Çeviri: Tan Tolga Demirci
Soru: Filmlerinizi ‘aydınlanma sineması’ ya da ‘sağaltıcı sinema’ olarak niteliyorsunuz. Bunun ne anlama geldiğini anlatır mısınız?
Yanıt: Aydınlanmadan ya da sağaltıcı sinemadan söz etmeden önce sinema endüstrisi üzerine konuşmamız gerekir. Film endüstrisi eğlence sektörüne aittir. Peki bu sektörü kim idare ediyor? Sıradan insanların talepleri ve zevkleri değil mi? Normal insanlar vasatlığı temsil ederler, sanatın kendisini değil! Onların eğlence anlayışı kabadır ve size hayatınızı değiştirmek adına hiçbir şey sunmazlar. Bu adeta sigara gibidir. Tütün içersiniz ve size hiçbir şey vermez. Oysa esrar öyle değil, size her zaman bir şeyler sunar. Endüstriyel durum da böyledir. Aydınlanmadan söz edeceksek endüstriyle yollarımızı ayırmak gerekir. Marketin amacı para kazanmak üzerinedir. Filmin ölçüsü de buna endekslenmiştir. Üçyüz milyon dolar kazandıran film! Tam bir baş yapıt! Ancak para getirmezse çektiğiniz film, başarısızlıkla, kötü bir film olmakla suçlanır. Peki birisini iyileştirmek ne anlama gelir? En büyük hastalık, kendiniz olmak yerine başkalarının istediği ‘şey’ olmaktır. Aile, toplum ve kültür buna hizmet eder. Onlar size şöyle olmalısınız, şu ahlaki değerlere dikkat etmelisiniz, şu duygulara sahip olmalısınız, şöyle bir para durumunuz olmalı, şu inanca odaklanmalısınız, şu dine inanmalısınız tadında öğütler verirler. Sonra size, ruhani bir hapishaneye hayatınız boyunca kapatılacağınıza dair bir form imzalatırlar. İşte aydınlanma sineması, bu formu imzalamaktan ve anneninizin rahmindeyken atıldığınız şu yapay dünyanın sınırlarından sizi uzak tutarak, içinde bulunduğunuz hapishaneden nasıl kaçabileceğinize dair öneriler sunar. Onun sayesinde kendiniz olur, kendi fikirlerinizi tanırsınız. Örneğin Hitchcock hasta bir adamdır. Neden? Çünkü sinema dahisi maskesi altında sahteleşmiştir. Oysa aslolan, onun tüm filmlerini bir hapishanede çekmiş olduğu gerçeğidir. Hitchcock, sizin duygularınızı yönetir, belli bir çizgide davranmanız için sizi hipnotize eder. Oysa sağaltıcı sinemanın böyle dertleri yoktur.
Soru: Hollywood beyin yıkayan filmler mi üretiyor diyorsunuz?
Yanıt: Evet, beyin yıkama! Tüm Amerikan filmleri Amerikan propogandası yaparlar. Emperyal gücün temsilidir bu. ‘300’ filmine bakın. İran karşıtı bir propoganda filmi. Fiziksel gücü tanrılaştırıyor. Gençleri kendi ülkesi için savaşacak anti-İslamcı kamikazeler olarak hazırlıyor. Bu film, aynı zamanda zencilere karşı ırkçı anlamlar da içeriyor. Kötü insanların canavar ve zenci olduklarını söylüyor. Üstüne üstlük kötülerin başındaki adamı da ibne rolüne sokuyor! Aydınlanmaya ulaşmanın ilk sorusu ‘neden’ sorusunu sormaktan geçer. “Neden!, Neden?!, Neden adam ibne?, Neden kötüler hep zenci? Neden?”... Bu soruyla içine doğmuş olduğumuz hapishanenin sınırlarını sorgulamaya başlarsınız. Sonra da farklı bir yol izlemeniz gerekir. Örneğin bu filmden sonra 'Holy Mountain' filmini görmek gibi...O film de eleştiriler sunar ancak özgürlüğe ulaşmak için gerekli yolu size sunarak yapar bunu.
Soru: ‘The Holy Mountain’, ‘El Topo’, ‘Fando y Lis’ gibi filmlerin günümüzde çekilebilmesi mümkün mü sizce?
Yanıt: İnsanlar ‘ah, o günlere dönmek ne güzel, çünkü böylesine harika filmler yapmışsınız’ deyip duruyorlar. Aslında o zaman film yapmak çok daha zordu. Fando y Lis’in çekimleri sırasında neredeyse öldürülüyordum. Meksika Savunma Bakanı beni ölümle tehdit etti. Kaçmak zorunda kaldım. Beni linç etmek istediler. Kolay değildi, ancak başardım. Benzer bir şeyler yapmak isteyenlerin de yeterli cesarete ve arzuya sahip olmaları gerekir.
Soru: Böyle birilerini tanıyor musunuz?
Yanıt: Hollywood, tüm arkadaşlarımın yeteneklerini öğütmüş durumda. Örneğin Guillermo del Toro! Onu severim çünkü sonraki kuşağın temsilidir. Başarıyı yakalamasından önce tanırdım onu. Yetenek dolu bir adamdı ancak sonraları Hollywood tarzı vasat filmler üretmeye başladı. Sam Raimi de öyle, ‘Spiderman’ adında bir film çekti. Ne büyük utanç! Asya hareketi içersinde var olan Hong Kong’lu, Japon, Koreli yönetmenler de öyle; yetenekleri Hollywood tarafından tarumar edilmiş durumda. Metinler de bundan nasibini aldı elbette. Örneğin ‘The Infernal Affairs’in orjinal öyküsü muhteşemken sonrasında ‘The Departed’ adıyla onu yeniden çektiler ve ortaya berbat bir film çıktı elbette.
Soru: Size tamamen katılıyorum. Mel Gibson’un ‘Apocalypto’ filmini izlediniz mi?
Yanıt: Hayır, izlemedim.
Soru: Bence iyi örnek. Filmin ortasında bir yerlerde Mayan şehrini ziyarete gidiyorlar. Sizin filminizden sonra gördüğüm en vahşet dolu sahne. Mutlaka izlemelisiniz.
Yanıt: Bazen bana ilham veren şeyler oluyor. Örneğin ‘The Prestige’ filmi. O filmde metafizik bir tat yakalamıştım. Borges’te olduğu gibi. Kendini öldüren bir adam vardı... Kötü bir filmde bile çoğu zaman fantastik bir cevher keşfedebilirsiniz. Takashi Mike örneğin, bazı sahnelerde gerçek bir dahiyken bazı sahnelerde ise berbat bir tarz ortaya koyuveriyor. Tam anlamıyla kendisinin hayranı olmasam bile az da olsa seviyorum onu.
Soru: Bir filmi yönetmenin medyumluk ya da ruhbanlıkla benzer yanları olduğunu düşünüyor musunuz?
Yanıt: Kesinlikle. Örneğin ‘Santa Sangre’yi yaparken tek bir insan yüzü görmüyordum. Ne arkadaşlarımı, ne kadınları, kimseyi... Günde beş altı saat uyuyordum çünkü gece yarılarına kadar çalışıyor ve sabah beş ya da altı gibi kalkıyordum. Çok az yemek yiyordum. Kimseyle konuşmuyor, sadece filmimle uğraşıyordum. Sabah sete geldiğimde, günün en önemli çekimiyle işe başlıyorduk. İş bittiğinde ise set ekibi, yarın ilk çekimin ne olacağını soruyordu. Bu soru beni çok sinirlendirse bile yine de onlara programı söylüyor, sabah ise fikrimi değiştiriyordum.
Soru: Film ekibini nasıl seçiyordunuz?
Yanıt: Benim için en önemli kişi görüntü yönetmenidir. Oyuncular sonra gelir. En heyecanlı kısım ise çekim yapacağım mekanları bulmaktır. ‘Santa Sangre’nin çekimleri sırasında yıkılmakta olan bir ev gördüm. Her taraf toz duman olmuştu. Etraf pislik içindeydi. Birdenbire kendime ‘şu toz bulutunun içine gir’ dedim. Sonrasında kalkan tozun ardında bir kilise gördük. Tam olarak istediğim buydu. İçinde orospular yaşıyordu. Basamaklarda oturmuşlar ve üç dolara dilediğinizi yapıyorlardı. Bir dolar kadına, bir dolar pezevengine ve diğer doları da kilisenin rahibine vermek zorundaydınız. İnanılmaz değil mi? Her sikiş için rahibe bir dolar!
Soru: Yaşantınız boyunca pek çok şey yaptınız. Mim, film, tiyatro, yazarlık, müzik, mistik yolculuklar ve terapiler... Yapmadığınız bir şey kaldı mı?
Yanıt: Yine de benim için en önemli etkinlik şiir yazmak oldu. Çok az insan şiirle ilgileniyor. Şimdilerde kimse şiir okumuyor. Şanslıyım çünkü yazdıklarımı basıyorlar. Tiyatro oyunu da yazıyorum bu aralar. İtalya’da Turin’de bir oyun sahneye koyuyorum. Aynı oyun, Napoli ve Belçika’da da sahnelenecek.
Soru: Kendinizi herhangi bir milliyete ait duyumsuyor musunuz?
Yanıt: Şili’yi severim çünkü orada doğdum ancak şu anda hiçbir yere bağlı hissetmiyorum kendimi. Gittiğim her ülkeyi seviyoum.
Soru: Halüsinojen maddeler, her zaman için yarattığınız ürünlerin bir parçası mıydı?
Yanıt:‘El Topo’ filmini izlemeye gelenler sürekli esrar içiyorlardı. ‘The Holy Mountain’ için de geçerli bu. Benim için durum farklı. Çünkü ben film yapıyorum. Neden bunlara ihtiyaç duyayım ki? Sadece bir kez mantar ve bir kez de LSD deneyimim oldu, ne olduklarını merak ediyordum. Hocam Oscar Ichazo ile birlikte denemiştim. LSD sayesinde bir sabah tam sekiz saat boyunca aydınlanma tecrübesi yaşadım. Bence Bush ve Blair dahil her insan, zihnini açmak adına bir kez mantarı denemeli. Ama sadece bir kez... Çünkü bu boktan politikacılar, sadece maddiyattan söz ediyorlar. Ruhanilikle hiç işleri yok. Zihinlerini açmaları gerekiyor.
Soru: Hiç açıklayamadığınız ve size mistik ya da normal dışı gelen bir deneyim yaşadınız mı?
Yanıt: Asistanıma sorun çünkü benim hayatımın büyüsel yönünü o daha iyi biliyor.
Asistan: Evet, ortada çok fazla açıklanmayan şey var. Biliyorsunuz, Alejandro 40 yıla yakın bir süredir tarot falı bakıyor. On ya da on beş kadar kekeme insanı bu yolla iyileştirdi. Onun psiko-şamanik ritüellerde bulunduğunu da gördüm. Sonrasında bu ritüellere katılan insanlar, bir biçimde sağaltıldıklarını dile getirdiler.
Soru: Dua eder misiniz? Eğer ediyorsanız kime ya da neye?
Yanıt: Hayır, duaya ya da dışsal bir tanrıya inanmam. Sadece ‘içsel dünya’ olarak adlandırdığım ‘kendilik’ adına düşünürüm. Tamamen siz olmayan, ancak içinizde yaşayan bir hayat çeşmesi imgesindeki içsel dünya adına... Gençlik çeşmesi kendiliktedir. Her gece oraya ulaşmaya çalışırım. Benim için dua budur, kendilik merkezine ulaşabilmek ve oraya girebilmek...
Soru: Aklın tam anlamıyla bedenden ayrılabilmesi mümkün müdür?
Yanıt: Elbette. Gençliğimde ruha sahip olan bir bedenken, şimdilerde bedene sahip olan bir ruhum...
Soru: Şu an 77 yaşındasınız. Yaşlanmak konusunda ne düşünüyorsunuz?
Yanıt: Bu harika bir duygu! Çok seviyorum. Kendimi değiştirmek istemiyorum. Yeniden 40’lı yaşlara dönmek ister miydiniz diye sorarsanız, bedensel olarak evet ancak akılsal olarak hayır yanıtını veririm size. Yaşlanmanın sosyal bir kabus halini aldığı durumlar da var elbette, Parkinson olmak ve salaklaşmak gibi. Ancak beyin, evren misali sürekli gelişiyor ve yeni iletişim ağları kuruyor. Ruhunuz, gereksiz olandan sıyrılarak sürekli daha iyiye gidiyor. Yaşlanmak harika bir duygu, özgürlüğün müthiş bir biçimi! Şimdilerde sevişmek için ereksiyon problemi yaşıyorum. Bazen kaldırmak çok zor oluyor. Ancak bu da sorun değil çünkü ellerimi kullanabiliyorum; okşayabiliyor, bir kadını farklı yollarla mutlu edebiliyorum, tıpkı lezbiyenlerin yaptığı gibi. Öyleyse sorun ne? Bu teknikler sayesinde 80 yaşında bile cinsel sorunlarınız olmayabilir...
Soru: Ölmden korkuyor musunuz?
Yanıt: Artık değil. Ölüme hazırım. Ruhen elbette, bedensel anlamda değil. Çünkü vücudum yaşamak istiyor. Beden sürekli ölmek yerine ölümsüz olmak ister. Ruh ise ölümü kabullenir.
Soru: Ölümden sonra yaşama inanıyor musunuz?
Yanıt: Neden? Niçin ölümden sonra ne olacağı konusunda kaygılanayım ki? Nasıl olsa olacak bir gün! Oraya da buraya da gitsem olacak!
Soru: İnsanlığın geleceği adına iyimser misiniz?
Yanıt: Uygarlık sona erebilir. Ancak eğer insanlık yaratıldıysa, bu o istediği için değil, evren kendini devam ettirebilsin diye oldu. Evren, gelecekte yeniden mutasyona uğrayacak çünkü yeni bir beyin inşa edilecek. Üç beyine sahibiz öyle değil mi? Sürüngen beyin, memeli beyin ve serebral korteks... Gelecekte dördüncü bir beyin inşa edilecek!
eline sağlık
YanıtlaSilpek güzel oldu bunları okumak
tanrı 3 doların pay edildiği her bireyi korusun
mariaa
Türkiye'nin zekası kıt film yapımcılarına...
YanıtlaSilŞunu okuyunca blogunuzun kategorilerine biraz daha göz gezdirmek istedim. Hiç Türk sanatçı kategorisi göremedim. Bir süredir takip ediyorum, hatırladığım kadarıyla pek yazılarını da görmemiştim.
Merak ettiğim şu: neden hiçbiri yer almıyor?
Ayrıca Sürrealism adını almış bir blogda da en azından, en başında Oğuz Atay'ı görmek isterdim. Hiç ''Ben Tutunamayanlar'ı okudum. Süper kitap yaa.'' muhabbeti yapacak birine de benzemiyor edebiyat anlayışınız ama. Genel olarak yer almamaları ilgimi çekti.
Bana Oğuz Atay'ın sürrealizmle olan ilişkisini kanıtlarsanız ben de size 'süper kitap yaa' başlıklı bir kategori açarım...
YanıtlaSilsanırım aranızda geçen bu yazışma oğuz atayın incecik espri anlayışına pek uyuyor. imgeleri için mi surrealist olduğu düşünüldü bilemedim. bana sorarsanız tek seferde tutunamayanları bitirmiş ve hayatın tutmaçlarından fazlasını düşünmüş kişi sayısı sürreal bir sayıya denk gelir. bu da illa bir asal sayıdır.
YanıtlaSilve iddia ediyorum o buraya da tutunmazdı..
saygıyla
...........
-oğuz'a-
ya, tutunamayanlar
sımsıkı tutunsalardı
biribirlerine?
reha yünlüel
............
maria
Beni ''süper kitap yaa'' kısmında yanlış anlamışsınız. Oradan demek istediğim, Oğuz Atay'ın tanınmasına sebep olan Tutunamayanlar adlı romanı okuyan her kesimin kullandığı klasik laf olmasıdır. Üstüne ne hissettiklerini sorduklarında da''Ya işte bir adam var, çok dışlanmış ama süper kitap yaa.'' diye bitirilen basit bir eser gibi yorumlayan insanları kastettim. Size de burada bir övgü sundum, gerçi derdim sizi övmek değil bu dikkatimi çekti, ama sanırım ters anlaşıldı. Edebiyata bu kadar basit gözle bakmadığınızı söyledim. Süper kitap yaa kategorisi açmanız için bir şey söylemiş değilim. Umarım anlatabildim.
YanıtlaSilDiğer duruma bakarsak. Oğuz Atay'ın romanlarında görülen karakterler bilinçaltına göre şekillendirilmiş ve oradaki düşüncelere göre aktarılmıştır. Gerçek hayatla bilinç dışını çok güzel bir şekilde birleştirdiğini düşünüyorum. Gerçeğin insanın üzerindeki etkilerini psikolojik yönden çok iyi sahneye koyar. Ego idealiniz kadar olmasa da, benim gözümde en başta gelen sürrealist Türk yazarlardan biridir kendisi. Kişisel görüşüm tabii, çoğu edebiyat eleştirmeni diye nitelendirdiğimiz kişiler yazarın hangi akımda yazdığını bile kestiremediler. Birçok kesit var yazdıklarında çünkü. Neyse bu önemli değil. Bir de postmodernizm akımına eşlik eden ilk insan olarak adlandırılır ki, buna bu konuda katılabilir. Sürrelizm ile postmodernizmi iç içe geçirerek yazar romanlarını.
Selim Işık'ı ele alırsak... Sonuna yaklaşırken yaşadığı şeyleri aktarış biçimi tamamen bilinçaltına dayalıdır ve bunu gerçek hayatındaki değişimle beraber sunar. Gerçekle bilinçaltını beraber götürür. Maalesef bir manifesto hali aranmaz ama aklıma gelen Türk sürrealistlerinden biri odur.
Bana onun dışında bir örnek verirseniz onu da incelemek isterim. .
Ama Türk edebiyatı ego ideali seviyesine gelinceye kadar, yeni edebiyat akımları oluşur Batı'da.
Bunların dışında, neden Türk sanatçı olmadığına dair bir yanıt alamadım. Konu aslında buydu. Oğuz Atay işin bir uzantısıydı. Dadaizm, sürrelizm akımları, öykü, şiir, sinema gibi birçok sanat dalının kaynaştığı bir yerde, bir okuyucu olarak onları da bekledim. Zekası kıt Türk film yapımcıları var. Ama şunlar üzerinde bir de sizin görüşlerinizi merak ettim.
Daha da ötesi buna Oğuz Atay'ı alet etmem hoş olmadı.
Soruya gelince sadece bir meraktan ötedir, kategoriye ek kontenjan gibi bir mesele yok.
Spesifik bir konudan söz ediyorsunuz ancak o konuya dair kullandığınız terminolojiye hakim değilsiniz. Örneğin metninizde hem 'bilinçaltı' ve hem de 'bilinçdışı' sözcükleri geçiyor. Bu iki kavram birbirinden büyük ölçüde farklıdır. Bilinçaltı, 'ön bilinç' tanımına yakınlık içerir ve bilinçdışının nedeni olan 'bastırma' ilkesiyle yapısal bir ilişkisi yoktur. Dolayısıyla karakterler, 'bilinçaltı'na göre değil, ancak 'bilinçdışı'na göre şekillendirilebilir.
YanıtlaSilBunun dışında zikretmiş olduğunuz 'bilinçdışındaki düşünceler' tanımı da bütünüyle yanlıştır. 'Bilinçdışı'nın kendisi bir enerji alanıdır ve bilincin bir işlevi olan 'düşünce' ile yan yana getirilemez.
Oğuz Atay'ın kendisi ve edebiyatı sürrealist değildir. Eğer onun edebi anlayışını ille bir yere koymak gerekiyorsa, belki 'psikolojik roman'ın Türkiye için alternatif bir uzantısı olarak düşünebiliriz. 'Psikolojik roman' ve 'sürrealist metin', birbirinden bütünüyle farklıdır.
3 maddede Oğuz Atay neden sürrealist değildir?
1) Sürrealizm romana tamamıyla karşıdır. Sürrealist bir roman mümkün değildir.
2) Sürrealist metnin atası otomatizmdir. Ancak sonraları narratif sürrealizm denilen ve metinlerin bir araya gelmesiyle oluşan, otomatizmden farklı bir 'kurgusal sürrealizm' modeli ortaya çıkmıştır. Atay'ın roman anlayışı bu kurgunun çokça dışındadır.
3) Sürrealizm ve postmodernizm bir araya getirilemez. Oğuz Atay'ın kendi edebi tutarlılığı içersinde postmodern olup olmadığı -ki ben inanmıyorum- tartışılabilir ancak onun hem sürrealist ve hem de postmodern olduğunu söylemek, sürrealizmin yapısal esasları gereği olanaksızdır.
Bilinçdışıyla kastettiğim şey, insanın dışında gelişen olaylardır. Bilincimiz bizim kendi kafamızsa, kendi dünyamızsa, bunun dışı da dış dünya olur. Daha bilinçdışı olarak adlandırılan yer neresidir, onu merak ediyorum.
YanıtlaSilbilinçdışı İng. unconscious
Bilincin dışında geçen eylem ve etkinliklere verilen ad.
Aynı bu tanımda yer aldığı gibi.
Bir de şu tanım var ki,
bilinçdışı İng. inconscious, inconsciousness
1. İnsan ruhunun, baskı altında tutulan isteklerle bunlara bağlı düşüncelerden oluşan ve bilince ulaşamayan bölümü.
benim size anlatmaya çalışırken kullandığım bilinçaltı tabiri buna bağlı değildir. Ben tamamen ilkini ele aldım.
Ayrıca şu tanımla beraberde, bilinçdışıyla düşüncenin yan yana getirilmemesi düşüncesini doğru bulmuyorum. Bilinçdışını dış dünya olarak belirtmeme bağlı olarak bilinçdışının düşünceden ayrı olması bana yanlış geliyor. İdealizmle de açıklanabilir.
Ötesinde, kullandığım bilinçaltı ve bilinçdışı kelimelerinin birbirinden farklı olduğunu da ayırt edebiliyorum.
Bu açıdan ki, bana bilinçdışıyla şekillenen karakterler pek doğru gelmiyor.
Bunun ötesini ise, sürrealizmi ve Oğuz Atay dünyasını biraz daha inceleyerek kendime cevaplamam daha doğru olacaktır.
Teşekkür ederim.