* Her defasında kısa filmin öyküye, uzun metrajlı filmin romana benzediğini varsayan düşüncenin tutarsız olduğuna; çok katmanlı 'zaman' kavramının, türleri oluşturan standart klişelerin üzerinde algılanması gerektiğine ve rasyonel zaman algısının biçimsel düsturu referans alınarak türler arasında yapılacak bir benzeşme ya da ayrışmanın olanaklı olmadığına inanıyorum.
* Lautréamont'un olağanüstü eseri Maldoror'un Şarkıları'ndan (Les chants de Maldoror, 1874) kısa bir film çıkıp çıkamayacağı olasılıklarını hesaplarken bir başka yönetmenin (Shûji Terayama) aynı isimli filmiyle (1977) karşılaştığımda Lautréamont'un şu sözü geldi aklıma: "Acıklı bir efsanedir yanılgı."
* Öykünün kendisini filmin biçimine dönüştürmeyi başarabilmiş bir kısa filmde imgenin ikinci boyutunu yakalayabilme şansınız da yükselir.
* Juraj Jakubisko'nun 'The Drummer For The Red Cross' isimli kısa filmi, rüzgarın azizliğine uğramış bir dal sigara gibi hızla yanıp tükenen ve geriye düşünceden sonsız izler bırakan bir film.
* Kısa film izlemek, zamanı harcayarak geri kazanmaktır.
* Kant'ı Sade'la okumak mı yoksa Rodin'in Düşünen Adam'ını (The Thinker, 1902) Jensen'in Gradiva'sıyla (1902) buluşturmak mı diye sorsalar, ilkinin duruma göre katlanılabilir olduğunu ancak ikincisinin organize-sahte bir buluşmadan öteye gidemeyeceğini söylerdim. Tam da bu yüzden Leos Carax'ın son kısa filmi Gradiva'yı (2004) izlediğimde içimi kaplayan hoşnutsuzluğun nereden kaynaklandığını çok iyi biliyordum.
* 'Parça'nın 'bütün'e kıyasla kendine has stratejik bir ayrıcalığı olduğunu savundum hep. Hatta diğer parçalardan daha küçük bir 'parça'nın, diğer bütünlerden çok daha 'bütün' bir kavrama, düşünceye ya da yaşantıya hizmet edeceğine, giderek onun temsili olabileceğine inandım. Bu yüzden çektiğim her kısa filmi daha da ayırdım parçalarına.
* İzlediğim uzun metrajlı filmlerin bazısını yıllar içerisinde kısa metrajlı olarak hatırlıyor olmamın bir anlamı olmalı! Bu tuhaf bellek sürçmesinin kanıtlarından biri de Juraj Herz'in 'Cremator' filmi. Giderek metrajı daha da kısalan bu filmde eksilen Şey'in ne olduğunu hala anlayabilmiş değilim.
* Kısa film ve kısmi dürtü arasındaki benzerlik, doyumsuzluktan olacak, dönüp dolaşıp yeniden izlediğim kısa filmlerin niçin 'katharsis'den uzak bir anlatı katmanına sahip olduklarının da kanıtı.
* 1993 yılında ve ilk kez 'British Council' desteğiyle izlediğim Bunuel'in 'Un Chien Andalou' filmi, sözcüklerin ve spekülasyonların ardında yitip gitmesiyle bende hala yarım kalmış bir ilişki ve kısmi bir tatmin duygusu uyandırır.
* Kendini kısa filmden korumak için kısa film çeken yönetmenler var. Türkiye'de son yıllarda hızla çoğalan 'kes-yapıştır' özellikli sözde minimalist kısa filmler, bu virütik salgının en doğrudan kaynağı.
* Jean Cocteau, 'Le sang d'un poète (1932)' yapıtıyla sürrealist kısa film geleneğine dişil özelliklerini kazandıran ilk yönetmen. Cocteau'nun filmi, 'kadın'ı aşarak kadınlığa ulaştığı bu şiirsel söylemiyle zaman içerisinde yalnızca zamansızlığa sığdırabildi kendini.
* 1970-1990 yılları arasında çekilmiş pek çok Fransız filmini dört parçaya ayırarak birer kısa film-sekansa dönüştürmek mümkün; masa başı sohbetleri, yatak üstü sohbetleri, mezarlık önü sohbetleri ve jenerik.
* 'Issız Ada' konulu anketlere bir yanıt da ben ekleyeyim; ıssız bir adaya düşseydim eğer, yanımda götüreceğim tek kısa film, Hans Petter Moland'ın 'United We Stand (2002)' çalışması olurdu. Sıradan bir yaşamı, ansızın kendini görünür kılan bir detayla parçalayarak anlamlandıran bu film, 'doğrudan siyasi' bir söylemle sırılsıklam ideolojilerini pazarlayan politik filmler için de iyi bir alternatif şüphesiz.
* Kısa filmlerin en kısa kenarı, her bir notanın ardışık planlara dönüşerek görsel bir müzik ve plastik bir senfoni ürettiği soyut filmler (1920-1945) olmalı. Sinema sanatının gelebileceği son noktayı onlarca yıl öncesinde görüyor olmak, Einstein'ın teorilerini anımsatan eklektik bir zaman duygusu yaratıyor.
* Man Ray'in erken dönem kısa filmleri (1923-1929), beni her an ultrason ekranında izlediğim duyumsamasına iten ve doğumu sürekli ertelenen birer yanıt gibi.
* Kısa filmde katharsis, bir fıkranın son cümlesine benzer; kahkahanın dozu, kurgunun duyarlılığıyla doğrudan ilgilidir.
* Antonin Artaud'nun senaryosundan uyarlanan Germaine Dulac imzalı 'La coquille et le Clergyman, 1928' filmine dönemin sürrealistleri tarafından yapılan saldırıyı anlaşılır kılmak neredeyse imkansız. Öyle ki adı geçen film, bilinçdışının işleyiş mekanizmalarını ve onun özne temsillerini olabildiğince dramatik bir oedipal üçgene sığdırabilmeyi başarmış ilk filmdir.
* Odak noktasına Brecht'in epizodik kurgusunu yerleştiren filmlerin ayrıcalığı, onların çok sayıda kısa filmden oluştukları yanılsamasıyla yakından ilgilidir ve bu açıdan bakıldığında R. W. Fassbinder'in 'Die Niklashauser Fart (1970)' ve Godard'ın 'Week End (1967)' filmleri her şeyden önce süresi giderek uzayan birer kısa filmdir.
* Freudian psikanalizin en ortodoks söylemiyle dahi devrimci bir izleğe dönüştüğü Svankmajer filmleri, kısa film ve rüya arasındaki çok katmanlı ilişkiyi nesnenin haz ilkesi üzerinden formüle eder. Anlamlandırma önceliğini izleyici safında ikincil kılan bu formülasyon, bir filmi sevmek için onu anlamanın koşul olmadığı gerçeğini de meşrulaştırır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder