11 Kasım 2012 Pazar

11 Kasım 2012 - Rüya


Düz kontak yaparak çaldığım T.S.Eliot marka arabayla intihar etmek için üçüncü köprüye doğru yol alıyorum. Bir grup insan, Bağdat Caddesi'nin Tütüncü Mehmet Efendi'ye çıkan aralığında kuyruk olmuşlar. Yavaşça frene basıp grubun önüne park ediyorum. Minibüs durağının olduğu yere iki insan boyunda ahşaptan yapılma devasa bir seçim sandığı yerleştirilmiş. Sandığın üzerinde bir sürü buton, Jackpot makine kolları, elektronik devreler ve bir de kullanım talimatı dikkatimi çekiyor. Ancak sandığa uzak olduğum için yazılanları okuyamıyorum. Talimatın altında bir de küçük kapı var. Kapının üzerine, yaş sınırlamasını belirtmek için DVD kapaklarında kullanılan fontun benzeriyle yazılmış '16' ibaresi duruyor. Seçme yaşının ne ara 16'ya düşürülmüş olduğunu hatırlamaya çalışıyorum.

Oy kullanma süreci şöyle işliyor: Seçmen, sandığa zarf atmak yerine sandığın içine giriyor. Ardından sandık görevlisi kolu çekiyor ve tıpkı kumar makinelerinde olduğu gibi yan yana dizili ikonlar dönmeye başlıyor. İkonların diziliş sırasına göre içeri giren seçmen, isterik çığlıklar atarak orgazm olmaya başlıyor. Seçmenin orgazm süresi, sandığın dışındaki elektronik sayaç tarafından diğer seçmenlere teşhir ediliyor. Kim daha uzun süre orgazm olursa onun seçtiği siyasi parti puan topluyor. İkonlar, ünlü ressamların resimlerinden oluşuyor. Dört resmi yan yana dizebilen seçmen, bir kez daha oy kullanma hakkı kazanıyor.

