden şişman kadınlarla birlikte olmayı tercih ettiğini sorduğumda bilge bir ifadeyle kütüphanesine gidip koca bir kitapla geri dönüyor. Üzerinde 'Dünya Anatomi Atlası' yazan kitabı masanın üzerine koyup sayfalarını çevirmeye başlıyor. Her sayfada çıplak-obez kadın fotoğrafları, hepsi de gülüyor ve karın bölgeleri kıpkırmızı! Şiddetle atlası kapatıyor ve bu yaptığının yasalara aykırı olduğunu, dünyayı şişman kadınların ele geçirmesi için gizlice örgütlendiğini, bu yüzden de kendisini ihbar edeceğimi söylüyorum. Bardağın içinde işaret parmağını gezdiriyor T.K ve yavaş adımlarla odadaki masanın üzerinde duran oyuncaklara doğru ilerliyor. İçlerinden oldukça çirkin bir köstebek figürünü alıp çengelli iğne yardımıyla üzerimdeki tişörte iğneliyor. 'Hadi git şimdi' diyor, 'nereye istersen ihbar et'. Suçluluk duyarak ancak söylediklerimi de yutmadan aralık kapıdan dışarı çıkıyorum. Menis'i ve Melis'i göremiyorum ortalıkta. Bahçe masasının üzerine bırakılmış mutfak robotunun yanından geçerken içindeki hamur kalıntılarına saplanmış kırık tırnak parçaları dikkatimi çekiyor. Evin önündeki sokaktan yürümeye başlıyor ve bir an önce dönmek için taksi arıyorum.   

9 Şubat 2013 Cumartesi

Aynı Anda Arzu Eden Nefeslerimizi Sakla


Ses ve Metin: Tan Tolga Demirci

7 Şubat 2013 Perşembe

Mezar Günlükleri VIII - Jean Seberg





Ne zaman Belmondo ile aynı yatakta düşünsem seni, sahip olduğum güncel nevroz, yerini şiddetli bir kaygı histerisine bırakıveriyor. Özenle kaleme alınmış tüm oedipal trajediler, örtük bir mesaj olmanın ötesine geçerek sıkıcı birer komuta dönüşüyor: Annen asla sana ait olmayacak! Kişisel tarihime dair bu çözümsüz karmaşadan uzaklaşmadan önce yüzüne yalnızca Belmondo'nun elleriyle dokunmama izin veriyorsun, yalnızca yarısı kalıyor elimde bakışlarının.

4 Şubat 2013 Pazartesi

Mezar Günlükleri VII - Max Ernst




Max Ernst'in mezarı, çocukken rüyama giren aksak çekirgeleri sağalttığım portatif kibrit kutularına benziyor. Vasati 40 ruh taşıyor Ernst'in mezarı. Hepsi közlenmiş, hepsi küllerinden doğmuş 40 Simurg kanadı taşıyor. Ona dokunduğunuzda, ıslak sopayla terbiye edilmiş günahkar bir sesin sıcaklığı geçiyor elinize. Ne kadar silkelerseniz silkeleyin, çekirgenin zıplayışındaki soğuk adrenalini söküp atamıyorsunuz avucunuzdan. Çoktandır közlenmiş bedenini pipoma kattığım için olacak, diğerlerinin mezarından farklı Ernst'in mezarı, diğerlerinin mezarından bir içim daha derin, bir içim daha yakın.

3 Şubat 2013 Pazar

Dipnotlar XVI


* Sessizlik dişil, suskunluk erildir. Sonsuzluğa hakim olan ilki nesneye, varoluşa hakim olan ikincisi özneye tabidir.

* Doktor kontrolünde Amerikan usulü fallik edebiyat yapan Bukowski'yi hiçbir zaman sevemedim. 

* Hayatım boyunca tek bir oyuncuyla çalışma şansım olsaydı, Michel Piccoli'yi seçerdim muhtemelen. Sürçen tüm sözcüklerim ona armağanımdır.

* Cesedimin ekonomi politiğe katkısını konu alan bir seminer düzenleyeceğim. Hayvancılık sektöründen bekliyorum en büyük katılımı.

* Haz devrimci, zevk muhafazakardır. Öfke birincisinden doğar, ikincisine dökülür.

* Bir kadını sahafa düşürmek istiyorsanız onu sürekli güncelleyin.

* J.L.Godard’ın kadınları, yönlendirilmiş birer cep telefonudur, bu yüzden onları aradığınızda Godard’la konuşmak zorunda kalırsınız.

* Hapsedilmişlik duygusunu aşarak kan pıhtısı kılığına girmiş bir meteor gibi ruhsal duvarıma kılıf uydurmuş bedenimden kurtulmak istiyorum.

* Globalizm, 'ölüm' ritüelinin biricikliğini yok ederek onu tedricen sosyal bir aktiviteye dönüştürmüştür.

* Ayrılık anksiyetesi ancak öfkeyle nesnesini keşfedip sahteleştirir.

* Dürtülerin hedefinden saptırılarak insafsızca dönüştürülmesi ve gereksiz enerji sarfiyatı gerekçesiyle beden eğitimi dersleri kaldırılsın.

* Öfke, suçluluk duygusuyla eş zamanlı eyleme konmuş şefkat duygusudur.

* Kadın bedeninin olmadık bir yerinde ve durduk yere patlayarak birer Pompei anıtına dönüşen kas kalıntılarını dolaşmayı seviyorum.

* Her söze ve müziğe uyumlu ilaç kırıntısıyım. Lütfen oral yollardan alınız.

* Öfke gösterisi biçimcidir ve nedeni olan hedefinden çok yalnızca kendini baştan çıkarabilecek öyküsel bir donanıma sahiptir.

* Soluk vererek harcanan zamanı geriye almanın bir yolu var mı?

* 18 Haziran 1935'te mutfak ocağından çıkan gazla yaşamına son veren René Crevel'in intihar dosyası yeniden açılsın, külleri soğumadan.

* Melankoli ve rüzgar arasında kalmamak için ya yas tutun ya da pencereyi kapatın.

* Geri dönüşümcüler derneğinin ölü kadın bacaklarının birer kitap ayracına dönüştürülmesi ile ilgili çalışmalarına destek olunuz.

* Mezar soyguncularının dikkatine! Hippie mezarları bol miktarda kimyasal atık içerdiğinden güvenlik amacıyla lütfen maskelerinizi takınız.