16 Temmuz 2015 Perşembe

Nesnenin Gölgesi Öznenin Üzerine Düşer


Tam 8 yıl önce bugün, 'Agitprop Surrealizmin Hizmetinde Seksüel-Politik Animasyon' olarak tanımladığım 'Felix Und Scorpion' filmini olması gerektiği biçimde tamamlayarak o yıllarda kendi içimde var olan ancak hiç de varoluşa ait olmayan travmatik boşluğu bir nebze de olsa doldurmayı başarabildim. 

Ve bugün, yalnızca kendine hayrı olan bu stilistik başarıya istinaden filmde yer alan nesnelere birer davetiye göndererek toplanma kararı aldım. Cismini anmak istemediğim ve nedense hala şahsıma dair düşmanca duygular besleyen birkaç nesne dışında, filmdeki diğer tüm nesneler beni kırmayarak davetime ortak oldular. Yaklaşık dört saat süren, kutlamayla karışık önemli kararların alındığı ve neredeyse bana hiçbir söz hakkının tanınmadığı toplantının sonucunda, paleolojik düşüncenin 'Sürreal Nesne' oluşumuna nasıl müdahale etmesi gerektiği ile ilgili bir dizi görüş üretildi.

Ani gelişen bu toplantının gizlilik sürecine duyduğum saygı gereği, sürrealizmin yakın geleceğine dair titizlikle alınan kararları sizinle paylaşmayacağım. Ancak her biri kendiliğinden özerk nesnelerin, uzun zamandır yüz çevirdiğim üretim sürecine yeniden dahil olmam gerektiği üzerine gösterdikleri ısrar, beni hem dramatik anlamda etkiledi ve hem de her daim kul köle olduğum ideolojik hayaletim önünde küçük düşürdü.

Tüm bu haklı suçlamaların akabinde, önümüzdeki yıl 'Nesnenin Gölgesi Öznenin Üzerine Düşer' isimli ilk kişisel ve Post-Melankolik sergimi açacağımı hepinize müjdelemek istiyorum.

PS: Üstteki fotoğraf, basit bir yıl dönümü kutlamasıyla başlayan ancak kısa sürede nesneler tarafından ucuz bir reformist olduğum gerekçesiyle şahsıma yapılan suçlamaların en hararetli anında çekilmiştir.

14 Temmuz 2015 Salı

Оля Закурдаева


André Breton derken,
Robert Desnos derken,
Philippe Soupault derken,
René Magritte derken,
Luis Buñuel derken,
Jean Cocteau derken,
Man Ray derken,
Giorgio de Chirico derken,
Comte de Lautréamont derken,
Francis Picabia derken,
Antonin Artaud derken,
Yves Tanguy derken,
Max Ernst derken,
André Masson derken,
René Char derken,
Roberto Matta derken,
Alberto Giacometti derken,
René Crevel derken,
Hans Bellmer derken,
Jean Arp derken,
Paul Delvaux derken,
Roger Vitrac derken,
Jacques Rigaut derken,
Georges Sadoul derken,
Pierre Reverdy derken,
Victor Brauner derken,
Onu derken, bunu derken,

İlk kez 1985 yılında izlediğim kıytırık bir Amerikan korku filminin afişi önünde son buluyor her şey! Ve hayatımın Оля Закурдаева'nın 'güler yüzlü' bedeniyle bütünleştiği ikinci perdesi, aynı adlı filmin kuşku götürmez şu 'Sentetik Otomatist' sloganı ile başlıyor:

"It takes all kinds of critters...to make Farmer Vincents fritters..."

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Altyapı Üstyapıyı Belirler


Çoktandır yayını durdurulmuş olan bir sofra dergisine 'Fotoğrafta Natürmort ve Marxist Estetik' ile ilgili bir yazı hazırlıyorum ve evvel zaman önce elime geçen ilişikteki fotoğrafın, aynı zamanda metnin çıkış noktası olduğunu söylemek isterim.

Yazının başlığı gayet net ve anlaşılır: 'Altyapı Üstyapıyı Belirler.'

İyi seyirler...

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Thomas Szasz Rocks!



1960'lar sürecinde yükselen 'Anti-Psikiyatri' hareketinin cengâver temsilcilerinden olan Thomas Szasz'ı ilk kez 1994 yılında tanıdım. O yıllarda birlikte olduğum kadından, Szasz'ın 'mekanist-maddeci' ve 'Über Objektiv' yöntemleriyle kurtulmaya çalışıyordum. Ancak sonum hüsran oldu elbette; ne Jungian oneiromancy ve ne de Szaszian anti-psikiyatri kurtarabilmişti beni bu 'Post-ergen Borderline' yaratığın elinden... Ayrı konu, isteseniz de bir daha dönmeyeceğim!

Şimdi sizleri New York State Üniversitesi'ndeki kürsüsünü hayatıyla eş zamanlı olarak üç yıl önce kaybeden bu çılgın adamın; 20'li yaşlarımın kurucu öğesi olan Szasz'ın bir konuşmasıyla baş başa bırakıyorum. Yaptığım çeviri aşağıdadır:

"Okul yetkilileri bir anneye oğlunun hasta olduğunu ve ilaç kullanması gerektiğini söylediğinde, nasıl bilsin anne tüm bunların düpedüz bir yalan olduğunu; nasıl bilsin uzmanların 'Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu' adını verdikleri tanının bir hastalık olmadığını. Psikiyatri tarihinin uzmanı değil ki anne... Yüzyıllardır psikiyatrinin 'teşhis' adını verdiği şeyin aslında insanları damgalayıp da kontrol altına almaya çalıştığı şey olduğunu nasıl anlasın anne?

Size çarpıcı birkaç örnek vereyim: Güneydeki siyahi köleler özgürlük için mücadele ettiklerinde, bunu adı 'özgürlüğe kaçış' değil, 'Drapetomania' adı verilen illet idi. 'Drapetes: Kölelikten Kaçış' ve 'Mania: Çılgınlık'... Uydurmuyorum! Bu gerçekten de yasal bir teşhisti, tıpkı 'Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu' gibi.

Kadınlar ki dünya nüfusunun yarısını oluşturuyorlar, eğer erkeğin egemenliğine karşı başkaldıracak kadar 'budala' bir tavır takınmışlarsa, bu kez de 'Histeri' adı verilen illetten acı çekiyorlardı, başıboş dolaşan rahimleri yüzünden!

Tüm bu davranışların hiçbiri hastalık değildi, hala da değil. 'Dikkat Eksikliği Bozukluğu'nun bir hastalık olmadığı gibi! Hiçbir davranış ya da yakışıksız davranış hastalık değildir, olamaz. Hastalık dediğimiz şey bu değil. Öyleyse çocukların nasıl davrandığının bir önemi yok. Onları gözlemenin bir anlamı da yok. Eğer hastaysa çocuk, nesnel bilim ve testlerin ışığında hekimler tarafından teşhis edilebilir. Tam da bu yüzden doktora gittiğinizde kanınız alınır ya da röntgeniniz çekilir. Kimse nasıl davrandığınızı duymak istemez.

Altmış yıl önce tıp fakültesindeyken, sadece bir avuç akıl hastalığı vardı; en fazla altı, yedi... Şimdi ise üçyüzden fazla! Ve her geçen gün yeni bir hastalık keşfediliyor. Bir çocuğun akıl hastası olduğunu söylemek ona tanı koymak değil, onu damgalamaktır. Çocuğa psikiyatrik ilaç vermek onu zehirlemektir, tedavi etmek değil.

Hastalıklar, bedenin işlev bozukluklarıdır; kalp, karaciğer, böbrek, beyin gibi... Tifo bir hastalıktır. Bilir ve sorgulamazsınız. Peki 'Bahar Yorgunluğu?...' Türkçe bilmeniz yeter! 'Bahar Yorgunluğu' bir hastalık değildir.

Kendimize hatırlatmamız gereken, psikiyatrik zorlamalara karşı mücadele etmektir. Önemli olan budur. Oysa yeterince insan bunun önemli olduğunu düşünmüyor. Tüm engellere rağmen asli görev, psikiyatriye karşı mücadele bağlamında ortaya konacak ısrarı korumaktır."

10 Temmuz 2015 Cuma

1986, Temmuz - Bursa


Sağ yanağımdaki damar çatlağı babama, sol yanağımdaki anneme ait. O yıllarda her ergen evlat gibi yapmam gereken, kendi fütüristik selametim adına iki patolojik referans noktasının (Double Bind) arasından kaygısızca geçebilmeyi başarmaktı.

Neyse ki birkaç yıllık bir çabanın sonunda oldu, inanın oldu! Her nasılsa ayrık olan ön dişlerimdeki Tikhvinskaya kanalını kullanarak annemle babamın yüzümde bıraktığı astro-biyolojik kan deliklerinin arasından geçtim ve kadraj dahilinde bakakaldığım 'sabit nokta' ile halihazırda bulunduğum intihar alanı arasındaki mesafeyi 'bir sandviç birim' kaloriyle (384 kcal) aşabilmeyi başardım.

Detaylar ve dahi detaylar, arkamdaki yedi kanallı siyah-beyaz televizyonda!

1 Temmuz 2015 Çarşamba

30 Haziran - Rüya


Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi'nin Alsancak kampüsündeyim. Giriş sınavlarını kazandığımı, hatta mezun olduğumu bilsem de yıllar sonra okulu ziyaret ettiğim için başka bir sınava tabi tutuluyorum. Basket potasının olduğu alanda ve kucağımda test kitapçığı ile yapayalnızım. 

İlk soru: "Aşağıdaki filmlerden hangisi Yeşilçam'a ait değildir?" Yanıtlar: 'Hayallerim, Aşkım ve Sen', 'Gece Yolculuğu', 'Canım Kardeşim' ve romandan uyarlandığı vurgulan 'Arzunun O Belirsiz Çıkmazı.' Hemen sonuncu şıkkı işaretliyor ve bu kadar ucuz bir yanıt uydurdukları için de eğitmen kadrosunu ayıplıyorum. İkinci soru daha da tuhaf: 'Su gibi akmak deyimi sette geçen zaman için de kullanılabilir mi?' Sorunun iki yanıtı var: 'Evet' ve 'Hayır.' Kurnazca sorulmuş bir soru olduğunu düşünüyor ve sette zamanı kontrol edebileceğimizi, dolayısıyla ekonomik kullanılan bir zamanın su gibi akmayacağı çıkarımını yapıyorum. Ama yine de tuhaf bir hisle 'Evet' şıkkını işaretliyorum. Üçüncü soru şöyle başlıyor: 'Hayatımızın da filmlerdeki kurguya benzeyen bir yapısı olduğunu hiç düşündünüz mü?' O sırada barakaların olduğu taraftan dev bir şarap fıçısı, stop-motion hareket estetiği ile yirmi-otuz metre yuvarlanarak önce demir parmaklıkları kırıyor ve sonra da parmaklıkların ardındaki otobüs durağına çarpıp parçalanıyor. Soruları hazırlayan kadronun böylesi bir mizanseni nasıl yaratmış olabileceklerine dair duyduğum hayranlığı gizleyemiyorum. Hayatımdaki kurguyla şarap fıçısı arasında bir bağlantı kurmaya çalışırken fıçıya ait tahta parçaları yine stop-motion bir görsel estetikle bir araya gelerek, bu kez daha küçük bir fıçıya dönüşüyor. Ve beklenen şekilde fıçı, bu kez bulunduğum yere doğru hareketlenip bahçenin tam ortasında duruyor. Onu takip ederken çınar ağacının tam önündeki bankta oturmuş olan André Breton'un 60-65 yaşlarındaki halini görüyorum. Gri takım elbise ve pardesü kuşanmış Breton'un tam arkasındaki ağacın üzerinde ise ötmekte olan bir kuş dikkatimi çekiyor. Kuş, Breton'a simetrik olarak ve onun tam hizasına denk gelecek biçimde konumlanmış. Hemen telefonumun kamerasıyla bu muhteşem kompozisyonu resimlemek istiyorum. Test kitapçığını yere bırakıp kadrajı yapıyorum. Tuhaf bir biçimde her çektiğim fotoğraf, kuşun gözünden bir perspektif sunuyor; art arda ne kadar fotoğraf çekersem çekeyim sonuç hep kuş bakışı bir görüntüye dönüşüyor. Yeni bir görsel kompozisyon için bulunduğum konumu terk edip Breton'a biraz daha yaklaşıyorum. Bir yandan da fotoğraf çektiğimi anlamasın diye kendimi kamufle etmeye çalışıyorum. Kendisine daha yakın olduğum bir anda o da kuşu fark edip ona doğru dönüyor. Sonrasında cebinden çıkardığı cep telefonuyla kuşun fotoğrafını çekmeye çalışıyor. Bu görüntü beni o kadar büyülüyor ki kaydetmek için yeniden telefona yapışıyorum. Ancak bu kez de çektiğim her fotoğraf, Breton'un perspektifinden çekilmiş fotoğraflara dönüşüyor. Bir türlü kendi bakışımı yakalayamadığım için dövünüyorum. Tam o sırada Breton'un çağdaşı olduğu kuşku götümez 3-4 fötr şapkalı adam, Breton ve kuştan oluşan kompozisyonu görüntülemeye çalışıyorlar. Biraz dikkatli bakınca içlerinden birinin Paul Eluard olduğunu anlıyorum. Ama yine de önüme geçmeleri beni bir hayli sinirlendiriyor. Tam test kitapçığına geri mi dönsem diye düşünürken kuşun uçarak Breton'un sağ eline konduğunu görüyorum. Hayli sıcak olan bu davranışa aynı sıcaklıkta cevap vermeyen Breton, bir daha uçmaması için kuşu kanatlarından sıkıca tutuyor. O an bu sahnenin testte sorulmuş bir soru olabileceğini ve hemen analiz etmem gerektiğini düşünüyorum. Kuşu 'kendim' olarak düşünüyor ve Breton'a olan bağlılığımın uçmamı mümkün kılmadığı sonucuna varıyorum. Sonra da yapmış olduğum bu basit ve aptalca sembolik yorum için kendimden utanıyorum. Breton'un olduğu konuma doğru biraz daha ilerlediğim sırada fötr şapkalı adamlar kol kola girerek okul sahasını terk ediyor. Breton, Fransızca bir şeyler söyleyip -hiçbirini anlamıyorum- elindeki kuşu uçması için havaya fırlatıyor. Ne var ki kuş uçmaya çalışsa da beceremeyip yere çakılıyor. Ölmüş olabileceğini düşünüp korkunç bir panik yaşıyor ancak yine de aralarına girmeye cesaret edemiyorum. Ağlama isteğimi güçlükle bastırıyorum. Breton yerde sersemlemiş olan kuşu yeniden eline alıyor ve bir kez daha aynı sözcükleri söyleyerek havaya fırlatıyor. Bu kez, birkaç aksak kanat çırpıştan sonra kuş nihayet uçmayı başararak kimsenin erişemeyeceği bir yere konup ötmeye başlıyor. O kadar melodik sesler çıkarıyor ki Breton'u unutup kuşu dinlemeye başlıyorum.