Tam bu fantastik seçim ortamını terk edeceğim sırada telefonum çalıyor. Bilinmeyen numaraları açma huyum olmasa da nasıl olsa intihar edeceğim için 'Ok' tuşuna basıyorum. Arayan kibar ve titrek ses, kendisini Zübeyde Hanım olarak tanıtıyor ve 20016 sicil numarasıyla beni doğurtan ebe olduğunu iddia ediyor. Kendisine Zübeyde isminde birini tanımadığımı ve doğum sürecini kimsenin yardımı olmaksızın kendi kendime gerçekleştirdiğimi söylüyorum. Bunun üzerine ağlamaya başlıyor kadın ve eğer onu gün içinde ziyaret etmezsem emeğini, hakkını, oyunu ve Sütaş marka sütünü asla helal etmeyeceğini söylüyor. Kadını tam teskin edeceğim sırada seçim sandığına giren bir kızın ardı ardına attığı arzu dolu çığlıklar kaplıyor her yanı. Şans eseri de olsa Jackpot'ta dört Ferik İbrahim Paşa resmini yan yana getirmeyi başarıyor! Böylelikle kızın, lehine oy kullandığı ikinci sıradaki siyasi parti birinciliğe yükseliyor. Atılan çığlıkları duyan Zübeyde Hanımın sesi aniden değişiyor ve sağlıklı bir doğum olmasına rağmen böylesine terbiyesiz, ahlaksız biri olmamın affedilemez olduğunu söylüyor. Yanımdaki kadını bir an önce defetmemi aksi taktirde uzun yıllardır saklamış olduğu göbek kordonumu kolye yapmaları için Bodrum'daki incik-boncuk dizen arkadaşlarına vereceğini söylüyor. Kendisine, duymuş olduğu sesin yanımda olduğunu sandığı kadına değil, henüz ergenliğini sonlandırmış seçmen bir kıza ait olduğunu söylüyor ve telefonu kibarca suratına kapatıyorum. O sırada arabanın torpido gözünden gelen başka bir telefon sesiyle irkiliyorum. Elimdeki telefonu sağ ceket cebime koyup torpidoyu açıyorum. Ericsson'un ilk dönem telefonlarından biri çıkıyor karşıma. Duyduğum atonal 'Hotel California' melodisine daha fazla dayanamayıp yeşil ekranı yanıp sönen telefonu açıyorum. Zübeyde Hanım'a göre çok daha yaşlı bir kadın sesi, 'iyi günler' diledikten sonra 13190 sicil numarasıyla beni doğurtan asıl ebenin kendisi, yani Zeynep Kamil olduğunu iddia ediyor. Bu iddia karşısında zorunlu bir tercihle ikimiz de sessiz kalıyoruz. Ne var ki seçim sandığından gelen haz dolu haykırışların yankısı, bir süre sonra Zeynep Hanımı konuşmaya zorluyor. Hakikati benden saklamasının haklı sebepleri olduğunu ve kanımdaki doğumdan kaynaklı bazı negatif değerler yüzünden kullanacağım oyun geçersiz sayılacağını vurguluyor. Donuk ve güçlükle kendini kuran bir ses tonuyla kendisine zaten oy kullanmayı düşünmediğimi söylüyorum. Gülüyor Zeynep Kamil ve bebekliğim sürecinde açlığıma uzanan ne kadar Türk yapımı meme varsa hepsini nasıl da reddederek yalnızca Sovyet yapımı mamaları tercih ettiğimi hatırlatıyor. Ve ekliyor: "O zamanlar Sovyet bilim adamları, beslenmeni sağlayabilmek için farklı hammaddeleri memenin anatomisi içinde harmanlayan bir ekipman icat etmişlerdi. Bunun için bakire Sovyet hemşireler kullanılıyordu. En çok onların göğüslerini emerdin. Emdikçe aç kalır, aç kaldıkça anneni, yani beni uyutmazdın. Öylesine yaramaz bir bebektin ki ilk söylediğin şey 'Mikhail Alexandrovich Bakunin' olmuştu. Herkes büyüyünce ilkokulu dahi bitiremeyecek bir salak olduğunu düşünüyordu. Oysa ben o sıralar sırf sen mutlu ol diye korku filmlerinde öldürülen kadınlara dünyanın parasını veriyordum; sırf onların yerini tutabilesin, onlar kadar ölü, onlar kadar kadın olabilesin diye... Ama sürrealizmin yükselişini hesap edemedim. Sen André Breton'un peşinden gittin, açlık ve sefalet de senin peşinden..." Bayan Kamil'in bu epik açıklaması sonrası konuşacak gücü bulamıyorum kendimde. O an yüzlerce film, binlerce diyalog geçiyor gözümün önünden ve Zeynep Hanım'a nasıl bir yanıt vermeliyim diye düşünürken beklenmedik bir refleksle telefonu yüzüne kapatıyorum. Gözümden birkaç damla yaş düşüyor. Arabayı yeniden çalıştırıp hızla seçim ortamından ayrılıyorum. Ancak o anda arka koltukta çalan bir başka telefona yazık ki engel olamıyorum. Kimin aradığını dahi sorgulamadan Motorola marka feodal telefonu açıp 'bu kez kim doğurtuyor, kim doğuruyor beni' diye bağırmaya başlıyorum. Telefondaki oldukça kibar erkek sesi, görevinin ebelik değil belediyede memurluk olduğunu ve yanlış bilgilendirildiğimi; üçüncü köprünün henüz inşa edilmediğini, intihar etmek istiyorsam ikinci köprüyü tercih etmem gerektiğini, çünkü trafiğin o bölgede gayet açık olduğunu bildiriyor. Kendisine 'suicide app' hizmeti için teşekkür ettiğimi söylüyor ve ikinci köprüye ulaşmak için gazı köklüyorum. Gözüme önce Zübeyde Hanım geliyor, sonra Zeynep Kamil... İkisinin arasında ya da akabinde annemi hatırlamaya çalışıyorum ancak hiçbir yüz gelmiyor aklıma. Fassbinder'in başarısını böylesi bir formüle bağlama ihtiyacı duyuyorum: Annesini hatırlayamayan ve Berlin'de üçüncü köprü olmadığı için aşırı dozdan rahmetli olan bir yönetmen olarak! Ve tam bunları düşündüğüm sırada gazı köklememe rağmen araba yavaşça duruyor. Önce yağ göstergesine bakıyorum, OK. Hidroliklere bakıyorum, OK. Benzin göstergesine bakıyorum, KGB. Benzin bitmiş! Hiç de sinematografik olmayan bir kahkaha atıp kendimi yukarıdan (God's view = Google Map) izlemeye başlıyorum ve görüyorum ki ikinci köprü ile arzularım arasında bir yerde mahsur kalmışım. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder