28 Ocak 2012
Misafir öğrenci olarak yıllar sonra Dokuz Eylül Üniversitesi, Sinema Televizyon bölümünde bir derse katılıyorum. Ancak üniversitenin öğretim kadrosu değişmiş, hiç kimseyi tanımıyorum. Derse orta yaşlarda bir adam giriyor ve ukala bir tavırla bilgisayarını projeksiyon makinesine bağlıyor. Bilgisayar açıldığında, masaüstü fotoğrafı olarak Sadettin Kaynak'ın bir portresini görüyorum ancak fotoğrafın altında kırmızı italik bir fontla 'Adonis Hitler' yazıyor. Sonrasında masaüstü dosyalarının birine tıklıyor ve daha öncesinde görmediğim bir filmden sahneler göstermeye başlıyor. Siyah beyaz bir dekorda renkli karakterler, bilmediğim bir dilde hararetli olarak tartışıyorlar. Arada attığı kahkahalarla filmde konuşulan dili anladığını kanıtlayan hoca sınıfa dönüyor ve filmin Erich Fromm'a ait olduğunu iddia ediyor. Böyle bir filmi kaçırmış olduğum için kendime sinirleniyor ancak bir yandan da bilginin gerçekliğinden kuşkuya düşüyorum. Beni kuşkuya düşüren şey, hocanın 'Erich' ismini sürekli 'Heinrich' olarak telaffuz etmesi. İsmi yanlış telaffuz ettiği üzerine tam söze karışacakken gösterilen filmde Time-lapse efektiyle zamanın hızla geçtiğine tanık oluyorum. Filmdeki zamana koşut olarak hoca da giderek yaşlanıyor ve doksan yaşlarında, elmacık kemikleri çıkık, zayıflıktan ölmek üzere olan bir adama dönüşüyor. Yaşlı adam, zar zor da olsa konuşarak sınıfa 'göz' ile ilgili herhangi bir makale okuyup okumadıklarını soruyor. Hemen söze girip 'The Very Eye of...' deyip kalıyorum. Hoca gülüyor ve yanıma gelerek sert bir biçimde hapşırıyor. Makalenin ismini hatırlamaya çalışıyorum ve yeniden 'The Very Eye of...' deyip kalıyorum. Hoca, büyük bir şefkatle beni tamamlıyor ve 'Story of the Eye' ya da 'L'histoire de l'oeil' diyor. Utançla karışık hocaya müthiş bir hayranlık duyduğumu hissediyorum. Uzunca bir süre bakışıyoruz. Sonra aniden onun nefesini kontrol edemediğini fark ediyorum. Yüzü giderek morarıyor. Etrafa bakıyorum ve sınıfta yalnız kalmış olduğumu görüyorum. 'Yardım edin' diyecek birilerini arıyor ancak bulamıyorum. Hoca, destek almak için sıralardan birine tutunuyor. Göz göze geliyoruz. İnce dudaklarına varla yok arasında bir gülümseme yerleşiyor. Sonra nefesi kesiliyor ve olduğu yere düşüp kalıyor. Müthiş bir hüzünle tahtaya doğru yürüyorum ve ıslak bir tebeşirle Erich Fromm'un adını ‘Heinrich Fromm’ olarak düzeltiyorum. O sırada, müzik bölümündeki öğrencilerin yemekhaneden gelen seslerini duyuyorum. Koridoru geçerek bahçeye çıkıyorum. Tam yemekhanenin önüne gelmişken öğrencilerin ve hocaların dua ediyor olduklarını ve kız korosunun bağıra çağıra Ave Maria'yı söylediğini duyuyorum. Diğer hocalar da başlarını elleri arasına almış şarkı eşliğinde dua ediyorlar. O sırada korodaki birkaç kız beni görüp gülüşüyor. Dikkatle baktığımda, gülüşen kızlar dışındaki tüm koro üyelerinin takma gözleri olduğunu fark ediyorum. Nereye baktıkları belli olmayan bu tuhaf gözlerden gözümü alıp hocaların olduğu gruba çeviriyorum. Grubunun içinde yalnızca rahip elbisesi giyinmiş O.A'yı ve bir başka üniversitede sinema hocası olan M.B'yi tanıyabiliyorum. El ele tutuşmuşlar, büyük bir dikkatle Ave Maria'yı dinliyorlar. Kendi içinde tutarlı bu saçmalık beni de etkiliyor ve koroya doğru yaklaşıp bana gülümseyen kızlardan birinin dizi dibine çöküyorum. O da üzerine tül sardığı sağ eliyle başımı okşayarak şarkıyı söylemeye devam ediyor. Masadaki tabakların içinde iri hayvan butları ve butlarda açılmış kurşun delikleri görüyorum. Aklıma aniden onların İkinci Dünya Savaşı sırasında kaza kurşunlarına hedef olan tarla domuzlarına ait olabileceği düşüncesi geliyor. Bu düşünceyle ve şarkı bitmeden, saçlarım arasında gezinen elin ritmiyle rüyamda uyuyakalıyorum.
30 Kasım 2011 - Rüya
Arkeolojik kazı izni alabilmek için Bursa'nın uzun yıllar önce kapanmış olan Dilek Sinemasına gidiyorum. İçeriye girdiğim andan itibaren sinema, okuduğum ilkokula dönüşüyor. Tanıdık bir yüz görme kaygısıyla köşelere saklanarak öğretmenler odasını bulmaya çalışıyorum. Üst kata çıktığımda, yıllar önce okuduğum sınıfın kapısı çıkıyor karşıma. Etrafta kimsenin olmadığını kontrol edip kapıyı aralıyorum. İçeri girdiğimde, sınıfın bir otel odasına dönüşmüş olduğunu görüyorum. Odanın ortasında çift kişilik bir yatak, düzgün çıkarılmış ayakkabılar, içinde tüylü balıkların yüzdüğü bir çiçek vazosu ve ahşabı çürümüş makyaj masası var. Tam balkona çıkmaya karar vermişken, odada kalan kişinin gelebileceğinden duyduğum kaygıyla mekanı terk etmek için arkamı dönüyorum. O sırada, kapının dibinde oturan, başını bükmüş ağlamakta olan takım elbiseli 50'li yaşlarda bir adam görüyorum. Ona iyi olup olmadığını sormaktan çekiniyorum ve öğretmenler odasını bulmak için yeniden koridora çıkıyorum. Birkaç adım atmışken, iki gazeteci kadın karşıma çıkıyor ve yeni bir film çekip çekmeyeceğimi soruyorlar. Onları başımdan atmakla atmamak arasında kalıyorum. Öğretmenler odasını aradığımı ve film çekmeyi bırakıp arkeolojiyle ilgilenmeye başladığımı söylüyorum. Benimle geliyorlar. Kadınlardan birisi feminist haberler yapan bir muhabir. Diğerini tanımıyorum. Feminist olan, arkeolojik kazı ekibinde kadın olup olmadığını soruyor. Bunun onu ilgilendirmediğini söylüyorum. Sinirlenip yanımdan ayrılıyorlar. Alt kata indiğimde yaşlıca bir adamla karşılaşıyorum. Yanında oturmakta olduğu kapının üzerinde 'Makinist Odası' yazıyor. İçeriden eski yeşilçam filmlerine has kadın kahkahaları geliyor. Ancak kapıya daha yakından baktığımda belediyenin mühür basmış olduğunu görüyorum. Adama, odaya ne olduğunu soruyorum. Kış için yüklük yapıldığını, öğretmeler odasının çok daha gizli bir yere taşındığını, oraya beni götürebileceğini ancak ayakkabımın asla ses çıkarmaması gerektiğini söylüyor. Tek bir gıcırtı olursa işten atılacağını da ekliyor. Ayakkabılarıma bakıyorum ve onları tanımıyorum. Başka birisinin ayakkabısını yanlışlıkla giyinmiş olabileceğimi düşünüyorum. Yola çıkıyoruz. İki kat daha aşağı iniyoruz ve müthiş bir titizlikle ses çıkarmadan koridorda yürümeye çalışıyoruz. Tam köşeyi döndüğümde, gıcırtı seslerinin arttığını ama bizden kaynaklanmadığını anlıyorum. Ahşap koridora uzanmış, mayolarıyla güneşlenmekte olan sarı saçlı ve Macarca konuşan dev gibi iki kadınla karşılaşıyorum. Beni öğretmenler odasına indiren adamın yüzünde bir telaş görmeyince rahatlıyorum. Sonra koridorun başında, mayosunu giyinmiş kilolu bir kadın daha görüyorum. Beyaz ve transparan bir tarakla koltuk altı kıllarını tarıyor. O an tuhaf bir panik yaşıyor ve koridorun sonuna doğru koşmaya başlıyorum. Ancak karşıdan onlarca mayolu ve kilolu kadının, sanki teneffüsten çıkmışcasına bana doğru koştuklarını görüyorum. Yaklaştıkça devleşiyorlar ve bel hizalarına ancak gelebiliyorum. Aralarından sıyrılmak için bacaklarını, bellerini itiyorum ve nihayet koridorun çıkışına geliyorum. Arabamı park ettiğim bahçeye çıkıyorum, araba bir başkasının arabasına dönüşmüş. Biniyorum ve evime gitmek üzere yola çıkıyorum. Ancak birkaç dönüşten sonra yolu kaybedip yanlışlıkla bir alışveriş merkezinin çatı katına çıkıyorum. Arabadan iniyor ve çatı katında, Ankara asfaltına çıkan yolu sorabileceğim birilerini arıyorum. O sırada küçük bir grubun toplanmış aralarında konuşmakta olduklarını görüyorum. İçlerinden birini Svankmajer'e benzetiyorum ve ona İngilizce Svankmajer olup olmadığını soruyorum. O da 'ben hiçbir şeyim ama Svankmajer'i arıyorsan, buralarda dolaşıyor' diyor. Grup gülmeye başlıyor ve hep bir ağızdan 'biz hiçbir şeyiz, Svankmajer bile değiliz' diyerek benimle dalga geçiyorlar. Bu rahatsız edici ortamdan uzaklaşmak için bilgisayar oyunlarında yaptığım ve asla ölmediğim gibi çatılardan atlamayı, gözden kaybolmayı düşünüyorum.
5 Kasım 2010 - Rüya
Üniversitede Sinema Televizyon, Görüntü Yönetmenliği Bölümü sınıfındayız. Ancak dersin hocası olan 50'li yaşlarda ve şişmanca kadını tanımıyorum. Onun yanında yine aynı yaş ve kilolarda misafir bir başka kadın hoca daha var. Omuzunda apoletler taşıyan bu kadını, aktris Gabriela Wilhelmová'ya benzetiyorum. O sırada diğer hoca, sunumunu yapmak üzere, en yakın lise arkadaşım K.A'yı kürsüye çağırıyor. Koca sınıfta tek dinleyici benim. Kimsenin olmayışını, K.A.sevilmediği için ona karşı yapılan bir protestoya bağlıyorum. K.A.kürsüye çıkıyor ve 'aşkın stalinistleşmesi' konusunda konuşmak istediğini söylüyor. Hoca, K.A'nın yüzüne bakmaksızın, 'biraz politik bir konu değil mi' diye soruyor. K.A, konunun politik olmadığını, yalnızca aşk denilen eylemin, şovenist, stalinist, kajucu ve napolist yan etkilerden kurtulması gerektiğini söylüyor. 'Kajucu' ve 'napolist' terimlerinin ne anlama geldiğini bilmediğim için içten içe utanıyorum. Sonra da ilkini Çin devrimiyle, ikincisini ise Napolyon ile ilişkilendiriyorum. K.A, ateşli konuşmasını sürdürürken sınıfa oldukça bakımsız, 1.50 boylarında, zayıf, esmer bir kız giriyor. Çirkin ve kendisine büyük gelen soğuk renkli bir kazak giyinmiş bu kız, onca yer arasında gelip yanıma oturuyor. Bundan rahatsız oluyor ancak ona belli etmiyorum. Az sonra kızın, K.A'nın konuşmasını keseceğine emin bir tedirginlikle K.A'yı dinlemeyi sürdürüyorum. Gerçekten de kız, stalinistlerin artışından söz edildiği bir sırada, oldukça tiz bir sesle araya girerek Stalin'in aşk için tek kurtuluş olduğunu, iki kişinin birbirini 'Stalin' sayesinde daha dürüst bir biçimde anlayabileceklerini iddia ediyor. Bu aptalca yoruma inanılmaz sinirleniyor ve söz alıyorum. Sonra da kıza dönüp, devrimin çirkin ayakkabılarla ve koca kazaklarla yapılamayacağını, ayrıca bekaretini kuşlara bölüştürmeden özgürlükten söz edemeyeceğini söyleyip ondan sınıfı terk etmesini istiyorum. Misafir hoca söze girerek, kendime hakim olmamı, kimseyi sınıftan kovma yetkim olmadığını söyleyip çantasından kalın mumlar çıkarıyor. Sonra da mumları K.A'nın konuşma yaptığı kürsüye yerleştirip cebinden çıkardığı dev bir kibritle yakıyor onları. K.A.mumlara şaşırmaksızın konuşmasına kaldığı yerden devam ediyor. O sırada yanımdaki kız, bacaklarını çapraz konuma getirip ağlamaya başlıyor. Onun bu tavrına üzüntüyle karışık nefret duyuyorum. Sonra da suçluluk duyguma yenilip, iyi olup olmadığını soruyorum. O da bu derse gelmeden önce amacının saçlarına fön çektirmek ve güzel görünmek olduğunu ancak sosyalist bir kuaför bulamadığı için dağınık saçla gelmek zorunda kaldığını söylüyor. Kızın saçlarına daha yakından baktığımda, saman parçalarının saç aralarına dolanmış olduğunu görüyorum. Birkaç tanesini elimle alıyorum ancak ben topladıkça saman parçaları giderek çoğalıyor. Olgun bir tavır takınıp gırtlağımı temizleyerek ona, kepeğe karşı sosyalist şampuan kullanmasının sapla samanı birbirinden ayıracağını söylüyorum. O da umutsuz bir tavırla, eğer şampuan kullanırsa örgütten atılacağını ve parasının kesileceğini söyleyerek yeniden apoletli hocadan söz alıyor. O sırada birden yüzü değişiyor kızın ve bu kez daha acımasız bir şekilde K.A'ya saldırmaya başlıyor, ağzına ne gelirse söylüyor. K.A'nın kadın düşmanı olduğunu, tek yolun stalinizm olduğunu, kadın kurtuluşunun ancak tören adımlarla mümkün olacağını iddia ediyor. Apoletleri olan kadın hoca, yapay bir gülümseyişle kızı onaylıyor. K.A, kızın yorumuna o kadar sinirleniyor ki avcunu, önünde yanmakta olan kırmızı gövdeli mumun ateşine yaklaştırarak acı çekmeden öylece duruyor. Bir süre sonra gözünden bir damla yaş geliyor ama yine de canının yandığına dair hiç tepki vermiyor. O an kızı öldürmekle evlat edinmek arasında kalakalıyorum. Sonra da sınıfı terk etmeye karar veriyorum. Son kez K.A'ya baktığımda, ellerinin alev aldığını ancak yine de suskunluğunu koruduğunu görüyorum. Stalinist kız, slogan atarak K.A'yı manipüle etmeye devam ediyor. Apoletleri olan hocaysa kızın attığı sloganlar eşliğinde kemikli parmaklarıyla pantolonu üzerinden kendini uyararak mastürbasyon yapmaya başlıyor. Bu rahatsız edici sahneye daha fazla dayanamayarak sınıfı terk ediyorum. Müthiş bir mide bulantısı ile okulun birinci kat koridoruna kusmaya başlıyorum. O sırada üniversite yıllarında hayranlık duyduğum M.A. bana yaklaşarak ve başımı yavaşça okşayarak kusmamı izliyor. Kendimi müthiş güvende ve huzurlu hissediyorum.
ON SÜRREALİST RÜYA SAHNESİ
1) Le Fantôme de la Liberté (Özgürlük Hayaleti), 1974 - Luis Bunuel
Mr. Foucauld'nun Rüyası.
2) Nuit Noire, 2005 - Olivier Smolders
Oscar'ın Rüyası.
3) Teorie a Praxe, 2010 - Jan Svankmajer
Milan'ın Rüyası.
4) La Belle Captive, 1983 - Alain Robbe-Grillet
Walter'ın Rüyası.
5) Spellbound, 1945 - Alfred Hitchcock
John'un Rüyası.
6) Le Sang d'un Poète, 1932 - Jean Cocteau
Şairin Rüyası.
7) La Science des Rêves, 2006 - Michel Gondry
Stéphane'ın Rüyası.
8) La Prisonnière, 1968 - Henri-Georges Clouzot
Josée'nin Rüyası.
9) Meshes of the Afternoon, 1943 - Maya Deren
Maya Deren'in Rüyası.
10) Le Charme Discret de la Bourgeoisie (Burjuvazinin Gizli Çekiciliği), 1972 - Luis Bunuel
Don Rafael Acosta'nın Rüyası.
TAN TOLGA DEMİRCİ - PSİKEART DERGİSİ / MAYIS-HAZİRAN SAYISI
http://www.psikeart.com/index.php?option=com_content&view=article&id=180:psikeart-rueya-21-mays-haziran-2012&catid=44:psikeart&Itemid=196
YanıtlaSilTakip etmeye çalıştığım bir dergi."persona" filminin psikanalitik "yüz"leri başlıklı yazınızı hatırlayınca üşenmeden gidip dergiyi çıkarttım. Yeniden okuma zamanı...
YanıtlaSil