Ne zaman çektiğimi hatırlamadığım bir filmin gösterileceği mekandayım. O an beni mutlu eden şey, çekmiş olduğum ama çekimlerinde bulunmadığım bir filmi ilk kez izleyecek olmak. C salonunun hemen yanındaki alanda çekik gözlü ve bikinili kızların konuklara kızılcık şerbeti dağıttığını görüyorum. Tanıdık yüzlere yakalanmadan standın önüne gidiyor ve kızlara nereden geldiklerini soruyorum. İçlerinden en uzun boylu olanı, Liechtenstein komünist partisini temsilen orada olduklarını söylüyor. Sonra da gülümseyerek koca bir bardak dolusu kızılcık şerbeti uzatıyor. İçmeden önce şerbetin formülünü soruyorum kıza. Sanki büyük bir sır verecekmiş gibi kulağıma eğilip, uzun süre dalgalanmış kızıl bayrakları yüksek ısıda yıkadıktan sonra çıkan ilk boyanın şerbete esas rengini verdiğini söylüyor. Konuyu değiştirmek amacıyla bu kez adını soruyorum kızın. 'Jenna Sue' diyor utanmış bir edayla. Liechtenstein'da bu isimde ve çekik gözlü, üstelik komünist bir kızın ne işi olduğunu düşünürken birdenbire bardağın dibine çökmüş bir ağız dolusu takma diş dikkatimi çekiyor. Korkuyla bardağı yere fırlatıyorum. Kırılan bardaktan onlarca diş saçılıyor her yere. Şangırtının etkisiyle kalabalığın sesi kesiliyor ve konuklardan bazıları yerdeki dişleri toplamaya başlıyor. Kadının biri, topladığı dişleri apar topar göğüsleri arasına tıkıştırıyor. Başka bir kadın, çantasından çıkardığı el aynasıyla dişlerin kendi ağzına uyup uymadıklarını kontrol ediyor. Uzun boylu partili kız, çantasından kalınca bir dergi çıkarıp bana uzatıyor. Derginin üzerinde Türkçe olarak 'Liechtenstein Komünist Parti Programı' yazıyor. Ayaküstü dergiyi karıştırıyorum. İçinde birbirinden lezzetli yemek tarifleri var. Derginin tamamı mutfak kültürü üzerine yazılarla dolu. Partiye gönüllü olarak katılacağımı söyleyip dergiyi yeniden kıza iade ediyorum. Öylesine seviniyor ki tiz bir çığlık atarak elindeki telefonun tuşlarına basmaya başlıyor. 'Kimi arıyorsun' demeye kalmadan da telefonu bana uzatarak babasının benimle görüşmek istediğini söylüyor. Tedirgin bir ses tonuyla 'alo' diyorum. Oldukça kararlı ve soğuk bir ses, Liechtenstein komünist partisinin başkanı olduğunu vurguluyor. Adamı daha net duyabilmek için sessiz bir köşe arıyorum. İstanbul aksanıyla konuşan parti başkanı, ilk görevimin 1. dünya savaşında Çanakkale'de kullanılan topları Montmartre tepelerine çıkarmak ve Paris komününü yeniden başlatmak olduğunu söylüyor. Bunun aptalca bir şaka olduğunu düşünerek telefonu adamın suratına kapatıyorum. Yeniden standa döndüğümde uzun boylu kızı ortalıkta göremiyorum. Telefonu masanın üzerine bırakıp etrafa göz gezdiriyorum. Elinde ayna olan kadın, yere dökülen dişlerden bazılarını ağzına iliştirmiş. Yüzü gerçekten de korkunç görünüyor. Ona baktığımı sezip bana doğru yaklaşıyor ve kolumdan tutup hızla kendine çekiyor. Boyum kadının çenesine anca geliyor. Derin bir kendine güven edasıyla nasıl göründüğünü soruyor. Öylesine sıkıyor ki kolumu, zorla ve biraz da kaygıyla gayet güzel göründüğü yalanını söylüyorum. Kültür bakanlığıyla olan anlaşmazlığı yüzünden artık iş yapamayan bir film yapımcısının karısı olduğunu, kocasının aptallığı yüzünden kimsenin suratına bakacak yüzü kalmadığını ve aradığı ruhsal huzuru, emekli set işçilerinin yatağında bulduğunu söylüyor. Sonra da yüzünü ilgi isteyen bir çocuk gibi buruşturarak onunla yatıp yatmayacağımı soruyor. Filmin yaklaşan gösterim saatini bahane ederek kadının isteğini kibarca reddediyorum. Bunun üzerine öylesine sinirleniyor ki eğer onunla yatmazsam olay çıkaracağını ve beni kocasına şikayet edeceğini söylüyor. Tam o sırada, az önce masaya bıraktığım cep telefonu çalmaya başlıyor. Biraz da kadından kurtulmak için telefona yanıt veriyorum. Parti başkanı arıyor. Çanakkale'deki topları nakledebilmek için Rusya'daki aşçı yoldaşların katkılarıyla bir Tupolev uçağı ayarlandığını, ancak naklin gerçekleşmesi için en azından bir kargo şirketiyle anlaşmam gerektiğini söylüyor. Bir süre sessiz kalıyorum. Bunun üzerine kurduğu planı anlatmaya başlıyor; toplar önce kargo şirketine verilecek ve iyice ambalajlandıktan sonra üzerine 'kırılacak eşya' yazılarak havaalanına getirilecek. Buradan Tupolev tipi uçağa nakledilerek De Gaulle havaalanına ulaştırılacak. Kargoyu partinin Montmartre temsilcisi teslim alacak ve toplar, şüphe uyandırmayacak biçimde taksi bagajlarında direniş noktalarına ulaştırılacak... O sırada ilk gong çalıyor. Filmin başlamak üzere olduğunu düşünerek C salonuna doğru ilerliyorum. Ancak tam o sırada arkamdan tiz bir çığlık yükseliyor. Az önce yatmayı reddettiğim kadın, parmağıyla beni göstererek kendisini iğfal ettiğimi ve beni mahkemeye vereceğini söylüyor. Bu iftirayı takiben, akut bir histeri krizi geçirerek üzerindeki kırmızı tuvaleti paramparça ediyor. Kadının vücudunda Yeşilçam emekçilerinin imzalarını görüyorum. Ses teknisyeninden prodüksiyon amirine, ışık şefinden kamera asistanına kadar hemen herkesin imzası var. Kalabalığın kendisiyle ilgilenmediğini gören kadın, bu kez daha da öfkelenerek kendini yere atıyor ve yuvarlanmaya başlıyor. Bu gösterinin tiyatral bir şov, hatta bir 'happening' olduğunu düşünen kesim, kadını alkışlamaya ve coşkuyla ıslıklamaya başlıyor. Islık seslerine masaya bıraktığım cep telefonu sesi karışıyor. Biraz da merakla telefonu açıyorum ve daha konuşmama fırsat kalmadan parti başkanı, eğer dediklerini yapmazsam parti ajanları tarafından infaz edileceğimi söylüyor. Ona partinin umurumda olmadığını, tek derdimin çektiğim ama henüz göremediğim filmi izlemek olduğunu ve bir daha beni ararsa Çanakkale toplarını Liechtenstein sınırına kendi ellerimle dizeceğimi söylüyorum. Bu kez telefon benim suratıma kapanıyor. İkinci gong çalıyor. Yerimi almak için yeniden salona doğru ilerliyorum ancak tam o sırada silahlı bir grup galayı basıyor. Grubun ağzında, maske olarak biçim verilmiş parti programından sayfalar görüyorum. Birinin maskesinde domatesli pilav, diğerinde kabak dolması resmi var. Havada uçuşan kurşunlar arasında kaçacak yer arıyor ve bulabildiğim en yakın masanın altına saklanıyorum. Görebildiğim kadarıyla kalabalıktan sağ kalan kimse yok; herkes birbirinin üzerine yığılmış, delik deşik olmuş. Üçüncü gong çalıyor. Liderleri olduğunu düşündüğüm ve maskesinde Böfstrogonof resmi olan adam, gruptan ateşi kesmesini istiyor. Dumandan göz gözü görmüyor. Tam o sırada C salonundan çektiğim filmin jenerik müziği duyuluyor. Riskli bir kararla ve biraz da ortalığı kaplayan dumanı fırsat bilerek filmi izlemek için masanın altından çıkıyor ve sürünerek C salonuna doğru ilerliyorum. Önüme, histeri krizi geçiren kadının cansız bedeni çıkıyor. Sessizce Aydemir Akbaş'ın imzası üzerinden sıyrılarak geçiyorum. Henüz birkaç metre ilerlemişken yankılı bir silah sesi duyuyorum. Arkama dönüyor ve sağ bacağımdan oluk oluk kan aktığını görüyorum. Aldırış etmeden ve gücü daha çok kollarıma vererek C salonuna doğru sürünmeye devam ediyorum. Tam salonun kapısını aralayacakken bir çift topuklu ayakkabı kesiyor önümü. Ayakkabıların sahibini görmek için güçlükle yukarı kaldırıyorum başımı ve önümü kesenin Jenna Sue olduğunu anlıyorum. Yolumdan çekilmesi için ona yalvarıyorum. Oldukça donuk bir ifadeyle elindeki telefonu uzatıyor bana. Konuşacak gücü bulamıyorum. Telefonda yine parti başkanı. Tarihe kahraman bir devrimci yerine basit bir film yönetmeni olarak geçecek olmamdan dolayı duyduğu üzüntüyü dile getiriyor. O sırada telefondan top sesleri duyuluyor. Başkan, Tupolev'in ışıktan çok daha hızlı bir uçak olduğunu, aslında biz telefonla konuşurken direnişin Montmartre tepelerinde çoktan başladığını ve zaferin yakın olduğunu söylüyor. Bir süre sessiz kalıyorum. Güçlükle Jenna Sue'un yüzüne bakıyorum. Çektiğim acıyı gören kadın, şefkate gelerek arasından geçebilmem için bacaklarını aralıyor. Sürünerek kadının bacakları arasından C salonuna giriyorum. Son bir çabayla filme ait seslerin geldiği beyaz perdeye doğru başımı kaldırıyor ve sarı fon üzerine 'Jenna Sue' fontuyla yazılmış '5 dakika ara' yazısını görüyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder