30 Aralık 2009 Çarşamba
Get Over
get over: phrasal verb
- to get better after an illness, or feel better after something or someone has made you unhappy.
* It took him years to get over the shock of his lover dying.
* It took him months to get over Anna when she finished the relationship.
28 Aralık 2009 Pazartesi
Oyun
Oyunun Adı: Malevich Tablosuna Paraşüt Akını.
Oyunun Kuralı: İki aşık, aynı paraşütle belli bir yükseklikten atlar. Uzunca bir süre süzülürler. Geçmiş ve gelecekten oluşan doğrusal çizgi boyunca yol alırlar. Birlikte yaşadıkları anılar, çok geçmeden optik bir yanılsamaya dönüşür. Öyle ki gökyüzü ve yeryüzü, yaşanan anıların yaklaştıkça uzaklaşılan birer parçası haline geliverir. Giderek yaşanacak anlar, unutulan anların ön izlemesi olur. Tabloya doğru zamansız bir alçalma yaşanır. Sonunda kimin ayakları yere önce değerse o diğerini terk eder.
Debord ve Tactile Deney
23 Aralık 2009 Çarşamba
Ten ve Tekstil
Godard kadrajı. Parçanın bütüne meydan okuduğu aksak bir Pars Pro Toto sahası. Böyle kadınları yazlıklardan tanırım:
* çirkin bir erkeğin arzusunda günahlarını tazelerler,
* elma kabuklarıyla mastürbasyon yaparlar,
* deniz kestanelerinden gebe kalırlar,
* tuzlu sudan kolye takarlar,
* ürkeklik kurslarına yazılırlar,
* eteklerinin altında niyet tavşanı beslerler,
* bardaklarında bira pıhtısı bırakırlar,
* iskelede bağdaş kurar, gökyüzüne karışırlar.
Godard kadrajı. Bir gıdım meniden yaratılmış kathartik ilahiyat.
Hanna
Bize gel Hanna. Kanlı Diş Macunu sokak, 37 numara. Ayakkabı numarandan gelsin aklına. Sağ elinde salınan dengeyi muhafaza edecek şeker kamışından kafesler yaptım sana. Açık denizleri andıran sırtını yaslayacağın paslı süngerler satın aldım. Bize gel Hanna, araları açıldıkça kuzey soğukları getiren gözlerinle gel...
PS: Eddie'yi de getir, ısmarladığı intihar çorabı hazır.
14 Aralık 2009 Pazartesi
Anal Kudret (Double Persona)
Almanya'nın Berlin kentinde, kendilerini 'Anal Kudret' olarak tanımlayan bir grup profesyonel kazı grubu, üç yıldır şehir metrosunda (U-Bahn) gizli olarak yaptıkları arkeolojik araştırmalar sonucu, milattan önce 5.yüzyıla ait olduğunu iddia ettikleri bir yontu parçasına ulaşmayı başardı. Kazıyı yürüten Richard Freiherr von Krafft-Ebing, sonuçtan duyduğu mutluluğu şu sözlerle açıkladı:
"Hep tek bir hedefimiz vardı. Regresyon tuşu bozulmuş çift başlı Oedipus heykeline ulaşmak! Ve bu doğrultuda, otoritelerden gizli olarak kendi imkanlarımızla kazmaya devam ettik. Ancak hedefe bu denli geç ulaşacağımızı tahmin etmiyorduk. Bizi yerin altında dahi yalnız bırakmayan ailelerimize teşekkür ediyoruz."
Yaptığı açıklamadan hemen sonra tutuklanan Krafft-Ebing ve kazı arkadaşları, aynı şehirde bulunan Spandau şehir hapishanesine nakledildi. Kazı sonucu çıkarılan parçanın, Ulaştırma Bakanı Karl Abraham'ın 1988 yılında evinden çalınan heykel olduğu anlaşıldı. Abraham, bu konuyla ilgili konuşmaktan kaçınırken, bakanlık, hasar gördüğü gerekçesiyle kazının gerçekleştiği Hermannplatz metro istasyonunun, haftasonuna kadar ulaşıma kapalı olacağını bildirdi.
5 Aralık 2009 Cumartesi
Makavejev ve Tactile Deney
25 Kasım 2009 Çarşamba
Möbius
Psişik Exorcism
Gradiva
22 Kasım 2009 Pazar
Sözcükler ve Görüntüler
* Şimşek ve gök gürültüsü gibi, önce yüzün görünüyor, sonra terk edişin.
* Küflendikçe açığa çıkan zehirli bir kimyasal reaksiyon, çocukluk kentim.
* Beklenti, bekleyişin negatifi. İlki kadınlar, ikincisi ölüm için.
* Uyurken gözlerin, oyun hamurundan yapılma kazara devinim.
* Sarı çizmeleri şekerli çamura bulaşmış kız çocukları, gözlerinde şarap lekeleri.
* Işık geçirmez bedenin, aramızdaki yakınlığın yanılsama payı.
* Bıraktığım yerde yoksun, bıraktığım yer de yok.
* Zaman tarafından terk edilmek, ölümün eşcinsellik kipi.
* Güzellik, içi cam kırıklarıyla doldurulmuş makyajlı kuş ölüsü.
* Yüzün, ampulleri patlamış gök kuşağı.
* Arzuda devamsızlık, makas değiştiren kalbin hastalığı.
* Aniden direksiyona düşen yüz, ölümü uğurlayan kısık sesli klakson.
* Zamansızlığa koca çırpınışlarla gerileyen eklemsiz melek.
* Sesin, buzul çağına bırakılmış devasa kömür parçası.
* Yüzündeki damarlar çekildiğinde, sarı iksire boyanmış kumsallar kaldı geriye.
* Bir kadının arkasından bakakalmak, manevi sürtünme kuvveti.
* Sis, kendini teşhir ederek gizleyen tek hayalet.
* Uyumsuz gülümseyiş, yol ortasına bırakılmış çürük ayakkabı.
* Açık kalmış araba silecekleri, nesnenin kendi varlığını kutsayışı.
* Şarj edilebilir tek klişe, orgazm. Ölümü geciktirmenin efendisi.
* Uyurken yüzün, hurda yığını arasında beliriveren hassas ayak bileği.
13 Kasım 2009 Cuma
Kanal 16
Eski bir televizyon istasyonu. Sıcaklık 18 derece. Kadife kurusu paçalarını çizmelerinin içine sokan kadınlar geçiyor önümden. Üzerinde görüntü sinyallerinin kuruduğu kağıt duvarlardan gelen yağlı çörek kokuları... Nesnelerin kansız refleksleri, tuhaf bir üst üste yığılmışlık duygusu yaratıyor.
Nefesini tutarak yerini sabitlemiş güneşe dönüyorum. Yüzüm kızarıyor. Ölü zamandan kopmuş bir kıymık parçası, kalp atışlarım arasına girerek kendini yontmak istiyor. İzin veriyorum. Patlamak üzere olan 'sıkıntı' sözcüğünden, eskilere ait bir şarkı sıyrılıveriyor. Şarkının yüzeyinde, bata çıka ilerlemeye çalışan sayısız kadın yüzleri...
Kız kardeşim, medya istasyonunun sahibi. Eteğinde kelebek ölüleri taşıyor ve içinde yaşattığı her boşluğa, kemiksiz bacaklarıyla uzun süreler bağdaş kurabiliyor. Sürekli hiçbir erkeği sevemediğinden şikayet ediyor. Tüm bunları söylerken asla yüzüme bakmıyor ve olmayan bir aynanın önünde, uzak ülkelerden aldığı yeni elbiseleri deniyor. Hepsinin üzeri kanlı. Hepsinin üzerinde badem kırıntıları. Sonra başka bir kız giriyor odaya. Ayaklarının dibinde koyun ölüleri. Sütyeninin içinde iki sap pamuk helva. Kız kardeşime aldırış etmeksizin bana doğru yaklaşıyor ve hayatımda ilk kez taktığım mavi kravatın ucundan tutarak yamuk attığı adımları eşliğinde beni diğer odaya sürüklüyor. Annesinden söz etmeye başlar başlamaz ojeleri çatlıyor kızın. Yüzündeki acı ifadesi, giderek kaynağı belirsiz bir gülümsemeye dönüşüyor. O an buluta giriyor güneş ve şeytan minareleri yağmaya başlıyor üzerimize. Annemin, anneliğinin otuzuncu yıl dönümünde armağan ettiği şemsiyeyi açıyorum. Küflü minareler, şemsiyenin yamalı yüzeyine çarpıp paramparça oluyorlar.
Sıkıntı, yalnızca kendisine bölünerek çoğalan bir kadını çağrıştırıyor. Arkadaşım olduğunu iddia eden insanlar geçiyor önümden. Hepsinin kulağında, ince bakırdan yapılma iletken kulaklıklar. Başlarını sağa sola sallayarak dans ediyorlar. Birbirlerine, kahkaha halindeyken tıkalı kalmış yüzlerini ödünç veriyorlar. İçlerinden biri, kendisi için hazırlanmış olduğu her halinden belli, gelecek yüzyıldan kalma ahşap bir koltuğa oturarak bacak bacak üstüne atıyor ve çözülmüş olan ayakkabı bağını işaret ederek önünde diz çökmemi istiyor. Sonra da olmayan garsona dönüp yarım bardak limonata sipariş ediyor. Dediğini yapıyorum kızın, önünde diz çöküp, üzerinde miki çıkartması olan nubuk ayakkabısını bağlıyorum. Ellerim kurum içinde kalıyor. O sırada annemin sesi patlıyor kulaklarımda: 'Ellerini hiçbir yere sürmeden doğru banyoya!'
Banyoyu arıyorum, bulamıyorum. Her yerde kız kardeşimin bisküvi maketleri. Her yerde sevişen hademeler. Her yerde düşük yapan resim seçiciler. Her yerde spermiyle kablo yapıştıran ses teknisyenleri ve her yerde kendilerine rağmen var ettiğim kadınlar. Sıcaklık 18 derece.
23 Ekim 2009 Cuma
19 Ekim 2009 Pazartesi
Uzaylıya Sadaka
Tan Tolga Demirci ile Türk Sineması Üzerine Söyleşi...
Soru: Filmlerden söz açıldığında, ortaya koyduğunuz referansların çoğunun batı sinemasını esas aldığını görüyoruz. Verdiğiniz örneklerin Türk sinemasını dışarda tutmasının nedeni nedir?
Yanıt: Türk sinemasının olmadığına inanıyorum.
Soru: Nedir bunun gostergeleri?
Yanıt: Benim için sinemanın formülü, film biçimini oluşturan öğelerin ve onların ürettiği kısmi alt metinlerin, içerik dediğimiz filmin temel metnine hizmet etmeleri ile yakından ilgilidir. Türk sineması olarak adlandırdığınız sinema, böylesi bir biçimci alt metin üretiminden bütünüyle yoksundur.
Soru: Ancak bu amaç için çabalayan filmler sayabiliriz.
Yanıt: Bunların çoğu, ille de bir tanım koymamız gerekiyorsa Türk filmleridir ve bu filmler arasındaki gerek tarihsel, gerekse anlatımı esas alan kopukluk, mutlak bir ‘Türk sineması’ kimliğinin oluşumuna yetmemiştir. Biçimci anlayışı oluşturan görsel ve işitsel kodların, ana metine hizmet edecek kısmi alt metin oluşturma yokluklarının dışında, tür çeşitliliğinin olmayışı ve zihinsel perspektif oluşumundaki yetersizlikler de ‘Türk sineması’ pratiğinin önünü tıkayan diğer nedenler olarak düşünüebilir.
Soru: Anlatım yöntemleri arasındaki kopuk enerji vurgunuzdan neyi anlamamız gerekiyor?
Yanıt: Bir ülke sinemasının var olabilmesi için, filmlerin çekildiği zaman dilimlerinden yola çıkılarak sinemaya dair adlandırılmış tarihsel dönemlerden çok daha fazlasına gereksinim vardır. Türkiye’de sinemaya yakıştırılan hiçbir tarihsel dönem, biçimci duyum esas alınarak hesap edilmemiştir. Benzer biçimde, o tarihsel dönemlerde yaşanmış kamplaşmaların temelini de anlatım tarzları değil, bir filmin genel içeriğine ve yapısal metnine dair tartışmalar belirlemiştir. Bu yüzden kamplaşmalar, sanatsal bir ‘akım olma’ düsturundan uzak kamışlardır. Örneğin 60 ve 70’li yıllar arasında adını duyurmaya başlayan ‘Milli Sinema’ ve ‘Ulusal Sinema’ tavırları, birer akım olmanın uzağında, ne anlatacağını sorgulayan ancak nasıl anlatacağını bu sorunun dışında tutan oluşumlar olarak karşımıza çıkmışlardır.
Soru: Akım derken dışavurumculuk ya da sürrealizm gibi akımlardan mı söz ediyorsunuz?
Yanıt: Hayır elbette. Sözüne ettiğiniz akımlar, yerel değil evrenseldir. Her ne kadar dışavurumculuğun ana vatanı Almanya olsa da temelini biçimciliğe yaslayan bu anlatım, giderek bir çok ülke sinemasında kullanılan, plastiği ile öne çıkan bir teknik haline gelmiştir. Benzer biçimde sürrealist sinemanın Fransa’da doğmuş olması da evrensel bir sürrealist anlatımın yolunu tıkamamıştır. Benim söylemeye çalıştığım, film biçimine dair öğelerin alt metnini, ana metnin hizmetine vermeyi sorgulayan yerel kamplaşmalar ve o kamplaşmalardan ortaya çıkan yerel akımlardır.
Soru: Buna dünya sinemasından bir örnek verebilir misiniz?
Yanıt: Fransız yeni dalga akımı, Kine-göz belgeselcilik anlayışı, İtalyan yeni gerçekçi sineması, İngiliz belgeselciler okulu, genç Alman sinemacılar okulu ve hatta diğerlerinden daha deorganize bile olsa Amerikan bağımsız sineması... Tüm bunlar, yerel deyişleri esas alır ve bir ülke sinemasının oluşumu için gereken biçim temelli kamplaşma hareketleridir. Geçmişte ve günümüzde Türk sineması adı verilen muammanın yoksun olduğu, tam da bu gücün kendisidir. Yönetmenlerin çabası, bireysel güç sarfiyatından öteye gidememiştir. Ancak yine de tüm bu koşullara rağmen kendi döneminin güçlükleriyle başa çıkabilmiş tek isim Atıf Yılmaz’dır.
Soru: Yılmaz’ın hangi döneminden söz ediyorsunuz?
Yanıt: Özellikle 80 sonrası döneminden. Gülünç bir tanımla onun filmleri, ‘toplumsal içerikli fantastik sinema’ başlığında değerlendirildi. Yeşilçam solunun terminolojisine yakışan bu tutucu tanım, onun filmlerini anlatmanın çok uzağındadır.
Soru: Adı Vasfiye, Arkadaşım Şeytan ya da Ah Belinda gibi örneklerden söz ediyorsak, bu filmlerin de biçimsel bir anlatım çeşnisi sunmadığı söylenebilir.
Yanıt: Kesinlikle öyle. Zaten bu yüzden onun çabaları da Türk sinemasının oluşumunda yetersiz kalmıştır diyorum. Ancak kendisinde özel bulduğum şey, içsel gerçekliğin melankolik söylemini düşler dünyasına dek sürükleyebilmesindeki başarıdır.
Soru: Onun sinemasal düşlerini nasıl tanımlıyorsunuz?
Yanıt: İçine karışmış bol miktarda nesnel gerçeğe rağmen en azından kişisel esaslarını korumayı başarabilmiş inatçı bir düş evreni... Atıf Yılmaz, özellikle Fransız sinemasının bir dönem tabu haline getirdiği ‘yitik kadın’ modelini, yerel kodlardan beslenerek kendine has bir anlatıya dönüştürmüştür.
Soru: Bu bana Ömer Kavur’un ‘Gizli Yüz’ filmini hatırlattı.
Yanıt: Kesinlikle doğru bir örnek. Gizli Yüz, ‘yitik kadın’ motifini akademik düzeyde yansıtan, bir tarafını batıya ve diğer tarafını doğuya yaslamış en iyi Türk filmlerinden biridir. Atıf Yılmaz sinemasının yoksun olduğu biçimci tavır, Gizli Yüz filminde nispeten daha ön plandadır.
Soru: Gizli Yüz’ün biçimciliğini öne çıkaran neydi sizce?
Yanıt: Filmin şiirsel kurgusuyla eş zamanlı üretilmiş ‘görsel plastik’ üzerinde kayan anlatımcı kaygı. Bu kaygı, aynı zamanda duygu sömürüsünden kaçan bir dramatik formül taşıyordu. Şiirsel sinema, duygu sömürüsünden uzaktır.
Soru: Duygu sömürüsü deyince bir kısım sinema yorumcusunun aklına Çağan Irmak geliyor. Büyük bir izleyici patlamasına neden olan ‘Babam ve Oğlum’ filminin başarısını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yanıt: Filmin herhangi bir şeyi başardığına inanmıyorum.
Soru: En azından kitlesel anlamda belli bir sinema izleyicisi yarattı.
Yanıt: Sinemanın en büyük düşmanı istatistiktir. Değişime ve farklılaşmaya dair tüm olasılıkları sıfırlayan bu tür verilerden uzak durulması gerekir. Hangi filmin ne kadar izleyici yaptığı beni pek ilgilendirmiyor. Ayrıca Türk sinema izleyicisi, temelde kitlesel hareket eden, sözde sinema zevkini kendi benzerinin hazzına endekslemiş histerik bir yapıya sahiptir; reklam sisteminden çok dedikodu sistemiyle gideceği filmi seçer ya da seçmez.
Soru: Peki ‘Babam ve Oğlum’ neden izleyicinin özel seçkisine dahil oldu sizce?
Yanıt: Nesil faşizmini ‘kanser’ hastalığını kullanarak yaydığı için herhalde.
Soru: Bu bilinçli bir tavır mıydı peki?
Yanıt: Bilemiyorum ancak bu durumu şöyle formülleştirebilirim: Film, üç nesil üzerinden ‘baba’ motifine karşı duyulan suçluluk duygusunu kışkırtarak nefretle sevgi arasında bir çekim gücü yaratıyor. Yani, öyle bir cephede duruyor ki izleyiciye hiçbir yorum ya da karşı taraf olma hakkı tanımıyor. Suçluluk duygusunun standart bir fantezi alanı yaratarak öz ezerliğin hizmetine verildiği bizim gibi toplumlarda, hangi ideolojik görüşte olursanız olun ‘acı bağımlılığı’ yapısaldır. Kendi özgürlüğünü engellediği için babasından nefret eden sosyalist delikanlının ya da otoritenin mutluluğu için ne yaparsa yapsın, hep daha fazlasını yapmak için kendini kemiren muhafazakar kadının dönüp dolaştığı yer, bağımlı olduğu ve kendisine layık gördüğü bilinçdışı acıdır. Filmin izleyici açısından başarısı, böylesi bir nesil süperegosunu kullanarak, politik duruştan yoksun, tam da kitlelerin ağzına layık yapısal boyuneğmeyi anlatı sistemine dahil etmesidir. Sonuçta babasından nefret eden de babasına hayranlık derecesinde bağlı olan da sevdi filmi...
Soru: Babam ve Oğlum’un ideolojik anlamda taraf tutmadığını mı söylüyorsunuz?
Yanıt: Elbette hayır. Hatta film, metin açısından tutucu bir vurguya sahip.
Soru: Nedir filmi tutucu kılan?
Yanıt: En ‘politik’ hastalıklardan biri olan ‘kanseri’ kullanarak izleyiciyi acıya bağımlı kılması.
Soru: Fantastik düşünürsek, ‘Babam ve Oğlum’ nasıl çekilseydi sosyalist bir çizgiye oturabilirdi?
Yanıt: Öncelikle hedefin bu olup olmadığını bilmiyorum. Eğer değilse söylenecek pek bir şey yok. Ancak dediğiniz gibi fantastik düşündüğümüzde, öncelikle dramatik çatışma yaratan ‘kanser’ vurgusunun ortadan kaldırılması gerekirdi. Sosyalist filmlerde hastalık yoktur. Hedeflenen ilke arıdır, temizdir, sahip olduğu düşünsel çatışma ilericidir ve patolojik üst metinlerden arınmış bir duygudaşlık içerir. Sosyalist ikonlara bakın, hepsi devasa büyüklüktedir, hiçbiri mikrop ya da virüs taşımaz, görkemlidir, kanser basilinin duygusal emperyalizminden uzak, devingendir. Bu ihtişamın, dolaylı olarak kendi eksiğini kapatmak adına bir ‘temsil’ işevi görüp görmediği başka bir tartışmanın konusu. Ancak söylemek istediğim, böylesi idealler üzerine çekilen filmlerde, hedefin apaçık gösterilmesi gerçeğidir. Irmak’ın filmi, ideolojik bir taraf olsun olmasın, iç kemiren acılar ağında sürekli geriye düşen, çatışmaktan ve ilerlemekten korkan karakterleriyle kesinlikle bağnaz bir kurguya sahiptir.
Soru: Daha politik bir kanatta duran Yılmaz Güney sinemasının, tutucu olarak nitelendirdiğiniz bu anlatıyı tersine çevirdiğine inanıyor musunuz?
Yanıt: Yılmaz Güney sinemasının muhafazakarlık fraksiyonu farklıdır. Babam ve Oğlum filmini temel alarak konuşursak, Irmak, kişisel standart kodları kullanarak ‘yerinde saymak’ ve ‘gerilemek’ arasında kalmışken, Güney ise toplumsal kodları kullanarak ‘ilerlemek’ ve ‘geriye düşmek’ arasında kalmıştır. Öne çıkan filmleri temel alındığında, Güney’in sineması, kente karşı köy, kentsoyluya karşı Anadolu insanının enerjsiyle saldırırken, diyalektik olmayan biçimde saldırdığı değerlerin arkasına düşmüştür. Irmak’ın filminde ise saldırı, otoriteden kendiliğe doğrudur. Bu içedönük enerji, yaşanan kanserin ve durdurulamaz acının temel kaynağıdır. İki yönetmenin saldırı düsturlarındaki en temel nokta, çatışma yaratan taarruzun dürtüsel olmasıdır. Güney’in kendince ortaya koyduğu Anadolu değerlerini arkasına alarak yaptığı saldırı dürtüseldir; hedefi belli ancak metni yetersizdir. Irmak’ın otoritenin gücünü kendiliğe yönelten saldırısı da benzer biçimde dürtüseldir ancak metinsizdir. Bu açıdan Güney sineması, kontrolsüz bir enerji yayarken, Irmak’ın filmi ise enerjiyi babanın adına soğutup gizler. Güney’in filmlerindeki kanser, sosyalizm kılığında dolaşan feodalizmdir. Irmak’ın filmindeki kanser ise padişahlık sisteminde olduğu gibi babadan oğla geçen sayrılı bir unvandır.
Soru: Son olarak pek çok Türk filminin yurtdışında aldığı ödüllere değinmek istiyorum. Sizce bu bir başarı göstergesi mi?
Yanıt: Türk sinemasının var olabilmesi ile ödül sistemi arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Bununla birlikte özellikle yurtdışı temelli ödüllerin dolaylı amaçları olduğu düşüncesindeyim.
Soru: Ne gibi?
Yanıt: Bir haber okumuştum. Amerika’da bir çiftçi, uzaylıların ekinlerine zarar verdiğine inanarak farklı bir yöntem geliştirmiş. Öyle ki her gün uzaylıların geçtiğini sandığı yola belli bir miktar para koyup onları ekinlerinden uzak tutmaya çalışmış. Bir süre sonra gerçekten de adamın toprağı daha verimli hale gelmiş. Haberin başlığı, ‘Uzaylıya Sadaka’ idi.
18 Ekim 2009 Pazar
Polański ve Tactile Deney
2 Ekim 2009 Cuma
1 Ekim 2009 Perşembe
Havel ve Tactile Deney
27 Eylül 2009 Pazar
Guy-Blaché ve Tactile Deney
21 Eylül 2009 Pazartesi
A Snake of June
Uzun süre gelenekleriyle yaşamış toplumlarda patlayan Reichian söylemle 'cinsel sapkınlık', Shinya Tsukamato sinemasının da 'Tetsuo' filminden bu yana günahkar tarzını oluşturur.
Bu sahnede, göğüs kanserine yakalanmış Asuka Kurosawa'nın, mide kanserine yakalanmış bir yabancıya verdiği pozlar önünde mastürbasyon yapan iktidarsız kocasını görmekteyiz.
Cinsel güçlerini 'el altından' da olsa birbirine kenetlemiş evli çift, bu mistik bütünleşmenin sponsorluğunu üstlenen 'gizemci-mekanik' Nikon endüstrisine teşekkür eder.
20 Eylül 2009 Pazar
Leopold von Sacher-Masoch
Trend dışı mazoşizmin 'yapısal' kanadından gelme sosyalistlerin sınıfsız toplum ideallerine taş koyan Leopold von Sacher-Masoch ve efendisi Wanda'yı tüm sürrealistler adına selamlarım.
15 Eylül 2009 Salı
Sublime Webb Sister-s'a Mektup
"You loved me as a loser,
but now you're worried that I just might win"
Ateşler içindeki oyuncak ayakkabılarınla kumdan kaleler arasında yol açtın kendine. Ayak izlerine oturan onlarca kadın, kendilerine dahi dokunmadan gebe kaldılar.
Sesi alınmış bir cinayetsin.
Üniversite zamanlarında yaşadığım evin davetkar halısı üzerinde piknik yaptık. Hava o kadar sıcaktı ki baldırından sızan her ter damlası, filmlerimde oynatmayı düşündüğüm başka başka kızların kaşınma nedeni oluyordu.
Klasik müzik eğitimi almış bir bedenin, hiç de alışık olmadığı sert bir müziğin eşliğinde ve biraz da votkanın etkisiyle kendi kusursuz yerçekimini yaratması.
Seni, hiç tanımadığın çirkin kadınlarla birlikte dünyaya getirdik. Herkes kıskançlığını konuştu; sende olmayanı, ölçülemeyecek bir zaman aralığında vücut sıvıların yardımıyla nasıl içine aldığını...
Bana her bağırdığında sertleşen bedenimi hediye paketi yapıp tavanarasında sakladın. Herkes zalimliğini konuştu; ısrarla sana ait olanı, ölçülemeyecek bir zaman aralığında, kaybolmuş bir arzuya nasıl dönüştürebildiğini...
Ben senin camdan yapılma yüksek topuklu özel yeteneğinim; tanımadığım kız çocuklarım üzerine kestirilemeyen zamanlarda, kemiksiz bir ceset gibi parçalanarak yağıyorum.
Kız çocuklarımda annesizliğin boyun bağı, hepsinde babalarına karşı ölümcül hassasiyet. Günlerden bir gün yazamayacak kadar yaşıyor olduğumda, kendilerine sarılıp, şahsıma duydukları ölümsüz nefreti derin dondurucuda saklayacaklar.
Sahilde gömülü cesetlerin üzerinden atlayarak kendi ölümünden kaçan sarışın hayalet! Vücudundaki tek sarılmalık boşluğu asla olmayacak çocuğuna ayır. Dinlendikçe eskiyen bir şarkının tersine, her akla geldiğinde giderek aklın kendisi oluveren pornografik çirkinliğini ölümün ters açısıyla takas et.
13 Eylül 2009 Pazar
Su Terazisi
Önceden tasarlanamayan yürüyüş hızınla odanın gerçekliğini parçalayarak balkon camına doğru yol aldığında, tüm vucudun ahşap bir su terazisine dönüşüverdi. Ellerini cam kenarına bastırıp hafifçe dışarı sarktın. Omzundaki melek dövmesi, kanatlarında birikmiş kanla havalandı. Nereden geldiği belirsiz bir ışık düştü sırtınla bacakların arasına. "Yağmur başlayacak" dedin, "eğer aynı anda ağlamayı öğrenemezsek büyük bir felaket olacak..." O an üzerine düşen ışık giderek eridi ve kendi karanlığına çekildi. Yüzünü sokağın diğer ucuna çevirip bir şarkı mırıldanmaya başladın:
"Je passerai la main comme ça
Dans tes cheveux, sur ton visage
Pour dire qu'au plus profond de moi
Je t'aime au-delà des usages..."
Şarkının ortalarında şehirli bir gülümseyişle bana doğru döndün. "Biliyor musun" dedin, "bu şarkı ölü bir kadına işkence etmek gibi, hiç zevk vermiyor." Odada uçuşan melek, yeniden omzuna kondu, yorgun kanatlarındaki kan, antik bir mürekkep kalıntısıyla yer değiştirdi. Kolumdan tutup mutfağa doğru çekiştirdin beni. Tüm dolaplar ardına dek açıktı. Üst dolaplarda iç çamaşırların, alt dolaplarda ayakkabıların, çekmecelerde ise birlikte uyuduğun erkeklerin kol saatleri saklıydı. "Aynı rüyayı gördüğüm erkeklerin ölüm anlarını biriktiriyorum" diye fısıldadın. Saatlerden sadece biri dikkatimi çekti. Çocukken yol ortasında bulup anneme armağan ettiğim saatin aynısıydı. Sert bir hareketle çekmeceyi kapattın. "Hiçbiri çalışmıyor. Ama istediğin varsa alabilirsin" diye söylendin. Yüzümü bacaklarının arasına götürüp sessizce ağlamaya başladım. "Sanki başkası ağlıyor. Ve sen de o ağladığı için ağlıyorsun. Ağlayan erkekler vücuttaki kansız kesiklere benzer, derinleri sadece gözle görülür, asla duyulmaz" diyerek yükselttin sesini. Başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözlerinden biri diğerine göre daha kısıktı. Ağrısız bir ölüm gibi bakıyordun. Tam ellerimi yüzüne götürecekken patlamayı andıran bir ses duyuldu. Elbiselerin yavaş yavaş ıslanmaya başladı. Çok geçmeden yüzün ve bedenin sular altında kaldı. "Demiştim sana büyük bir felaket olacak diye. Sonunda patladı bedenime yakıştırdığın su terazisi. Sırları dışarı taşan dengesiz bir arzu enkazıyım artık. Kaçıp kurtar kendini André, az sonra tüm İstanbul sular altında kalacak!..." Öyle de oldu. Felaketin nasıl başladığını yalnızca ben görebildim.
12 Eylül 2009 Cumartesi
Bergman ve Tactile Deney
31 Ağustos 2009 Pazartesi
27 Ağustos 2009 Perşembe
Prucnal ve Tactile Deney
22 Ağustos 2009 Cumartesi
19 Ağustos 2009 Çarşamba
"Hep Aynı Biçimde Düzüşüyor Olmaktan Yorgun Düştük"
Çeviri: Tan Tolga Demirci
Soru: ‘El Topo’, ‘The Holy Mountain’ ve şimdi de ‘Tusk’ gibi filmler sayesinde yaptığınız işlere yabancı değiliz. Ancak Kuzey Amerika’da henüz gösterilmeyen ve Mexico City’deki öğrenci olayları sırasında yaşanan katliamı konu aldığınız bir film daha var.
Yanıt: Hayır. İlk filmim, Fernando Arrabal’ın bir oyunundan uyarladığım ‘Fando y Lis’dir. Sözüne ettiğiniz filmi asla çekmedim.
Soru: Bu bir söylenti mi diyorsunuz?
Yanıt: Nedir bu söylenti, anlamadım.
Soru: 1968 yılında Meksikalı öğrenciler, yaptıkları gösteri sırasında katledildiler. Bunun üzerine bir belgesel film yaptığınızı duymuştum.
Yanıt: Hayır. İşin aslı şu. Olaylar sırasında ben de oradaydım. Karım aynı mekanda ve öğrencilerin öldürüldüğü sırada, bir tiyatro oyununda oynuyordu. Olaylardan yarım saat sonra karımı bulmak için oraya gittim. O sırada durumun dehşetine tanık oldum. Bulunduğum taksideki herkes manzaraya korku dolu gözlerle bakıyordu. (Taksiye altı kişi binmiştik ve ücret 1 peso tutmuştu). Ortalıkla büyük bir sessizlik vardı. Tüm köpekler havlıyordu. Yaşadığım en garip psikolojik deneyimlerden biri olmuştu. Havada ölüm kokusu vardı. Gerçekten de öyle. Yüksek sayıda insan öldürülmüştü, tüm kasaba korku içindeydi ve katliamın nedenini kimse bilmiyordu.
Soru: ‘The Holy Mountain’ filminizde, öğrencilerin öldürüldüğü ve ağızlarından çiçekler yeşerdiği bir sahne vardı.
Yanıt: O sahnede göstermek istediğim, özel efektlerin gerçekliği idi. Her şeyi, seti izleyen insanların gözleri önünde yaptım. Örneğin efekt düzeneğinde, içinden gözyaşları çıkan bir tüp vardı ve gayet de ortalıktaydı, saklamamıştım. Buna rağmen sahne, düşünülenin tersine çok daha güçlü olmuştu. Her şeyi yapaylaştırdığınızda farklı bir anlam yakalamış olursunuz. Böylelikle ürettiğiniz şey palavra değil, gerçeğin ta kendisi oluverir.
Soru: Bazı çalışmalarınızın kökeni, Bunuel’in ‘The Andalusian Dog’ filmine ya da onun diğer çalışmalarına kadar gidiyor; ‘Simon of the Desert’ filminde çöl ortasında durmakta olan ‘kule’ tablosu gibi.
Yanıt: Evet. ‘Tusk’ filminde tek sütunu olan harika bir tapınak bulmuştum. O tapınak, Bunuel’e yaptığım bir göndermedir. ‘Simon of the Desert’ filmini görmüş ve çok beğenmiştim. Ben de kendi filmimde sütunun üzerinde oturan bir kız imgesi yaratarak Bunuel’e hürmetlerimi sundum.
Soru: Tusk filmindeki ‘fil’ görselinin, Melville’in romanındaki‘Moby Dick’ gibi mutlak başat bir gücün temsili olduğunu düşünüyorum. Bilir misiniz o romanı?
Yanıt: Evet, kesinlikle öyle. Yine bildiğiniz gibi Ganesh, Hindistan’ın, cinsel ruhaniliği temsil eden fil tanrısıdır. Bir nevi cinsel güç! Ben de Hintliler için kutsal olan ‘Om’ hecesini filin alnına koyarak onun ilahi ve ruhani gücünü canlandırmaya çalıştım.
Soru: Ganesh, Hindu mitolojisinde Shiva’nın oğludur aynı zamanda. Filmde sürekli beliren Shivite sufisini hatırladım birden. Filmin sonunda İngiliz karakter, Shiva tapınağında onların arasına katılıyordu.
Yanıt: Evet. Hintlileri vahşi ya da bilgelikten yoksun sayan Gunga Din ve diğer sömürgeci betimlemelerin tersine İngiliz karakter, onlara saygı amacıyla aralarına katılmayı tercih ediyordu.
Soru: Bu da bize, Hintli sufinin İngiliz’den çok daha bilge olduğunu gösteriyor.
Yanıt: Filmin başından sonuna kadar Hintli sufi hakkında bir komplo teorisi dolaşıyor, sırf onu sömürmek için... Ve İngiliz karakter de burada bilinci temsil ediyor, egosal bilinci.
Soru: Ahlaki anlamda kullanılan ‘bilinç’ten mi yoksa Fransız dilinde ‘farkındalık’ olarak anlamlandırılan ‘bilinç’ten mi söz ediyorsunuz?
Yanıt: Egosal bilinçten.
Soru: Kontrol, egemenlik.
Yanıt: Evet, egemenlik.
Soru: Tam da burada filmdeki fil imgesinin ham ve yabanıl enerjisi ile sözde ilkel insanların, zorla beyaz avrupalıların yaşam tarzına dönüştürülmeleri gerçeği arasında bir ilişki kuruyorum.
Yanıt: Bunu, ‘fil’ ile karşı karşıya gelen Reverand Castle sahnesinde anlatmaya çalıştım. Castle, trenle yolculuk ederek kitaplarını satmaya çalışan bir karakter. Tüm yaptığı, Hindistan’ın sahip olduğu felsefeyi göbeğinden değiştirmek. Yolculuk ettiği ve aklın temsili olarak yorumladığım tren, yolda bir fil ile karşılaşıyor. Castle, fili tren yardımıyla yok etmeye kalkıp sonunda savaşı kaybediyor. Hindistan’ın ruh temsili olan fil, treni yerle bir ediyor.
Soru: Kuzey Amerika’nın halk efsanesi ‘John Henry’ ismi tanıdık geliyor mu size?
Yanıt: Hayır.
Soru: John Henry, trenlerle mücadele eden siyahi bir demiryolu işçisi.
Yanıt: Belki de bu efsaneden yola çıkarak treni, teknolojik ‘kalkınmanın’ temsili olarak düşünebiliriz, öyle değil mi? ‘Tusk’ filminde yapmaya çalıştığım, treni, mekanik olandan uzak bir ‘kültür’ ve ‘uygarlık’ biçimi olarak yorumlamaktı. Reverand Castle, kitaplarını dağıtarak varolan kültürü değiştirmeye çalışıyor ve şeytani bir cin kisvesindeki ‘fil’ ile karşılaşıyor.
Soru: Öyle görünüyor ki filmdeki sufiler, egolarından uzak yaşayan gerçek kutsal insanları temsil ediyorlar.
Yanıt: Evet öyle. Onlar aynı zamanda kötü insanların günahkar bilinçlerinin de temsili. Örneğin filmdeki sufilerden biri, fil tarafından tarumar edilen İngiliz karakterin evi dahil, bulunmaması gereken mekanlarda sürekli şarkı söylüyor. Ruhaniyetin ve bilinçdışının zaferi olarak düşünebilirsiniz bunu.
Soru: Sürekli şarkı söyleyen sufinin dışında arada görünüp ortadan kaybolan bir sufi daha vardı.
Yanıt: Büyücü sufi, evet! Bir zamanlar Meksikalıların büyü ritüellerine oldukça aşinaydım. Hindistan’da resim yapmak, Meksika’da resim yapmak gibidir, ayrıca bu iki coğrafyanın iklimleri ve mutfak kültürleri de birbirine benzer.
Soru: Ve ikisi de sömürge toplumu.
Yanıt: Peki Meksika’daki ‘İngiliz karakter’ kim olurdu sizce?
Soru: Geçmişte İspanya. Şimdi ise Amerika herhalde.
Yanıt: Bunu Meksika için söyleyemem ancak Şili için belki. Ben Şili’nin kuzeyinde doğdum. Bakır madenlerinin yakınlarında. O madenlere Amerikalı ve İngilizler sahipti. Hatırladığım kadarıyla maden çevresinde dolaşmak, Şilili vatandaşlara yasaktı. 1930’larda Şili’de bulunan Amerikalılar, adeta Hindistan’daki İngilizler gibiydi.
Soru: Ancak soyunuz Avrupalı öyle değil mi?
Yanıt: Büyük ebeveynlerim Rus. Rusya’dan dünyanın öbür yanına kaçmak için bir gemiye binmişler.
Soru: Ve sonunda istedikleri yere varmışlar.
Yanıt: Evet, Şili’ye, doğduğum yere geldiler. Kazak’ların sayesinde Şilili oldum.
Soru: Yetişme çağında, Hindistan’a ait değerlerle karşılaştınız mı?
Yanıt: Evet, tabii. Bildiğiniz gibi, Araucanos adı verilen ve pek az kişinin bildiği bir Hintli koloni vardır. Şilili insanların bile onların sayıları hakkında en ufak fikirleri yoktur. Araucanos’lular kültürsüzdür ve savaşçıdırlar. Onların sırlarını araştırdığınızda, simyayı keşfedersiniz. Şilililer Araucanos’lularla asla konuşmazlar. Büyüme çağında, simyacılardan ve Kabbalist’lerden, Araucano kolonisi hakkında bilgiler edindim. Neruda’yı bilirsiniz, Gabriela Mistral’i, Huidobro’yu ve Şilili şairleri de bilirsiniz. Ancak Araucanos’luları, yani Şili kültürünün en değerli parçası hakkında söyleyecek bir şey bulamazsınız. Çok az Şilili Araucanos’luların sırrına erişebilmiştir.
Soru: Antonin Artaud Meksika’ya gidip, zamanının çoğunu Tarahumara Hintlileri ile peyote içerek ve onların ritüellerini gözlemleyerek geçirmişti. Onun kuramlarının önemli bir kısmını da Bali tiyatrosundan aldığı izlenimler ile eskil ve ilkel mitolojik ritüeller üzerine yaptığı araştırmalar oluşturuyor. Artaud’nun tiyatro üzerine sunduğu kuramlar ile filmlerinizde görülen ritüelistik yoğunluk arasında benzerlikler olduğu düşüncesindeyim.
Yanıt: Kesinlikle haklısınız. Onun kaleme aldığı ‘Tiyatro ve İkizi’ yapıtına gönülden bağlıydım. Benim İncilim gibiydi adeta. Tiyatroda yaklaşık 100 oyun sahneye koydum ve Artaud gerçek bir rehberdi benim için. Onunla güçlü bağlarım vardır. Meksika’ya gitmemin önemli nedenlerinden biri, Artaud’nun Meksika üzerine yazdıklarıdır. Bir gün, Meksika’nın fethine ilişkin bir sinema filmi yapmak istiyorum. Artaud da istemişti bunu.
Soru: Güzel film olurdu. Umarım yaparsınız.
Yanıt: Ancak önce başka bir film çekmeliyim.
Soru: Nedir bu film?
Yanıt: ‘The Cosmic Mary’ adını verdiğim ve üzerinde çalışıyor olduğum bir proje. Bakire Meryem’i nasıl algıladığıma dair bir film olacak ve kesinlikle doğrudan cinsek göndermeler taşımayacak. Bu proje hakkında ciddi şeyler düşünüyorum. Bana kalırsa Bakire Meryem, tüm dinler içersindeki en etkili mittir. Tantra’dan, Taoizm’den ve her şeyden daha etkili. Kadın aydınlanmasının doruk noktasıdır Meryem.
Soru: ‘Meryem’ ve ‘Shekinah’ arasında paralellikler kuruyor musunuz?
Yanıt: Evet, yin ve yang gibi... Ancak benim bakirem Sephiroth’tur. O, tanrının sesine sahip bir evrendir. Fiat Lux’tur. Tanrının Fiat Lux’u ile Fiat Lux arasında önemli bir benzerlik vardır. Biliyorsunuz değil mi?.
Soru: Hayır.
Yanıt: Tanrının ilk cümlesi. Ancak İngilizceye nasıl tercüme edebileceğimi bilmiyorum.
Soru: Fransıcası nedir?
Yanıt: Au commencement était le verbe et le verbe était Dieu.
Soru: Başlangıçta söz vardı. Söz tanrıyla birlikteydi ve söz tanrıydı.
Yanıt: Bu tanrı sözüdür. Meryem, yaratıcının sesini dinleyen evrendir. O bir kozmik mandaladır.
Soru: Meryem tasavvurunuzun sınırlarını agnostik kaynaklardan yola çıkarak mı çiziyorsunuz?
Yanıt: Evet agnostizm bir kaynak, bir İncil okumasıdır. Dördüncü İncil’de her şeyi bulabilirsiniz. Agnostiklerin yaptığı, bu kaynağı yorumlamaktan ibarettir. Ben de o yorumlardan yola çıkıyorum.
Anlıyor musunuz?
Soru: Evet.
Yanıt: İsa, oturmakta olan balıkçının yanına geldiğinde ona şöyle söyler: “Benimle gel.” Ve balıkçı onu takip eder. Bu mizansen müthiştir.
Soru: Tevazu.
Yanıt: Evet öyle, çünkü o adam sadece balık tutuyor, avlanmıyor; bilgiyi kazanma sürecinde kendini hırpalamıyor. Sadece bekliyor, alçakgönüllülükle. Ve büyük, kocaman, muazzam balık -Moby Dick- İsa çıkageliyor. Böylece balıkçı, kendi tevazusu üzerinden aşama kaydederek hakim olanı anlayacak mertebeye yükseliyor. Bu süreç, insana dönüşen maymuna benzer bir değişim, dönüşüm ve başkalaşım içeriyor.
Soru: Evrimsel değişimden söz açmışken, önümüzde çözmemiz gereken bir enerji sorunu var.
Yanıt: Bir enerji krizi yaşadığımız ortada. Ancak aynı kriz, ruhsal enerji için de geçerli.
Soru: Belki ikisi de aynı şeylerdir.
Yanıt: Evet, insanoğlu enerji sistemini değiştirmek zorunda. Kriz olan bu. Ne yapabilirsiniz ki? Beyaz kumaş elde etmek için Mısır’da su üzerine bir bitki yerleştiriyorlar. Doğal bir süreç olarak bitki çürüyor ve yalnızca özü kalıyor. İşte o öz, beyaz materyali oluşturuyor. Simyada buna ‘solva coagula’ derler. Çözücü olan madde pıhtılaşır. Altın yapmak için bu süreci izlemek zorundasınız. İşte bazı insanlar sadece çözücüdürler ve hiçbir zaman pıhtılaşamazlar. Sadece bir kaçı bunu başarır. Son Yemek’te İsa iki süreçten söz eder: Ekmeği ve şarabı bahşetmek... Şarap, tevazu -mayalanma- sürecidir. Ve ekmek de katı süreçtir. Şarapla yin sürecini ve ekmekle de yang sürecini yaşarsınız. Ateş ve su gibi... İsa bu süreçleri göstermiştir bizlere. Ekmek, anlıksal -aktif- süreç ve şarap da alıcı süreçtir; aydınlanma ile, ‘alıyor olma’ ile bağlantılıdır.
Soru: Filmlerinizde sembolik dil üzerinden işleyen bir yapı ile herhangi bir enerjinin ya da ruhun egemenliğinde değişimin nedeni olan ritüeller söz konusu. ‘El Topo’ ve ‘The Holy Mountain’ filmleri, dini birer töreni ya da tören geçidini andırıyorlar. ‘El Topo’da bu süreç şevkat yoluyla, yeryüzünün altına ulaşma yoluyla, şekil bozukluğu gösteren insanların bulunması yoluyla, yer altı yaratıklarının, sakat bırakılmış insanların ve tuhaf varlıkların aydınlığa çıkarılması yoluyla oluyor. ‘The Holy Mountain’ filminde ise mutlak ritüel, bir dağın zirvesine çıkabilmekle ve zirvede oturmakta olan güce ulaşmak için çıkan engellerin üstesinden gelebilmekle ilgili. Sonunda her şeyin bir hiçten ibaret olduğunu görüyoruz. Filmin sonunda kameraya dönüp şöyle söylüyorsunuz: “Kamerayı geri çekin de gerçek yaşama girebilelim...” Genel olarak bu süreçler ve ‘El Topo’ ile ‘The Holy Mountain’ filmlerindeki ritüelistik süreç farklılıkları konusunda neler söyleyebilirsiniz?
Yanıt: Dinleyin, ben normal bir yönetmen değilim. Yapmaya çalıştığım, kendi baş yapıtlarımı ve ruhumu üretmek. Benim için film yapmak, ‘kendiliği’ oluşturmaktır. ‘Kendilik’ derken, ‘özbenlik’ten söz ediyorum. Aradığım şey, önce deneyler yapmak ve sonra da onları birer filme dönüştürmek. Bakire Meryem ile ilgili bir film çektiğimde, Hıristiyan deneyleri yapıyorum demektir. ‘El Topo’yu çektiğim zaman, Zen deneyleri yapıyordum. Oldukça derinde yaşıyordum. ‘The Holy Mountain’ filmini çektiğim zaman yaptığım şey, Gurdjieff ve Sufi deneyleriydi. ‘Tusk’ filminde ise Hindu ve Tantra deneyleri yaptım. Çakralardan, yani bedensel tecrübeden söz ediyorum. Fil vücuttur, yer yüzüdür. Benim için ‘Tusk’, bir komedi filmidir. O filme çok gülüyorum. Ancak filmde bir takım sayılar söz konusu elbette. Her ilke, dört karaktere ayrılıyor. Filmde bir baba, bir kız, bir oğlan ve bir de fil var: İdrak, kalp/duygu, içgüdü/sex ve vücut. Fil, vücudu temsil ediyor. Bu ilkeleri kötü adamlar için de üretebilirsiniz; örneğin birbiriyle bağlantılı dört zengin adam gibi... Tüm bunları yaparken bilincim gayet yerindeydi. Amacım, ruhun olduğu bölgeye ulaşmak için tıkanan yolu açmaktan ibaretti. Bana niçin ‘El Topo’yu, ‘The Holy Mountain’i ve ‘Tusk’u yaptığımı sormuştunuz. Söyleyeceğim tek şey, her filmin birer zihinsel yaşam, birer ruhaniyet günlüğü olduklarıdır. ‘The Holy Mountain’ filminde Tarot’tan söz ediyordum. Filmi çektikten sonra Tarot’la ilgilenmeyi sürdürdüm. Bu aralar yine Tarot’la ilgili bir kitap yazıyorum. Ayrıca tıpta Tarot’u kullanıyorum. Marsilya Tarotu üzerinde çalışan tanıdığım 200 kişi var. Bence Marsilya Tarotu diğer Tarot’lar içinde en tılsımlı olanıdır.
Soru: Yunanlılardan gelme bir Tarot mu bu?
Yanıt: Hayır.
Soru: Marsilya’nın Yunan sömürgesi olduğunu sanıyordum.
Yanıt: Belki, ancak bu bir muamma. Marsilya Tarotu, Torah’a benzer, her coğrafyadan çıkmış olabilir. Nereden geldiği çok da önemli değil. Günün birinde 78 kartın tamamını detay olarak aklınıza kazıdığınız an, onun nereden geldiğini bulacaksınız. Kim bu kartları tasarladıysa inanın benim gözümde Buda kadar değerli. Müthiş bir zihinsel düzey. Kartları ezberlediğiniz zaman Tarot’un tıpkı mandalaya benzer bir grafik oluşturduğunu görürsünüz. Marsilya Tarotu, çocuk oyunları gibidir, bir çeşit mandaladır ve onun içindeki esası bulduğunuzda, Tarot içinize nüfuz eder. Sonrasında bunu keşfeden zihnin kendisi ile karşılaşırsınız. O müthiş zihin ile. Marsilya Tarotunu keşfeden, dünyanın en büyük zihnidir. ‘The Holy Mountain’ filmini yaparken bitkilerle uğraşıyordum. Şimdi ise hastalıkları kokulu bitkilerin öz yağları ile sağaltan bir doktorla birlikte çalışıyorum. Tusk’taki fili filme çekmek de büyük bir tecrübeydi. Dört ay boyunca sadece filllerin yediklerini yedim.
Soru: Nedir bu?
Yanıt: ‘Horsegram’ adında bir tahıl. Sadece pirinç ve Horsegram yiyerek beslendim.
Soru: Hindistan’da mı?
Yanıt: Evet, bir fil terbiyecisiyle düşüp kalkıyordum. Adam bir ara hastalandı ve onu bitki özü yağlarımla iyileştirdim. Kangren ya da benzer bir hastalığı vardı. Bacağı, kullandığım yağlar sayesinde kurtuldu. Sonrasında arkadaş olduk. Bana fil sütü verdi. Filleri anlamak için pek çok bilgi edindim. Çünkü muazzam bir filin boynunda kilometrelerce yol almak, bilinç düzeyinizi değiştiriveriyor. İşte bu yüzden fil önemlidir. Hindistan’da her yer fillerle dolu. Onlar kendilerini filler yardımıyla tecrübe ediyorlar, bizler ise Cadillac ve Ford arabalarla yapıyoruz bunu. Yaşadığımız dünyaya ait olmayan bir Ford arabanın içinde saatlerce oturuyoruz.
Soru: Sağaltım hakkında konuştunuz. ‘El Topo’ ve ‘The Holy Mountain’ filmlerinin altında yatan önemli bir benzerlik keşfettim. İki film de sağaltım ritüelleri üzerine kurulu. ‘El Topo’ filminde insan bilincinin deforme olmuş yüzü, kilisedeki insanlarda şekil bulurken, yer altında yaşayan, gözden düşmüş kasabalı insanlar da ‘The Holy Mountain’ filminde hastalığı temsil ediyorlar. Sonra bu insanlar şiddetin türlü biçimlerine ve ilkel çatışmalara maruz bırakılarak bir tür ruhani arınma yaşıyorlar.
Yanıt: Evet, öyle.
Soru: Bunu kasten mi yapıyorsunuz?
Yanıt: Evet, Tarotu idrak edebilmeniz için, ‘The Fool’ ve ‘The Death’ kartlarını anlamanız gerekir. Acıyı, ölümü ve çılgınlığı tecrübe etmelisiniz. Ancak sonra istediğinize ulaşabilirsiniz. İşte bu yüzden şiddet ve benzeri ritüeller var filmlerde. Çünkü bu bir aydınlanma biçimidir. Yapmaya çalıştığım budur, kendimi bütünüyle dışa vurmak.
Soru: İşe yaramış gibi görünüyor.
Yanıt: Ancak filmi bitirdiğimde ne yapmaya çalıştığımı anlayabildim. ‘Tusk’ filmini çekmeye gitiğim zaman, “Tanrı beni bir yerlerde bekliyor ancak ne zaman geleceğini bilmiyorum, çünkü tanrının bu fil ile ne zaman iletişime geçeceğini göremiyorum...” demiştim. Sonra birdenbire yanımdaki kişilere, ‘Om’ hecesini filin kafasına koymalarını istedim. Derken filin anlamı aniden belirdi. O an bir çocuk filmi çekmek, iki boyutlu çizgi romanlar yapmak istedim. Bu film de iki boyutludur. İyi insanlar gülünçtür çünkü ‘iyi’ olanın karikatürüdürler. Örneğin kadının biri çıkıp ‘filleri çok severim’ der ve sonra gerçek bir fil gördüğünde kaçacak delik arar. İyi hisler de dahil olmak üzere her his sonunda yalanlara dayanır. Çünkü iyi insanların zihinleri boş, kalpleri cahil, cinsellikleri arzusuz ve vücutları hareketsizdir.
Soru: Umarım çocuklar ‘Tusk’ filmini görebilirler. Çünkü ancak bu yolla, ilkel bir güç olarak tasavvur edebileceğimiz fil, şelale ve Hintli insanlar -özellikle sufiler- üzerinden yarattığınız çatışmaları anlamış olacaklar. Bu ilkel güçler, onları bastırmaya çalışan Avrupa bilincinden çok daha etkili gibi görünüyorlar.
Yanıt: Eğer bu filmi Los Angeles’ta çekseydim Hintliler kötü adam olacaklardı. Çünkü her şeyin kendi yerinde bir ruhu vardır. Uygar kültürler, kendilerine benzemeyen ülkeleri istila ederek onları yavaş yavaş öldürüyorlar. Egemen kültüre sahip insanlar, diğer kültürleri göremeyecek kadar körler. Değişmek yerine istila etmeyi tercih ediyorlar. Tüm doğal ve ruhsal yaşamı mahvediyorlar. İspanyollar tarafından istila edilen Meksika için de geçerli bu söylediğim.
Soru: Ve tüm Latin Amerika için.
Yanıt: Meksika, tıpkı Hindistan gibi kör insanlar tarafından istila edildi. Onlar körler okulunda eğitim gördüler ve silahlar yaptılar. Sadece beyaz silahlara sahiptiler çünkü kör ve sağırdılar.
Soru: ‘Cabeza de Vaca’ adında biri vardır; Meksika kıyılarında gemi kazası geçiren ve Hintliler tarafından ele geçirilen bir fatih. Hindistan’da keşfettiği o ruhani dünyadan sonra İspanya kralına şöyle yazar: “Burayı fethetmeliyiz ancak silahla değil, sevgiyle.”
Yanıt: İşte bu! Hindistan’a gittiğinizde aynı şeyi bulabilirsiniz. Yine de filler, kutsal olarak kabul edilmelerine rağmen kötü davranışa maruz kalıyorlar. Hükümet, onları ağır işlerde çalıştırıyor. Sürekli çalışıyorlar. Bir fil çalışmamalı, vahşi olmalı ve ormanda mutlu yaşamalı.
Soru: Bu durum bizi Marquis de Sade yoluyla tarihin çok daha derinlerindeki bir fikre götürüyor: Saygı göstermek yerine bir insanı ya da herhangi bir yaşam biçimini kullanmak, egemenlik altına almak ve kontrol etmek.
Yanıt: Bu röportajı çok sevdim. Güzel şeyler söylüyorsunuz. Bakın dinleyin, benim için insan aklından ve insan bedeninden oluşan kişi, aynı zamanda evrenin kendisini temsil eder. Kişi, evren içindeki her şeydir. Hayvanlar ve bitkiler öyle değil, sadece insan! Bence onu önemli kılan da budur. Bir fil gördüğünüzde sinir sisteminiz onunla iletişime geçer ve ondan bir ders alır. Her hayvan bir derstir.
Soru: Çin dövüş sanatlarında, bildiğim kadarıyla dövüş tekniklerini uygulayan kişi, bu teknikleri farklı hayvanları gözetleyerek biçimleştirir ve ona bir isim verir.
Yanıt: Aslında biçim falan görmezsiniz... Biçim diye bir şey yoktur. Hayvanın kendisi bütünsel bir ahenktir. Tıpkı bir baş yapıt gibi. Alacağınız ders, sizin içinizdedir ve hayvanla iletişim kurduğunuz anda o dersi keşfetmiş olursunuz.
Soru: En son ne zaman Şili’deydiniz?
Yanıt: 1953’te terk ettiğimden beri bir daha oraya dönmedim.
Soru: Fransa’ya gittikten sonra mı?
Yanıt: Evet, bir daha dönmedim; Şili’yi sevmediğimden değil, tam tersine oraya aşıktım. Şili benim cennetimdi. Şimdi bir roman yazıyorum çünkü ancak bu şekilde her şeyi dışa vurabiliyorum. Filmle bunu yapamam, film çekmenin maddi sınırları vardır. Büyük ticari başarılar getirebilecek bir film de çekmem. Bu benim tarzım değil.
Soru: İspanyolca mı yazıyorsunuz?
Yanıt: Evet ve Fransızcaya çevrilecek kısa zaman içinde. Fabl kitapları da bastırdım: ‘Belleği Olmayan Örümcek: L'araignée sans Memoire...' Şimdi Şili hakkında yazıyorum. Çılgın bir cennet orası. Fakat yine de iletişimimi kesmek zorundaydım. Hiçbir yere kök salmak istemiyorum. Her insan kendi köklerini araştırıyor. Bense köklere sahip olmamak için büyük kurbanlar verdim. Böylece mutlak ruha ulaştım. Bu çok zordur çünkü kendinizi Robinson Crusoe gibi hissediyorsunuz. Bir adadasınız ve ne Hintli, ne Çinli, ne Yahudi, ne Hıristiyan, hiçbir şey değilsiniz. Şilili ya da Meksikalı da değilsiniz. Sadece milliyetsiz insansınız.
Soru: Bir milliyete sahip olmak gibi dışsal kimlikler bizi insanlığımızdan uzaklaştırıyor mu demek istiyorsunuz?
Yanıt: Başka şeyler de var. Örneğin cinselliğe çok fazla önem veriyoruz. Ancak yakın zamanda cinselliğin şekli değişecek. Hep aynı biçimde düzüşüyor olmaktan yorgun düştük. Yorgunuz ve bu bir değişim yaratacak. Öyle bir zaman gelecek ki insanlar, bu limitleri aşmak için büyük kurbanlar verecekler. Onların bir yaşı, bir cinsiyeti, bir milliyeti ve hatta yüzleri olmayacak.
Soru: Nasıl olacak mı?
Yanit: Zamanın kendine has bir ahengi vardır. Şimdiki zamanda bir ışık yaktığınızda o ışık hem geçmişi ve hem de geleceği aydınlatır.
Soru: Zamanı, onu idrak ettiğimiz biçimiyle mi kullanıyorsunuz?
Yanıt: Evet. Zihninizde bireysel bir takım tecrübeler yaşarsınız. Bunun sonucu olarak aydınlandığınızda bu durum yalnızca ‘şimdi’yi kapsamaz, zihniniz tam anlamıyla değişir. Yaşamınız boyunca acı çektiğiniz ne varsa müthiş bir rahatlığa kavuşur ve aslında yine yaşamınız boyunca hep mutlu olduğunuz gerçeğiyle yüzleşirsiniz. Mutluluğa ulaştığınızda, doğduğunuzdan bu güne hep mutlu olduğunuzu duyumsarsınız. Çünkü ‘şimdi’nin ışığı, geçmişinizi tam anlamıyla değiştirmiştir. Bu yüzden Faust, yüzleşeceği kendi ölümünden son anda kurtulur ve yaşamı aniden değişiverir. Tanrı tarafından affedildiğiniz andır bu.
Soru: Goethe’nin Faust’unda kurtuluş, ötekine yardım etme eylemiyle, merhamet duymayla ilişkilidir.
Yanıt: Evet ama onu kurtaran, onun eylemi -yardım, merhamet- ile değil, kendiliğin uyanışı ile ilgilidir. Peki ama eylemi gerçekleştiren nedir? Ego değil... Düşler de değil. Eylemi gerçekleştiren hakiki kendiliktir. Faust aydınlandığında, geçmişi ve geleceği bütünüyle değişir. Biz de insanlığı aydınlattığımız anda tüm geçmişi değiştirebiliriz.
Soru: ‘Tusk’ filminin gösterimi sonrası gerçekleşen soru-cevap söyleşisi sırasında anlatmış olduğunuz ‘kendini tanrı sanan sufi’ öyküsünü hatırladım birden.
Yanıt: Bu kutsal bir adamın yaşam öyküsüdür ve bütünüyle gerçektir. Sufi, içinde bir ses taşır. ‘Ben tanrıyım’ diyen o ses, gerçekten de tanrının kendisidir. Burada ölçüsü olmayan bir yüksek bilinç düzeyi söz konusu. Bizler o düzeyde değiliz. Çünkü bilinçlilik düzeyine ulaştığınızda aynı zamanda gerçekliğin kendisine de ulaşmış olursunuz. ‘Bilincin kendisiyim’ cümlesi, kendi içinde bir ikilik taşır.
Soru: Onu farketmeksizin kendisi olmak.
Yanıt: Bu bir çemberdir. Onun merkezine milimetrik uzaklıkta olabilirsiniz ancak milimetrik de olsa böylesi bir uzaklık, sizi yolun yarısına geriletir. Merkezde olduğunuzda hem sonda ve hem de başlangıçtasınız demektir. Merkezden bir milimetre uzakta olduğunuzda, merkez merkez olmaktan çıkıverir, bir türlü orgazm olamayan kadın gibi. Ne zaman orgazma yaklaşsa amacından bir adım geri düşer. Asla frijit bir kadınla amacınıza ulaşamazsınız. Bunun için çabalasanız da, onun zihnini ve belleğini arındırsanız da, ailevi sorunlarını çözmesine yardımcı olup onu okşasanız da o kadın hep merkezin bir adım gerisine duşecektir. Peki ya sonunda orgazm olursa: VRRUMMMMM!!! Birdenbire her şey değişiverir. Ancak bu tecrübeyi yaşamamışsanız merkezden uzaksınız demektir. Umutlarınız yitip gider ve yeniden bir sürü çılgınlıkla, yanılsamayla savaşmak zorunda kalırsınız.
Soru: Tibet Ölüler Kitabı’nda ölümün içinden geçen bir ruh, katışıksız ışığın ışımasını görür. Işık öyle güçlüdür ki ondan yüz çevirdiklerinde pek çok farklı suretle ve kötü ruhlarla karşılaşırlar.
Yanıt: Bununla ilgili size bir şeyler anlatayım.
Soru: Dinliyorum.
Yanıt: Oedipus’un çözmesi gereken bir bilmece vardır. Eğer çözemezse sfenks onu yiyecektir. Peki yanıt nedir? Oedipus bunu asla söylemez. Çünkü söylediği anda zaten başarısız olacaktır. Bunun üzerine sfenks onu yemekten vazgeçer ve farklı bir ceza verir; Oedipus babasını öldürür, annesiyle yatar, annesinden çocukları olur ve kendi gözlerini oyarak kör kalır. Çünkü soruyu çözememiştir. Herkes çözümlerden korkuyor. Egonun en büyük paradoksu ebedi olma arzusudur. Ego sfenkse gider ve ölümsüz olmak istediğini söyler. Sfenks de bunun olabilme şartını ölümün kendisine bağlar. ‘Eğer seni yersem ve ölürsen ölümsüz olabilirsin’ der. Ölümsüzlüğünü kazanan ego, istediği her şeye belleğini yitirmeksizin ulaşabileceğini düşünür. Arayış içersine girer. Ancak ortada üzücü olan bir şey vardır. O da egonun aradığı şeye ulaştığında, ulaştığı şeyin ne olduğunu unutmasıdır.
Soru: Yunan tragedyalarında, oldukça eski bir ritüel olan Dionysus şenliklerinden kaynaklı müthiş bir şiddet var.
Yanıt: Evet. O ritüellerde yakılan ateş şaraptır. Şarap, güneş gücünü temsil eder ve aynı zamanda Kundalini devinimidir, cinsellikle bir ikili oluştur. Sonrasında akıl ile birleşir ve Dionysus’u çıkarır ortaya.
Soru: Peki Orpheus nereden geliyor?
Yanıt: Orpheus, şarkı söyleme ihtiyacı duyan bir şairdir, çünkü şarkı söylediği zaman hayvanlar ona zarar vermez.
Soru: Orpheus mitinin eski kaynaklarında, onun Dionysian kültünün sahibi olduğu söylenir. Sonrasında Apollo’nun kurallarına boyun eğerek ona ibaret etmeyi seçmiştir. Bir öyküde, Bacchantes’ler tarafından saldırıya uğrayan Orpheus’un paramparça edildiği ve kafasının bedeninden ayrılarak nehire fırlatıldığı yazar. Fırlatılan kafa, şarkı söylemeye devam etmektedir. Tüm bunların nedeni, Orpheus’un Dionysus’a olan inancını Apollo’ya kaydırmış olmasıdır.
Yanıt: Dionysus Apollo’dur aslında ve Apollo da Dionysus. ‘Onlar, iki ayrı ilkeyi temsil eder’ deseniz de aslında tek ve aynıdırlar. Yaşamın iki çehresi gibi.
Soru: Yin/Yang ile ilişkilendirebilir miyiz bunu?
Yanıt: Evet. 1001 Gece Masalları’nı anlayabilmek için 1001 geceyi tek gece içersinde aramanız gerekir. Eğer tek geceyi bulmak istiyorsanız bu kez onu diğer 1000 gece içersinde aramanız gerekecektir. Birlikte çokluk düşüncesini yakalayabilmek için çoklukta birlik düşüncesine ulaşmalısınız. İkisi de aynı ilkeden türemiştir. Toplumu idrak edebilmek için önce kendinizi anlamalısınız, kendinizi anlamanın yolu da toplumu idraktan geçer. Yalnızlık içersinde yaşayan tek bir aziz yoktur. Sonunda mutlaka insanlığa karışırlar. Azizlik, gizli bir mertebe değildir. Tam tersine bu mertebeye ancak insanlığın orta yerinde erişilebilir. Aziz, dağın zirvesindeki kutsal adamdır. Ve o adam, arkasına aldığı tüm insanlık için çaba göstermektedir. Asla yalnız değildir, sürekli çalışmaktadır.
Soru: Çalışmayı düşünsel olarak mı yoksa ibadet anlamında mı kullanıyorsunuz?
Yanıt: İkisi de. Örneğin Los Angeles’lı iş adamları da sadece parayı düşünerek yaşıyorlar. Yani kendileri için gerekeni yapıyorlar.
Soru: Ya da öyle sanıyorlar.
Soru: Belki. Ancak sonraları bu durumu bir adım daha ileri götürebilmek için çalışmamız gerekecek. İnanç dediğimiz şey tam da budur. Yaptığımız şeye inanmak gerekir. Şu öyküyü anlatarak röportajı bitirmek istiyorum. Meksika’daki horoz dövüşlerinde gagası yere değen horoz dövüşü kaybeder. Ancak bazen, iki horozun da kanlar içinde kaldığı çok şiddetli dövüşler görülür. Gerçek savaşçı horozun gagası, öldüğü zaman yere değil, gökyüzüne doğru bakar. Teknik olarak bahisçiler için bu pozisyonda ölen horoz, aslında ölmemiş ve savaşmaya devam etmektedir. Diğer horoz ise çok kan kaybetmiş ve belki on dakika içinde ölecektir. Ölmüş olsa bile ilk horozun dövüşü kazandığına inanılır. Siz öldükten sonra da fikirleriniz savaşmaya devam edecektir.
Soru: Ölü bedeninize rağmen.
Yanıt: Son saniyeye, hatta daha ötesine dek savaşmayı sürdürmeniz gerekir.
13 Ağustos 2009 Perşembe
Atay ve Tactile Deney
7 Ağustos 2009 Cuma
"Sanatçılar Olarak Yok Edebileceğimiz Hiçbir Şey Kalmadı"
Çeviri: Tan Tolga Demirci
Jodorowsky: Kısa bir süre sonra piyasaya çıkacak albümünüzle başlayalım. Sonrasında daha kişisel konulara gireriz, ne dersiniz?
Manson: Elbette.
Jodorowsky: Albümünüzün adı ‘Eat Me, Drink Me.’ Doğrudan hareketle, bunların İsa’ya ait simgeler oldugunu düşünüyorum. Hergün kilisede olup biten nedir? Katolikler tanrılarını yiyor ve içiyorlar. Bu da onları vampir birer yamyama dönüştürüyor.
Manson: Bunu seveceğinizi biliyordum.
Jodorowsky: Siz, bay Manson, siz bir sembolsünüz. Her zaman makyaj yapıyorsunuz, kimse aslında kim olduğunuzu bilmiyor. İsa, giderek sembolleşen bir ikon oldu. Sizse bunun tersi, yani insan olma yolunda bir sembolsünüz. ‘Eat Me, Drink Me’ derken dünyaya aşkınızı gösteriyorsunuz. Kendinizi sunuyorsunuz. Siz, vampir yamyamlar için bir ziyafetsiniz. Bunu hissediyorum. Kişiliğiniz hakkında konuşurken, baştan aşağı bir mitoloji olduğunuzu düşünüyorum. Her yeni dönem, yeni mitolojilere gereksinim duyar.
Manson: Kesinlikle aynı fikirdeyim. Başkalarından çok daha iyi kavramışsınız durumu.
Jodorowsky: Kendimizi sanatçı olarak dışa vurmak adına dünyayı yok edemeyiz. Tersine, yok etmemiz gereken, tam da bizleriz.
Manson: Neden böyle düşünüyorsunuz?
Jodorowsky: Her dönemde koruyucu melekler, ki burada Artaud, Van Gogh, Nietzsche, Topor gibi insanlardan söz ediyorum, kendilerini, ‘kendiliklerini’ yok ederek sunmuşlardır. Ancak buradaki yok edişin İsa tarzı bir öz yıkımla ilgisi yok. İnsanlar, kiliselerde kendi sembollerini yiyorlar. Oysa sizin durumunuz farklı. Siz, etinizi ve ruhunuzu bağışlıyorsunuz. Peki acı çekiyor musunuz?
Manson: Şu aralar hayır.
Jodorowsky: Oysa albümünüz ‘acı’ taşıyor!
Manson: Kesinlikle! Çünkü aşkımı, yani evliliğimi kaybettim. Sonra başka bir kız sevdim, onun sayesinde kaybettiğim aşkı buldum yeniden.
Jodorowsky: Eşiniz yalnızca Manson sembolüne aşıktı, yoksa sizin gerçekliğinize değil.
Manson: Babam da aynı şeyi söylemişti, onun bana değil, ‘Manson’ düşüncesine aşık olduğunu... Bir yıl öncesine kadar gerçekten kim olduğumu bilmiyordum. Yaratamıyor, yazamıyordum. Adeta büyük bir boşluktaydım. Müzik yapmaya çalışıyordum ancak olmuyordu. Yalnızdım. O da yanımda değildi, çalışıyordu, kendi kariyeri ile meşguldü. 6 ay sonra kendimi gerçek anlamda araştırma yoluna gittim. Önceleri bir sonuca ulaşamadım. Gerçekten de kim olduğumu bilemiyordum.
Jodorowsky: Simyanın tanımı tam olarak nedir? Özdeğin ruhanileştirilmesi ve ruhun maddeleştirilmesi... Böylelikle altta olan ‘şey’, üstte olan ‘şey’e benzer; iblis, dünyaya düşen bir melekken, melek de cennete yükselen bir iblis oluverir.
Manson: Neden bu adamı sevdiğimi anlayın!
Jodorowsky: Birkaç yıl öncesine kadar ne zaman Amerika’da birileri kötü bir şey yapsa, bu Marilyn Manson’un hatası olarak kabul edilirdi. Bir şeyler değişti mi bari?
Manson: Kişisel hayatımda da öyledir. İnsan olarak hep suçlanan kişi oldum. Her şey benim hatam olarak gösterildi. Kötü şeyleri çeken bir mıknatıs gibiydim. Bir dizi felaket geldi başıma. Hiçbir şey yolunda gitmedi. O günler içersinde Amerikalılar beni az da olsa unutmuşlardı. Ancak öyle hissediyorum ki bu albümle yeniden bana dönecekler. Yaptığım şey bütünüyle insani ve artık daha da esrarengiz. O yüzden ciddiye alınmalı.
Jodorowsky: Kabbala inancında bir söz vardır: “Her düşüşten bir çıkış yarat” diye... Albümünüzü dinledim. Bir dramatik duyum alıyor ve tıpkı simya gibi, onun yıkıcı imgesinin altından yapıcı, felsefi bir sonuç çıkarıyorsunuz. Söyleyin bana, dünya ne durumda şimdi? Tam anlamıyla mahvolmuş. Asla ona saldıramıyoruz. Çünkü saldırmamız gereken şey, tam da bizleriz.
Manson: Aynı fikirdeyim.
Jodorowsky: Artık herkes kurban. Sanatçılar olarak yok edebileceğimiz hiçbir şey kalmadı.
Manson: Bu albüm aracılığıyla tek bir şey söylemek istedim ve şimdi size de aynı şeyi söylüyorum: ‘Ay yeniden doğmakta...’
Jodorowsky: Bu çok ilginç. Çünkü binlerce yıldır ana tanrıçayı unutmuş durumdayız. Hala eski erkek tanrılara tapıyoruz. Yaşadığımız felaket, erkek egemen düşüncenin bir sonucu. Oysa siz, bu albümle, ‘kadınlık’ hakkında konuşuyorsunuz, içinizdeki büyük tanrıça ile dışa vuruyorsunuz hissettiklerinizi. Sizi ilk kez televizyonda gördüğümde oldukça heyecanlandım ve kendi kendime şöyle dedim: ‘Ne olağanüstü bir yaratık gülüşü bu!’ Ve benimle yüz yüze geldiğinizde, bir yönetmen olarak yönetmen istediğim tek oyuncu olduğunuzu anladım.
Manson: Sizinle bir film projemiz var. Onun gerçekleşmesini çok isterim.
Jodorowsky: Hala zaman var, eğer adına tanrı dediğimiz sırrına erişilemez olan o ‘şey’ bana hayat verirse elbette...
Manson: Orada olacağım!
Jodorowsky: 60’lı yıllarda, benim de içinde bulunduğum Panik Hareketi, seyircileri şok etmek adına kan, çıplaklık ve çılgınlıklar organize ederdi. Siz de şovlarınızı aynı ruhla yapıyorsunuz öyle değil mi?
Manson: Kesinlikle. Bu her zaman yapmak istediğim şeydi. Şimdilerde daha da istiyorum. Tüm gösteri dünyası standartlaştı, sıradanlaştı. Şov için bilet almanız yeterli hale geldi... Benim anlayışımda şovun ne zaman başladığını hiçbir zaman bilemezsiniz ve o şov sonsuza dek devam eder. Böylesi çok daha korkunç. Bu arada merak ediyorum. İnsan vücudundan bir parça değiştirmeniz gerekseydi bu hangisi olurdu?
Jodorowsky: Beyin! Şu üçünden başlayarak dört parçadan oluşan bir beyin tasarlamak isterdim: Sürüngen soğuk kısım, emosyonel beyaz cevher ve entelektüel korteks... Onları kafatasına sığdırmak için akordeon misali katlardım. Ve elbette bunların dışında, mutlak telepatik enerjiden oluşan dördüncü parçayı da diğer parçalar arasına eklerdim.
Manson: Harika! Ben de iki ağıza sahip olmanın güzel olabileceğini düşünüyorum. Aynı anda yemek yiyip konuşmaya vaktim olmadığından, iki ağız müthiş olabilirdi.
Jodorowsky: Bunu sevdim! (ensesinin arkasına dokundurarak) İkincisini de buraya koyardınız değil mi?
Manson: Kesinlikle. Daha iyi öpüşmek için daha çok ağıza gerek var!
Jodorowsky: Yalnızken neler hissediyorsunuz? Çünkü aslında iki kişiden oluşuyorsunuz: Sembol olan ve insan olan Manson; şöhretli ve insanlara kapalı olan Manson. Peki öyleyse, insanlara kapalı Manson nasıl yaşıyor?
Manson: Bu albümü yaptığımda çok şey farkettim. Yakın arkadaşlarım bir yana, pek az insan benim aslında kim olduğumu bilir. Normal olan da budur. Asla gerçek kimliğimi yaptığım işe sızdırmadım. Oysa bu albüm tam da beni anlatıyor. İlk şarkıyı dinleyin, şu sözlerle başlıyor: “6.am. Yılbaşı günü...” Bunu yılbaşı sabahı yazmış ve tüm gün boyunca söylemiştim. Sonra da onu, ‘insanlara kapalı olan’ Manson’a adadım.
Jodorowsky: Bu yüzden de bu albüm diğerlerinden çok daha zengin bir içeriğe sahip! Onu ikizinizle birlikte yaptınız.
Manson: Teşekkürler!
Jodorowsky: Bu arada o kadar çok iblisten söz ettik ki... Hiç onunla karşılaştınız mı?
Manson: O benim içimde, belki de benim ikizim.
Jodorowsky: İblis egodur. Ego, zaruri, sonsuz ve müebbet varoluşu içerir. Onun kapsandığı kutu, açık ya da kapalı olabilir. Bir politikacıyı örnek olarak düşünün... Politikacının gerçek kendiliği kutunun içindedir. Sınırlıdır. Sizin içinse durum farklı. Siz kutuyu açıyorsunuz ve gerçek kendiliğin çıkmasına izin veriyorsunuz. Sonra ona bir ses veriyor ve sahip olduğunuz sınırları zorluyorsunuz. Günün birinde Manson kostümünü çıkarıp gömeceksiniz. Daha sonra da kendinizi bir gün ve bir geceliğine kostümsüz, makyajsız, sadece kendinizi bulmak adına hapsedeceksiniz. Mümkün mü sizce bu?
Manson: Yeni klibimde makyaj yapmıyorum. Ayrıca oldukça ilginç bir seks sahnesi çektik. Yataktaki kızla benim üzerime yağmur yerine kan yağıyor. Kendinizi tam anlamıyla kalbin merkezinde hissediyorsunuz
Jodorowsky: Bence sıçanların testislerinizi yalayıp yuttuğu bir Manson klibi çekilmeli.
Manson: Yok, teşekkürler. Hiçbir sıçan testislerimi kemiremez.
Jodorowsky: Sıçan vampirik bir hayvandır; insandan daha akıllı ve güçlüdür. Taşaklarınızı yiyen bir sıçan, aynı zamanda spermlerinizi de yemiş olur. Bu durum, sıçanları kutsal birer kaseye dönüştürür. Midesi Manson’un spermleriyle dolu fareyi oraya buraya savuran bir papa görüntüsü hayal ediyorum! İşte benim çekeceğim klip!
Manson: Sayenizde her şeyi içselleştirdim! Kendi dünyamı yarattım!
Jodorowsky: Yapmanız gereken de bu. Normal insanlar gibi davranmaya zaman yok. ‘Yıkarken inşa et’ diyen yaşlı bilgenin sözünü dinlemelisiniz. Hayvanların kendilerini korumak için türlü yolları vardır. Siz de ‘şeyleri’ değiştirmek, kendinizi kurtarmak ve saldırıya geçmek için seçim yapmalısınız... Dünyaya karşı yengin olmanın tek yolu, insanın kendi derinlerine ulaşmasından geçer, tam da bu albümde yaptığınız gibi. Pekala sevgili Manson, son olarak, en sevdiğiniz filmim hangisi?
Manson: ‘The Holy Mountain...’
Jodorowsky: Bunu duyduğuma sevindim. O filmi çekerken çok acı çektim. Ne yapmak istediğimi kimse anlamadı. Sonuca ulaştığımda ise büyük bir mutluluk yaşadım. Bu arada filmlerimin gösterimini biraz da size borçluyum. Benim hakkımda gazetelere verdiğiniz demeçlerden sonra nereye gidersem gideyim, filmlerim hakkında hangi ülkelerde konferans verirsem vereyim, gotik gençlerden oluşan bir grup, beni görmek için hep orada oluyor.
Manson: Beklenen de bu, bize akıl almaz sözler zikreden tek insan sizsiniz.
Jodorowsky: Pekala... Hoşça kalın. Şimdi vereceğiniz konsere gidiyorum, harika bir gün oldu. İlk rock yıldızımla röportajımdı bu.
Manson: Çok teşekkürler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)