'Ming' adında bir şehri, hatırlamadığım bir nedenle ziyaret etmek için eşyalarımı topluyorum. Bavulun içine tıkıştırdığım tüm elbiseler, ilkokul döneminde kullandığım elbiselerin birkaç beden büyümüş halleri. Son olarak, üzerinde ayran lekesi olan siyah önlüğümü de bavula koyup kapatıyorum. Havaalanına gitmek için taksi yerine motor çağırıyorum. Evin önünde bir süre bekledikten sonra, ikinci dünya savaşından kalma motoruyla oldukça zayıf, 60 yaşlarında bir adam geliyor. Motorun plakasında sadece 'G.104' yazıyor. Yan tarafındaki bölmeye biniyor ve Sabiha Gökçen Havaalanına doğru yol alıyorum. Pendik'in girişinde, yol kenarında tartışmakta olan bir çift dikkatimi çekiyor. Tartışma, sonrasında kavgaya dönüşüyor ve adam kadının yüzüne korkunç bir darbe indiriyor. Kadının alnı tıpkı camdan bir fanus gibi çatlıyor ve çatlaktan ince bir kan akışı başlıyor. Simsiyah olan kan, giderek kırmızıya dönüşüyor. Sürücüden motoru durdurmasını istiyorum. Kavga eden çiftin karşı sokağına park ediyoruz. Motorcuya, kanın ilk başta niçin siyah aktığını soruyorum. 'Boruda kalmıştır; boruda kalan kan siyah akar, sonra giderek kırmızıya dönüşür' diye yanıt veriyor. Bu arada çift arasındaki kavga olanca hızıyla devam ediyor. Adam, kadını saçlarından tutuyor ve üzerinde şampuan reklamı olan elektrikli bir reklam panosuna doğru sürüklüyor. Motorcuya polise haber vermemiz gerektiğini söylüyorum. O da gayet tepkisiz bir biçimde elini yumruk haline getirip devrimin Ming'ten başlaması gerektiğini vurguluyor. Yumruğuna dikkatle baktığımda, serçe parmağına takılı 'gamalı haç' yüzüğü dikkatimi çekiyor. Bu arada kavga etmekte olan adam, saçından tuttuğu kadının kafasını şampuan reklamının olduğu elektronik reklam panosunun içine sokuyor. Panodan rengarenk kıvılcımlar, bembeyaz dumanlar yükseliyor. Elektriğin etkisi altında kalan kadın, müthiş bir hızla çırpınmaya başlıyor. Her çırpınışında bacaklarının arasından reklamı yapılan şampuan oluk oluk akıyor. Motordan inip yardım etmek üzere olay mahalline gidiyorum. Kadına vuran adam, o yöne doğru yaklaştığımı görüp kaçıyor. Adamı kovalamak yerine kadını kurtarmak düşüncesiyle reklam panosuna doğru ilerliyorum. Yere sızmış şampuan birikintisine basıp sırtüstü düşüyorum. O sırada kadın, kafasını reklam panosundan kurtarıp bana doğru dönüyor ve halimi görüp kahkahalarla gülmeye başlıyor. Yüzü neredeyse kömür olmasına rağmen hiç acı çekmiyormuş gibi duruyor. Güçlükle ayağa kalkıp kadına doğru biraz daha yaklaşıyorum. O sırada beni taşıyan motorun sesini duyuyorum. Motorcu, arkasına bile bakmadan beni öylece bırakıp oradan uzaklaşıyor. Kadın, bu duruma daha da gülüp ağzından köpükler saçarak zavallı biri olduğumu söylüyor. Konuşması sırasında kaynak makinesine benzer sesler çıkarıyor. O anda rüyada olduğumu, uyanmam için gerekli uyarıyı aldığımı ama buna rağmen nasıl oluyor da halen uyanamadığımı soruyorum kendime. Sırf daha da korkup uyanmak ve bunun için gerekli dış uyaranı arttırmak için kadına doğru yaklaşıyorum. O sırada kadının kömür olmuş çenesi, attığı kahkahanın etkisiyle ağzından ayrılıp yere düşüyor. Çenenin düştüğü yere sarı kalorifer böcekleri üşüşüyor. Korkuyla geri adım atıyorum. Kadın, üzerindeki bluzu yırtarak çıkarıyor. Simsiyah göğüslerini iki eliyle kavrayarak dilini üst dudağında gezdiriyor. Kavga sırasında kadının yere düşürdüğü çantasına bakıyorum. Üst üste dizilmiş kitaplar dikkatimi çekiyor. En üstteki kitabın adı 'Çocuk Bakımı', bir altında 'Der Die Das Kapital' var. Kitabın alt başlığının ancak yarısını görebiliyorum. Anladığım kadarıyla yeni başlayanlar için hem Almancayı ve hem de Marksizmi aynı metin üzerinden öğreten bir kitap... Çocuk Bakımı kitabını çantadan çıkarıp 'İçindekiler' kısmına giriyorum. 'Helal Süt Emme' ile başlayan ve 'Mezar İlanları' ile sona eren geniş bir konu akışı gözüme çarpıyor. Tıpkı beni koruyan bir tılsım gibi kitabı kadına göstererek benden uzak durmasını istiyorum. Bakışları aniden değişiyor kadının, vicdanlı bir çift göze dönüşüyor. O kadar sevgi dolu bakıyor ki dayanamayıp sıkıca sarılıyorum ona. Sarılmanın şiddetiyle vücut, tıpkı bir 'şişme bebek' gibi sönmeye başlıyor. O an panik yapıp bedenin tamamı sönmeden önce başımı kadının göğüslerine doğru kaydırıyorum ve henüz yarısı sönmüş olan sağ göğsünü emmeye başlıyorum. Ağzıma zehirlenme sonrası sıvı olarak tatbik edilen 'tıbbi kömür' tadı geliyor. Yere doğru tükürüyorum. Ancak ağzımdan çıkan sıvının saf süt olmasından aldığım cesaretle bu kez diğer göğsü emmeye başlıyorum. Her aldığım yudum, mideme cam kırıkları olarak düşüyor. Ama yine de bu durum rahatsızlık vermiyor bana. Kadını uzunca bir süre emip tamamen söndürüyorum. Sonrasında posasını kucağıma alıp yürümeye başlıyorum. Neredeyse hiç ağırlığı olmayan ve bedeni tam anlamıyla buruşarak bir deri yığınına dönüşmüş bu kadını gömecek bir mezarlık arıyorum. Bir yandan da müthiş bir ağlama isteği duyuyorum. Çok geçmeden yerin altına doğru dört kat inşa edilmiş, oldukça modern çizgiler taşıyan bir mezarlık buluyorum. Adı, Yeşilçam Mezarlığı... Asansörle dördüncü kata iniyorum. Kapı açıldığında, bu katın yalnızca geç dönem sinemacılara ayrılmış olduğunu görüyorum. İlk mezar, N.B.C'ye ait ve mezar taşına monte edilmiş bir de güvenlik kamerası var. Kamera, tıpkı onun çekmiş olduğu filmlerindeki kareler gibi sabit, üzeri yosun tutmuş. İkinci mezar biraz daha geniş. Mezar taşının üzerinde 'Babam ve Oğlum' yazıyor. Üst üste gömülmüşler. Bir sonraki mezar, gösterişli bir şarküteri dükkanı olarak tasarlanmış. İçinde, et, süt, ne ararsanız var. Son mezar ise kazılmış ve boş bırakılmış. Kucağımdaki kadını kazılı olan yere doğru yatırıyorum. Sonra da kum birikintisine saplanmış kürekle merhumeyi gömüyorum. O sırada mezar taşında bir isim beliriyor. Önce A ve Ç harfleri, sonrasında ismin tamamı: Sabiha Gökçen... Korkuyla küreği fırlatıp asansörle yeniden yüzeye çıkıyorum. O an güçlü bir öksürük krizi yaşıyorum. Ağzımdan 'Çocuk Bakımı' kitabının sayfaları bölük pörçük çıkıyor. Son öksürükle birlikte bükülmüş bir de cisim fırlıyor ağzımdan, motorcunun Nazi amblemli yüzüğü... Mezar taşındaki isim geliyor aklıma; bir an önce havaalanına yetişmem gerektiğini, aksi taktirde uçağı kaçıracağımı düşünüyorum. Koşmaya başlıyorum ve tuhaf bir biçimde birkaç dakika sonra havaalanında oluyorum. Etrafta kimse yok. Pasaport kontrolünden koşarak geçiyor ve 104 numaralı kapıya gidiyorum. Kapıdan sorumlu iki sarışın kız delicesine öpüşüyor. Hemen yanlarındaki masanın üzerinde yarım bırakılmış pizza parçaları var. Kırıntıların üzerinde yeşil renkli at sinekleri dolaşıyor. Onları rahatsız etmeden kapıdan dışarı çıkıyorum. Boeing 747 tipi yolcu uçağının, kapının biraz önünde park etmiş olduğunu görüyorum. Uçağın sağ kanadında yedi ve sol kanadında altı olmak üzere 13 çekik gözlü hostesin bacak bacak üstüne atmış, beni bekliyor olduklarını görüyorum. Oldukça kısa boylu sayılabilecek kızlar beni görünce uçağın kanadından sarkıttıkları bacaklarını ritmik olarak sallamaya ve Daryl Hall'un 'Maneater' şarkısını söylemeye başlıyorlar. O anda uçağın merdiveni otomatik olarak aşağı iniyor. Kan ter içinde merdivenlerden çıkıyorum. İçeride kimse yok. Pilot kabinine doğru ilerliyorum. Uçağa hız veren gaz kollarının ince bir sicimle bağlanmış olduğunu görüyorum. Sicimin altındaki kağıt parçasına yazılı 'Belediye Tarafından Mühürlenmiştir' ibaresi dikkatimi çekiyor. Müthiş bir öfkeyle kabin kapısını kendime doğru çekiyor ve uçağı tek başıma kaldırmaya karar veriyorum. 'Taxi' için kuleden izin istiyorum. Küçük bir kız sesi yanıt veriyor çağrıma ve seneler önce üzerime döktüğü ayran için özür diliyor. Bağlantıyı kapatıp gaz kolundaki mührü söküyorum. Uçağa gaz vererek 20 knots'u geçmeyecek biçimde 6 numaralı piste doğru yol alıyorum. O sırada hosteslerden birinin anonsu geliyor kulağıma; uzun süredir orgazm olmadığını, bedeninde Coşkusal Veba'nın tüm izlerini taşıdığını, bu yüzden servis sırasında kendisine dokunan ya da taciz edenlerin ciddi biçimde bu vebanın kurbanı olacağını söylüyor. Anons sonrası yolcuların alkışlarını ve ıslıklarını duyuyorum. Uçağın flaps'lerini '10' konumuna getiriyor ve kısa bir süre sonra 6 numaralı pisti ortalıyorum. Biraz gecikmiş olmakla birlikte bu kez kuleden kalkış izni istiyorum. Aynı küçük kız, üzgün bir ses tonuyla üzerime döktüğü ayran parasını benden çaldığını ve bu yüzden kendini hiçbir zaman affetmeyeceğini itiraf ediyor. Ona aldırmaksızın TO/GA sistemiyle uçağa hız vererek birkaç saniye içerisinde kalkmayı başarıyorum. Sonra aniden bedenimden ayrılıp, tıpkı filmlerde olduğu gibi uçağı yer yüzeyinden izliyorum. Sol kanatta 6, sağ kanatta 7 hostes, giderek yükseliyor ve bir süre sonra da gözden kayboluyorlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder