Eski bir televizyon istasyonu. Sıcaklık 18 derece. Kadife kurusu paçalarını çizmelerinin içine sokan kadınlar geçiyor önümden. Üzerinde görüntü sinyallerinin kuruduğu kağıt duvarlardan gelen yağlı çörek kokuları... Nesnelerin kansız refleksleri, tuhaf bir üst üste yığılmışlık duygusu yaratıyor.
Nefesini tutarak yerini sabitlemiş güneşe dönüyorum. Yüzüm kızarıyor. Ölü zamandan kopmuş bir kıymık parçası, kalp atışlarım arasına girerek kendini yontmak istiyor. İzin veriyorum. Patlamak üzere olan 'sıkıntı' sözcüğünden, eskilere ait bir şarkı sıyrılıveriyor. Şarkının yüzeyinde, bata çıka ilerlemeye çalışan sayısız kadın yüzleri...
Kız kardeşim, medya istasyonunun sahibi. Eteğinde kelebek ölüleri taşıyor ve içinde yaşattığı her boşluğa, kemiksiz bacaklarıyla uzun süreler bağdaş kurabiliyor. Sürekli hiçbir erkeği sevemediğinden şikayet ediyor. Tüm bunları söylerken asla yüzüme bakmıyor ve olmayan bir aynanın önünde, uzak ülkelerden aldığı yeni elbiseleri deniyor. Hepsinin üzeri kanlı. Hepsinin üzerinde badem kırıntıları. Sonra başka bir kız giriyor odaya. Ayaklarının dibinde koyun ölüleri. Sütyeninin içinde iki sap pamuk helva. Kız kardeşime aldırış etmeksizin bana doğru yaklaşıyor ve hayatımda ilk kez taktığım mavi kravatın ucundan tutarak yamuk attığı adımları eşliğinde beni diğer odaya sürüklüyor. Annesinden söz etmeye başlar başlamaz ojeleri çatlıyor kızın. Yüzündeki acı ifadesi, giderek kaynağı belirsiz bir gülümsemeye dönüşüyor. O an buluta giriyor güneş ve şeytan minareleri yağmaya başlıyor üzerimize. Annemin, anneliğinin otuzuncu yıl dönümünde armağan ettiği şemsiyeyi açıyorum. Küflü minareler, şemsiyenin yamalı yüzeyine çarpıp paramparça oluyorlar.
Sıkıntı, yalnızca kendisine bölünerek çoğalan bir kadını çağrıştırıyor. Arkadaşım olduğunu iddia eden insanlar geçiyor önümden. Hepsinin kulağında, ince bakırdan yapılma iletken kulaklıklar. Başlarını sağa sola sallayarak dans ediyorlar. Birbirlerine, kahkaha halindeyken tıkalı kalmış yüzlerini ödünç veriyorlar. İçlerinden biri, kendisi için hazırlanmış olduğu her halinden belli, gelecek yüzyıldan kalma ahşap bir koltuğa oturarak bacak bacak üstüne atıyor ve çözülmüş olan ayakkabı bağını işaret ederek önünde diz çökmemi istiyor. Sonra da olmayan garsona dönüp yarım bardak limonata sipariş ediyor. Dediğini yapıyorum kızın, önünde diz çöküp, üzerinde miki çıkartması olan nubuk ayakkabısını bağlıyorum. Ellerim kurum içinde kalıyor. O sırada annemin sesi patlıyor kulaklarımda: 'Ellerini hiçbir yere sürmeden doğru banyoya!'
Banyoyu arıyorum, bulamıyorum. Her yerde kız kardeşimin bisküvi maketleri. Her yerde sevişen hademeler. Her yerde düşük yapan resim seçiciler. Her yerde spermiyle kablo yapıştıran ses teknisyenleri ve her yerde kendilerine rağmen var ettiğim kadınlar. Sıcaklık 18 derece.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder