Ben, içinde pek çok isim taşıyan, kan fırtınalarıyla ortasından ikiye yarılmış çürük bir soy ağacıyım. Hiçbir düzensizliğe neden vermeyecek şekilde her şeyin yerli yerinde olduğu bir tren istasyonunda, kendi gecikmişliğini bekleyerek kökünden irin sızdıran bir zavallılık temsiliyim. Olağanüstü olanı içerden çökerterek kendi geçmişimin bir tarafını asil, diğer tarafını ‘yok’ kılan genetik lekeyim. Yaşamın dışına çıkmaya çalıştıkça onu büyük bir özenle kirletip kendi sınırlarıma dahil eden ön görülmeyen mucizeyim. Ve arzu ediyorum. Belleğimde başka birinin ismi, üzerimde başka birinin elbisesi var. Farklı saatlerde sokaklarında dolaştığım bu şehir, bir an sonra tüm zamanların tüm saatlerini aynı sokağa taşıyor. Yaşamdan uzak, ansızın bastıran bir ölüm gibi kendi yalnızlığımla yüzleştiğim, şarjı tükenmiş bir girdap gibi yutmaksızın beni sürekli yüzeyde tutan bu sokak, yolun sonuna geldiğimi, gidecek ya da çıkacak hiçbir yer olmadığını gösteriyor. Kemik kırıntılarının, alev almış tül perdelerin ve sancısız doğum ilanlarının arasında bir oraya, bir buraya turluyorum. Kırılmak üzere olan ve metreler boyunca uzayan şeffaf bir cam parçasının üzerindeyim. Günahlarımı taşıyan bu şeffaflık, her temizlik darbesinde simsiyah köpürerek başkalarının günahlarına dönüşen bu lanetli kirli beyaz, beni bir an önce karar vermeye zorluyor. O an, üzerinde durmakta olduğum cam parçasına yansıyan ve belki de ilk kez bir bütün olarak duyumsadığım bedenime bakıyorum, kemiksiz ruhun ağına yakalanmış, kendilikten uzaklaşma korkusunu, bir başkasının attığı düğümle savuşturma hünerini göstermiş bedenime...
Oradan uzaklaşmak istiyorum. Hapsedilmişlik duygusunu aşarak kan pıhtısı kılığına girmiş bir meteor gibi ruhsal duvarımı kırıp geçmeye çalışan bedenimden kurtulmak istiyorum. Gözlerimi kapatıyor ve zor da olsa birkaç adım atarak kenarları kadar yüzeyi de keskin cam bölmeyi aşıyorum. Belleğimde başka bir kadının ismi, üzerimde başka birinin elbisesi var. Attığım her adımda, kırmızı gül yaprağına benzeyen iri fasulye büyüklüğündeki cıvıl cıvıl simler, üzerimde taşıdığım elbisenin gizli kapaklı deliklerinden yürüdüğüm yola doğru dökülüyor. Etrafa dağılan ve masallar ötesi bir kadının takma tırnaklarından irice ufalanarak kendi şeklini almış bu rengarenk simler, nereden geldiği belirsiz beyaz bir ışığın altında kendi enerjik gölgelerini yaratıyorlar. Yürüdüğüm yolun sonlarına doğru arkama bakıyorum ve saçları önüne düşmüş bir kadının dökülen simleri dikkatlice toplayıp, simlerin ters renginde giderek büyümekte olan çantasına koyduğunu görüyorum. Kendine ait olmayan ancak kendi geçmişinden kırılarak yükselen anıları önünde diz çökmüş bu kadın, aniden bastıran bir yağmurun altında kalıveriyor. An içinde korkak bir jest salgılayarak yağmur şeklini alarak vücudu, atmosferde birbirine giderek yaklaşan iki doğru çiziyor. Doğruların kesişme noktası, utangaç bir spermin tarihsel geçmişini yeniden üretiyor. Üretilen biyolojik pıhtı, tarih ve kemik, kan ve zihin, söz ve düş arasındaki sınıf ayrımını ortadan kaldırıyor. Ona doğru yürüyorum. İçi boşaltılmış şehir, onun ağırlığı altında ve giderek ondan tarafa doğru eğiliyor. Üzerine renkli yara bantları yapıştırılmış beyaz ipeksi çorapları var. Kafatasına yayılmış durgun ateşin özenle aydınlattığı bir duvar yazının önünde, iri sim parçalarını çantasına doldurmayı sürdürüyor. Gecenin ortasında hayal edilen güneşin ters ışığında, vücudunda patlayan kas izleri, saç izleri...
Mutsuz olduğunu saklarcasına attığı kendine dönük her adım, yas ve rüzgar arasında kalmış ölüm duygusunu canlandırıyor. Kıvrımlı vücudu, güneşin kanattığı dipdiri bir savaş alanıyla evrensel söylencenin ve gözden kaçanın birleştiği mitsel bir yakarış arasında uzanıyor. Her hareketi, yoktan yanmış bir ateşi ören sıcak bir tepkime gibi; karar veriş anındaki durgunluk, eğimli bir karanlık, ıslanmış bir fişek, kendi varlığını olumsuzlayan bir ön yargı gibi. Başkaları tarafından atılmış bir vücut imzasının içinde ve kendi yalıtkan geçmişinde yaşayan bu kadın, zorlanımlı bir bellek tarafından çoğaltılmış naftalinli bir kusursuzluk taşıyor.
Giderek kendisinden uzaklaşan her hareketi, kendini yalnızca kendisine kurban eden melek fazlası bir kütleyi anımsatıyor. Nefes alışlarımda nefesini vererek soluk tarihime ayak uydurmuş bu kendiliğinden evren, başı giderek serinliğe çekilen bu iki boyutlu varlık, düşüncelerimin kaldırma kuvvetini kan basıncıma dengeliyor. İçimde batmadan, öylece asılı kalıyor, batmadan boğuluyor. Onunla aramdaki boşluğu doldurabilmek için daha kaç mesafe zaman gerekiyor? Bir mevsim gücünde düşen her yaprakla ölüme sıkıştığım bu sokakta, gölge ve ışık arasındaki anatomik yalnızlığı yaşıyorum. İçinde 'sıcaklık' saklanan bu kadının şeklini alarak bileşik bir sıcaklık belleği yaratmanın umutsuz çabasıyla yalnızlıktan kaynaklı acıyı pıhtılaştırmak adına bir gözümü ona, diğerini kendime kapıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder