13 Mart 2014 Perşembe

13 Mart 2014 - Rüya


Uzun zamandır görmediğim yönetmen M.A'nın ricasını kıramayıp ölmüş olan babasını Kapadokya'da bir mağaraya götürmeyi ve gömmeyi kabul ediyorum. Birkaç kişiden oluşan ekiple birlikte iki araba yola çıkıyoruz. Ben, tabut, tanımadığım bir kişi ve M.A. öndeki arabadayız. Suskun ve hayli kısa süren bir yolculuktan sonra Kapadokya'nın merkezinde ancak daha önceden hiç görmediğim ıssız bir mekana park ediyoruz. Onlara Gülşehir'in ölüyü defnetmek için daha doğru bir mekan olduğunu söylesem de beni dinlemiyorlar. Ekip çarçabuk tabutun altına giriyor. Ve ben de üzerinde korkunç görünümlü yılan kabartmaları olan tabutun sol arka köşesini omzuma alıp yürümeye başlıyoruz. Onca antik mağaranın tam ortasına dikilmiş katlı bir otoparkın önüne geliyoruz. Çökmek üzere olan ve terk edilmiş otoparkın devasa kapısından içeri giriyoruz. Bulunduğumuz katta 1970'lerden kalma arabalar var. Hepsi hurda yığınına dönmüş. Arabaların markalarını seçmeye çalışırken babamın aldığı ilk arabayı plakasından tanıyorum! Arka koltuğunda geçirdiğim çocukluğumu yad etmek üzere tam arabaya yönelmişken omzumdan kurtulan tabut yere kapaklanıyor. Herkes suçlayan gözlerle bana bakıyor. M.A.'dan özür dileyip tam tabutu aynı köşesinden yukarı kaldıracakken 'dokunma' der gibisinden bir işaret yapıyor M.A. ve cebinden çıkardığı tasmayı tabutun önüne bağlayıp onu çekmeye başlıyor. Ekip ve ben de M.A.'yı takip ediyoruz. Bir süre sonra otoparkın iki kat altında buluyoruz kendimizi. Bu kattaki arabalar çok daha eskimiş olsalar da mekan zemini, değerli olduğu izlenimini veren bir mermerle kaplanmış. Diğer arabaların içinde özellikle siyah bir makam arabası dikkatimi çekiyor. Plakasında 'Bağış' yazan arabanın yanına çok sayıda çelenk bırakılmış. Çelenklerin yanındaki dev pankarta turuncu güllerle yazılmış 'Avrupa Birliği Seni Unutmayacak' ibaresi dikkatimi çekiyor... M.A, kırmızı damarlı mermer zeminin ortasına kadar tabutu çekiştiriyor ve mezarı kazmaya başlamadan önce bir şeyler yemek istediğini söylüyor. O sırada ekipten biri, elinde mikrofonla yanıma gelip benimle canlı yayında röportaj yapmak istediğini söylüyor. Daha zamanımız olduğunu düşünerek röportaj teklifini kabul ediyorum. Yere bağdaş kuruyoruz. Alelacele yaka mikrofonunu kazağıma tutturup kulaklığı elime tutuşturuyor. Kendisi de karşıma geçip basit bir el radyosunda kanal aramaya başlıyor. Canlı yayın yapacak bir teçhizatın yokluğuna rağmen bir dakika içinde yayına gireceğimizi söylüyor. O sırada gözüm, babasının tabutunu elindeki levyeyle açmaya çalışan M.A'ya takılıyor. Neden böyle bir şey yaptığını düşündüğüm sırada yayına giriyoruz. Jenerik müziğinden (Dvorak'ın 9. Senfonisi) hemen sonra programcı ilk sorusunu soruyor: "Çocukken öldürdüğünüz farelerin kokusu, asansörde ilk kaldığınız anda burnunuza gelen yanık kokusuna benziyor muydu?" Soruyu sorarken bir yandan da okkalı bir espri yapmışcasına gülüyor. Bu gayriciddi durumdan sıkılsam da canlı yayında olduğumuz için pek belli etmemeye çalışıyorum. Sorduğu soruya sevdiğim bir sözle karşılık vermek istediğimi söyleyip o an aklıma gelen Lacan'ın bir cümlesini dillendiriyorum: "Kaygı, eksiğin eksilmesidir." Sonra da cümleyi doğru hatırlayıp hatırlamadığımı, eğer yanlış hatırlıyorsam onca dinleyici içinde rezil olacağım kaygısıyla yutkunuyorum. Programcı, istediği yanıtı aldığını ve ikinci soruya geçmek istediğini söylüyor. Nasıl bir soru soracağı merakı içinde adamın gözlerinin içine bakıyorum. İkinci soru tam olarak şöyle: "Eğer bir sfenksin ayakları olsaydınız ilk hangi kadına giderdiniz?" Bu soru, anlayamadığım biçimde müthiş bir hüzün uyandırıyor bende ve ağlamaya başlıyorum. Ben ağladıkça programcı kendini tutamayıp kontrolsüz bir biçimde gülmeye devam ediyor. Kulaklıktan dinleyicilerin güldüklerini dahi duyabiliyorum! Hatta içlerinden akademisyen olanları ayırt edebiliyorum. Öfkeli bir biçimde kulaklığı fırlatıp yaka mikrofonunu kazağımdan çıkarıyorum. Tam ayağa kalkıp arkamı dönüyorum ki M.A'nın dehşet veren yemeğine başlamış olduğunu görüyorum. Lacivert bir takım elbise giyinmiş ve boynuna yedi renkten oluşan bir fular takmış olan M.A, altın kaplama bıçağıyla ölü babasının kafasından bir parça koparıp, ardından gümüş kaplama çatalına saplayıp ağzına götürüyor. Tabutunun içinde çırılçıplak uzanmış ve tanınmayacak derecede çürümüş olan adama baktıkça bayılacakmış gibi hissediyorum. M.A, tavrını bozmaksızın, huşu içinde ve müthiş bir huzurla babasını yemeye devam ediyor. O sırada yere çömelmiş olan programcı, yayına kaldığı yerden devam ediyor; rahatsız edici gülümseyişini bozmaksızın gördüklerini dinleyicilere aktarıyor: "İnanmayacaksınız çocuklar ama şu anda bir arkadaşım babasını yiyor. Hatta öyle bir iştahla yiyor ki babanın günahları dostumun ağzından akıyor." Programcı tüm bu olup biteni anlatırken o kadar eğleniyor ki bir an gülmekten kalbi duracak sanıyorum. M.A, cesede ait kafanın neredeyse tamamını yedikten sonra ağzını fularına silip işe kaldığımız yerden devam etmemiz gerektiğini söylüyor. Bu saçmalığa daha fazla dayanamayıp ortalıktan sıvışmaya çalışıyor ve otoparkın giriş kapısına ulaşmak için çaktırmadan harekete geçiyorum. O sırada mermer zemin üzerinde hızla yürüyen, kibrit kutusu büyüklüğünde, hareket uzuvları metalden yapılma böcekler görüyorum. Yürüdükçe mermere ettikleri temas nedeniyle metalik sesler çıkaran bu eşsiz hayvanları öldürmemek için üstlerinden atlıyorum. Eksi birinci katta, arabaların içinde hayli dikkat çeken 1930 model pembe bir Chevrolet görüyorum. Diğerlerinin pisliği ve hurdalığı yanında genç kız gibi duran bu arabaya hayranlık duyarak yaklaşıyorum. Plakasında 'Luxemburg' yazan arabanın Rosa Luxemburg'un mezarı olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Ön koltuğa bırakılmış pembe güllerin içinde bir de not var: "Klitoris Devrimi İçin El Ele, Haydi Birleşik Cephe'ye..." Arka koltukta ise sulandırılmış kan kırmızısı bir şişe şarap duruyor. Şarabın markası 'ROSE' ancak sondaki 'E' harfinin üzerine bir çizik atılmış ve yanına kırmızı ispirtolu kalemle 'A' harfi iliştirilmiş. Huzura kavuştuğu her halinden belli bu dramatik araba-mezarı terk edip otoparkın giriş kapısına doğru ilerliyorum. O anda aklıma babamın arabası geliyor ve çocukluğumu yeniden yaşamak için arabayı bulmaya karar veriyorum. Yürüdüğüm mermer zemin, bir anda toprak zemine dönüşüyor ve her adım atışımda toprağın çatlayarak sallandığını hissediyorum. Bir süre sonra topraktaki sallanma hissi, otoparkın her yerinde müthiş bir sarsıntıya dönüşüyor ve deprem olmaya başlıyor. Can havliyle koşuyorum ve çok geçmeden zemin kata ulaşmayı başarıyorum. Sarsıntının etkisiyle üst katlardan başıma düşen toprak parçaları giderek büyüyor ve can yakmaya başlıyor. Topladığım son güçle kendimi otoparkın dışına atmayı başarıyorum. Bu devasa yapı yıkılmadan önce gördüğüm son şey babamın aldığı o ilk araba oluyor. Çocukluğumun anıları, üzerine düşen sevimsiz beton ve demir yığınının altında ezilerek yok oluyor. Bu trajik görüntünün yanında M.A. ve diğer ekip üyelerinin ölmüş olabilecekleri gerçeği beni zerre kadar üzmüyor. Üzerimi silkeleyip oradan uzaklaşıyorum. Biraz yürüdükten sonra ileride tek katlı taş bir bina dikkatimi çekiyor. Belki yardım bulabilirim umuduyla binanın yolunu tutuyorum. Devlet okullarının sevimsizliğini taşıyan ve tıpkı otopark gibi her an yıkılacak izlenimini veren binanın kapısını çalıyorum. Çok geçmeden elli yaşlarında, kirli-beyaz önlüklü ve çirkin bir kadın açıyor kapıyı. Yüzüme bile bakmadan doktor beyin birkaç dakika içinde hazır olacağını söylüyor. Kadını takip ediyorum. Binanın dış yüzeyinin aksine, içi oldukça modern dekore edilmiş. Sağlı sollu ahşap rafların üzerinde kavanozlar ve kavanozlardaki yeşil sıvının içinde asılı duran göz parçaları dikkatimi çekiyor. Önümde yürüyen kadına, adamın göz doktoru mu yoksa cerrah mı olduğunu soruyorum. Aniden duruyor kadın ve kararlı bir şekilde bana dönüp vücudumdaki şikayeti ve nereye geldiğimi bilmeyecek kadar cahil olduğumu, sürrealizme gösterdiğim ilginin en azından yarısını dünya coğrafyası ve ülke siyaseti üzerine göstermem gerektiğini söylüyor. Dünya coğrafyası ve ülke siyasetinin sürrealizmle olan ilişkisini hesaplarken yanı başımdaki kapı açılıyor ve altmış yaşlarında bir adam beliriyor. Hemşirenin tersine oldukça sevimli görünen ve doktor bey olduğunu düşündüğüm zat beni içeri davet ediyor. Suratsız kadından kurtulduğum için kendimi şanslı hissediyorum. İçeri girdiğimde muayene odasının ses cihazlarıyla donatılmış olduğunu görüyorum. Tarihi radyolardan tutun da bantlı ses sistemlerine, dinleme cihazlarına kadar her şey odada mevcut! O an kesinlikle dinleniyor olduğumu, dikkatli konuşmam gerektiğini, aksi taktirde yargının yolunu açacak bir süreci başlatabileceğimi düşünüyorum. Saçları sert bir biçimde sola doğru taranmış doktor bey beni bir koltuğa alıyor ve hayli antika sayılabilecek test gözlüğünü gözüme takıyor. Sonra da birkaç adım önündeki müzik setini çalıştırıyor. Setin üzerindeki devasa bantlar hızla dönmeye başlıyor. Ancak hiç ses çıkmıyor. Doktor, tok bir ifadeyle sesi duyup duymadığımı soruyor. Başımı iki yana sallıyorum. Bunun üzerine cihazın sesini biraz daha açıyor. Ancak yine ses duymuyorum. Doktor bu kez yanıma gelip test gözlüğünün camını değiştiriyor ve sesi şimdi duyup duymadığımı soruyor. 'Hayır' diyorum. Bunun üzerine bir cam daha takıyor ve 'şimdi?' diye soruyor. O an sesi yavaş yavaş duyar gibi oluyorum. Anneme ait olan ses, delik ya da sızıntılı konserveleri açmaksızın ivedilikle geri götürmem gerektiğini söylüyor. Doktora sesin kaynağının annem olduğunu ifade ediyor ve duyduklarımı aynen tekrar ediyorum. Tedaviden hayli memnun olan doktor, test gözlüğünü camıyla birlikte bana armağan ettiğini çünkü camları başka hiçbir yerde bulamayacağımı söylüyor. Ayağa kalkıp doktorun elini sıkıyorum. Tam odadan ayrılırken arkamdan sesleniyor doktor: "Annenize sevgilerimi iletiniz." Başımı sallayıp suratsız hemşireye görünmeden binayı terk ediyor ve yeni gözlüklerimle yepyeni bir hayata başladığım düşüncesiyle uyanıyorum.  

2 yorum:

  1. Ve şu an kendi gözlüklerimi bulamıyorum!

    YanıtlaSil
  2. rüyayı okurkenki halimin heykelini komşu ilçe belediye başkanlarının genlerinden devşirilerek ve mutasyona uğratılarak üretilmiş ve kiremit rengi saksısında terleyen tüysüz bir kafadan müteşekkil bir şey tarafından törenle açılacağını duyacak olduğum o anın beni sevindirdiği kadar çok sevdiğimi belirtmek istedim bu rüyayı kısaca.

    YanıtlaSil