Camgöbeği rengiyle yapay olduğu izlenimini veren ve nerede olduğunu bilmediğim bir denizdeyim. Dev bir yatın yanı başında, belime sıkı sıkıya bağlı bir can simidinin yardımıyla batmadan duruyorum. Etrafta herhangi bir kara parçası olduğuna dair en ufak bir işaret yoksa da bu durum bende zerre kadar bir kaygıya neden olmuyor. Gökyüzü masmavi bir fırçayla boyanmış gibi, alabildiğine berrak. Bu mucizevi atmosferin sonsuza dek sürmesini istiyorum ama tam o sırada suyun derinlerinden bana doğru yaklaşmakta olan dev bir köpek balığı görüyorum. Panikle yata doğru yüzmeye başlıyorum. Belimdeki simit kulaç atmama engel oluyor. Ondan kurtulmak istesem de bedenime o denli yapışmış ki sanki bana ait bir organ olmuş! Yaklaşmakta olan köpek balığından kaçamayacağımı anlayıp gözlerimi sıkıca kapıyorum. Bir süre kapalı kalan gözlerimi yeniden açtığımda beyaz köpek balığının anneme dönüşmüş olduğunu görüyorum. Turuncu bir bone ve koyu mavi tek parça bir mayoyla yanımda beliren anneme sarılmakla beni korkuttuğu için onu boğmak arasında derin bir çatışma yaşıyorum. Sanki ayakları yere basıyor annemin, suyun üzerinde durmaya dahi çalışmıyor. Mayosunun sırt bölgesinden çıkardığı bir tomar kağıdı bana uzatarak ev ödevlerimi yapmam gerektiğini aksi taktirde şiddetli bir fırtınanın evimizi alabora edeceğini söylüyor. Bu uyarıyı öylesine ciddiye alıyorum ki kağıtları alıp yata doğru sırtüstü yüzmeye başlıyorum. Güneşin arkasında kaldığı ve giderek siyah bir siluete dönüşen annem, attığım her kulaçta biraz daha uzaklaşıyor benden. Bu muhteşem 'ayrılık öyküsü'nü keşke kameraya çekseydim diye düşünürken, sırtüstü yüzdüğüm için olacak, kafamı sertçe yatın ahşap gövdesine çarpıyorum. Panikle doğrulup, iki kulaç ötemde duran merdivenlere tutunarak kendimi ilk basamağa çıkarıyorum. Belime sarılı olan can simidinin üzerinde Sovyetler Birliği devlet başkanlarından Leonid İlyiç Brejnev ile Hülya Avşar'ın el ele tutuştukları temsili bir çıkartma var. Avşar, militarist çizgileri olan bir kostüm giyinmiş. Brejnev'in üstü çıplak, altında ise lacivert bir şort ve parmak arası terlikler görüyorum. Bu pop-politik sahneye daha fazla dayanamayıp simidi belimden aşağı doğru sıyırarak çıkarıyorum. Sonra da tıpasını sökerek içindeki havayı boşaltıyorum. Müthiş kötü bir koku yayılıyor etrafa; çürük şeker yedirilmiş kanserli ağız kokusu ya da üzerine yemek artığı bulaşmış kaportacı önlüğü gibi! Bu iğrenç kokudan başım dönmüş bir halde annemin verdiği kağıtları gözden geçiriyorum. Fakat ortada yanıtlamam gereken bir soruya ya da yapmam gereken bir ödeve rastlamıyorum. Dört adet kağıdın ilk üçünde, Çarşamba akşamı Dorock Bar'a gitmiş olan kadınların boy, kilo ve ayakkabı numaraları yazıyor. Son kağıtta ise KLM adında piyasaya yeni sürülmüş bir arabanın reklam metnini okuyorum. Saatte 900 kilometreye kadar çıkabilen bu arabanın yalnızca sarı renkte üretildiği ve promosyon gereği bir ay boyunca yirmi bin liradan satışa sunulacağı yazıyor. O an bu muhteşem arabaya bir an önce sahip olmam gerektiğini düşünüyorum. Merdivenlerden çıkıp kaptan köşküne giriyor ve koca yatı tıpkı bir arabayı çalıştırır gibi çalıştırarak mavi sularda yol almaya başlıyorum. Bir süre sonra kaptan köşkünün kapısı açılıyor ve içeri 30'lu yaşlarda, vücudunda gram yağ bulunmayan, turuncu boneli, koyu mavi bikinili bir kadın giriyor. Onun güzelliği karşısında gözlerim fal taşı gibi açılıyor. Ne var ki yüzünden öfke boşalan bu kadın, onu başkalarıyla aldattığımı, gözleriyle görmese bile bunu hissettiğini ve eğer gerçekleri açıklamazsam beni polise ihbar edeceğini söylüyor. Deniz hayli sakin de olsa bu asılsız suçlamalardan sonra geminin dümenini kontrol etmekte güçlük çekiyorum. Bir yandan dümenle uğraşıp diğer yandan kadına suçsuz olduğumu kanıtlamaya çalışıyorum. Ne kadar dil döksem de kadının giderek büyüyen öfkesine engel olamıyorum. Bikinisinin göğüs bölgesinden annemin verdiği kağıtları çıkarıyor ve Çarşamba günü o bardaki tüm kadınlarla kilo ya da boy aralığı gözetmeksizin yattığımı, bunun affedilemez olduğunu ve bana günümü göstereceğini söylüyor. Kadının son sözlerinden sonra geminin dümeni kitleniyor. Ne yaparsam yapayım dümeni hareket ettiremiyorum. Öfkesinden ani bir manevrayla sıyrılan kadın, bu zavallı halime sarsıla sarsıla gülmeye başlıyor. Attığı her kahkahada bikinisinin altından kendini belli eden klitorisi biraz daha şişiyor. Durmaksızın gülüyor kadın, nefesi kesilecekmiş ya da aniden ağlamaya başlayacakmış gibi. O an annemi özlediğimi, hem de çok özlediğimi, onu kırmış ya da üzmüş olduğum için bu aşüfte kadını çekmek zorunda kaldığımı düşünüyorum. Sonra da denizin ortasında işleyeceğim bir cinayetin kayıtlara geçmesinin mümkün olmayacağına kendimi inandırarak onu öldürmeye karar veriyorum. Ancak yine de bu kararımdan duyduğum şüpheyle yat telefonundan avukatımı arayıp denizin ortasında birisini öldürmenin suç olup olmadığını soruyorum. O da eğer deniz sakinse, sosyal demokratlar hala muhalefetteyse ve saatler bir saat geriye alınmadıysa cinayetin kesinlikle suç kapsamına girmeyeceğini söylüyor. Kendisine teşekkür edip telefonu kapatıyor ve kaptan köşkündeki en büyük dolabın üst çekmecesini açıyorum. O sırada kadın söylenmeye, bağırıp çağırmaya devam ediyor. Anneannemin çeyizinde gelen ancak 1980'lerin ortasında yaşanmış talihsiz bir kazayla camı kırılan gaz lambasını çıkarıyorum çekmeceden. Lambanın altında: 'Gaz kaçağı halinde sevişme vanasını kapatıp itfaiyeye ihbarda bulunun' yazıyor. Lambayı sağa sola çevirip sevişme vanasını arıyorum. Bu süreçte hız kesmeksizin konuşan kadın, işe yaramaz bir adam olduğumu, onunla sevişmeyi hak etmediğimi, burcuma uygun davranmadığımı ve böyle giderse kendiliğinden kısır olacağımı söylüyor. O an, ani bir hamleyle elimdeki camı kırık lambayı dırdır etmeyi sürdüren kadının boğazına saplıyorum. Lafı yarıda kesiliyor, gözbebekleri büyüyor, dudakları titriyor, burun kanatları daralıyor, vücudu kasılıyor ve boğazından fışkıran kanla doluyor lamba. Yığılıyor olduğu yere ve son bir kez konuşuyor, güçlükle: 'Ödevlerini yapmayı unutma, yoksa şiddetli bir fırtına alabora edecek evimizi.' Tam cümlenin bittiği yerde gerçekten de şiddetli bir sarsıntı oluyor, düşmemek için son anda tutunuyorum dümene. Doğrulup bakıyorum ki Fenerbahçe yat limanına yakın bir yerlerde karaya oturmuşum. Sahil kenarında bir kalabalık toplanmış. Kalabalığın ortasında bir gelin arabası. Arabanın markası KLM. Yirmili yaşlardaki damat arabanın yanında, elinde mikrofon. Evlenmek için paraya ihtiyacı olduğunu, aksi taktirde kızı ve arabayı ona vermeyeceklerini söylüyor. Arabanın hemen yanında koca bir domuz kumbarası. Gelen giden domuzun kıçına para tıkıştırıyor. Damat, minnet dolu gülümseyişlerle insanların yardımlarını kabul ediyor. Domuz kumbaranın hemen yanına koyu mavi gelinliğiyle çömelmiş altmış yaşlarında bir kadın, yüzünden düşen bin parça, turuncu kumbaranın üzerine altın harflerle yazılmış 'Çeyiz Sandığı' ibaresine bakıyor. Bu mutsuz aile tablosuna daha fazla dayanamayarak yatı geri vitese takıp motorlara güç veriyorum. Birkaç küçük sandalı çiğneyerek de olsa sonunda limandan çıkmayı başarıyorum.
29 Eylül 2013 Pazar
26 Eylül 2013 Perşembe
10 Eylül 2013 Salı
10 Eylül 2013 - Rüya
Beyoğlu'nun içerlek barlarının birindeyim. Karşımda kadın oyuncu M.T. var. Hayli sıkılmış olduğunu Arjantin birasının içinde yüzdürdüğü işaret parmağından anlıyorum. Ona her şeyin yolunda olup olmadığını sorduğumda bana artık ünlü bir oyuncu olduğunu, böylesi salaş mekanlara takılmadığını ve sırf ben rica ettim diye geldiğini itiraf ediyor. İçten gibi görünen bu sahtekar itiraf karşısında öfkeme yenik düşüp ona gerizekalılar için çekilen dizilerde oyuncuymuş gibi yapmanın nasıl bir duygu olduğunu soruyorum. Hayli erkeksi bir kahkaha atıyor M.T. ve cebinden cüzdanını çıkarıp masanın üzerine koyuyor. Sonra da böbürlenerek o diziler sayesinde kısa süre içinde iyi para kazandığını ve yakında Çekmeköy'e taşınacağını söylüyor. Cüzdana dikkatle baktığımda üzerine benim ad ve soyadımın baş harflerinin işlenmiş olduğunu görüyorum. O sırada mekanın garsonu geliyor ve hayran tavırlarla tişörtünü çıkarıp M.T.'den sırtına imza atmasını, atacağı imzanın karaciğerini iyileştireceğini söylüyor. Adamın sırtındaki içi irin dolu kocaman, patlıcan moru sivilceler dikkatimi çekiyor. Bu iğrenç görüntüye aldırmayan M.T. çantasından çıkardığı kırmızı tebeşirle adamın sırtına kocaman bir imza atıyor. Atılan imzanın bana ait olduğunu görür görmez M.T.'ye bu yaptığının sahtekarlık olduğunu, ismimi kullanarak insanların bedenini işgal ettiğini ve ona bunun hesabını ödeteceğimi söylüyorum. O sırada yan masaya bırakılmış gazetedeki bir haber ilgimi çekiyor. Çekimlerine henüz başlanan bir filmle ilgili haberin alt başlığıysa 'Sürreal Ev.' O an müthiş bir haset duygusuna kapıldığımı hissediyorum. Benden önce birilerinin kalkıp da içinde 'sürreal' sözcüğü geçen bir film çekmesinin affedilemez olduğunu düşünüyorum. M.T.'nin sıkıntı dolu yüzüne aldırmadan haberi okumaya devam ediyorum. Filmin 28 yaşında bir kadın tarafından çekildiğini, konusunun sürpriz olduğunu ve II. Sürrealist Hareket'i yaymayı hedef aldığını öğreniyorum. 'II. Sürrealist Hareket ne demek' diye düşünürken, haberin sonundaki fotoğrafta çitlerin içinde oldukça sevimli bir kır evi görüyorum. Çitlerin üzerine Neon ışıklarıyla ve büyük harflerle 'SÜR REALİZM' yazılmış. 'Sür' sözcüğünün, 'realizm' sözcüğünden ayrı yazılmış olduğu dikkatimi çekiyor. O an, içimdeki ajanlık duygusuna yenilerek filmin çekimlerini izlemeye karar veriyorum. M.T.'ye önemli bir işim çıktığını ve o aptal dizilerde oynamaya devam ederse bir daha onunla görüşmeyeceğimi söylüyorum.
Bardan çıkar çıkmaz bulunduğum mekan, gitmem gereken film setine dönüşüyor. Göztepe Özgürlük Parkı'nın ortasında ve tam da gazete haberindeki ev fotoğrafının bahçesinde kurulmuş olan bu film setini gizlice izlemeye başlıyorum. 'Master Shot' usulü çekilen sahnede ayrılık konuşması yapan 30'lu yaşlarda ve etine dolgun bir adam ile bu dramatik konuşmayı ciddi anlamda karikatürize eden bir de folklor grubu görüyorum. Adam, kameraya bakarak şöyle söylüyor: 'Senden ayrılıyorum çünkü bakışlarının uzayda kesiştiği nokta, zavallı annemin mezarı.' Bu repliği inanılmaz etkileyici buluyorum. Filmin yönetmenine duyduğum haset giderek artıyor. Bu arada sahnedeki aktör, duygusal ayrılık konuşmasını sürdürürken rengarenk giysilerle donanmış folklor ekibi, onun çevresinde dönerek dans ediyor. Bu absürt sahne, folklor ekibinin dönüş hızını artırmasıyla birlikte devasa bir film perdesine dönüşüyor. O an kendimi kalabalık bir sinema salonunda ve filmin bitmiş halini izlerken buluyorum. Sağ yanımda Pat Benatar'ın 'Love Is A Battlefield' isimli şarkısına çekilen klipte anlık görünen -tam olarak ikinci dakikasında- sarışın kız oturuyor. Sol koltuğun sırt yaslama bölümündeyse, bir A4 kağıda koca puntolarla yazılmış 'Bakireler İçindir, Yaslanmayın' ibaresi dikkatimi çekiyor. Etrafla ilgilenmeyi bırakıp filmi izlemeye devam ediyorum. Evin oturma odasında geçen sahnede, yirmili yaşlarda bir kızın bordoya çalan koyu kırmızı bir kanepede uyuyor olduğunu görüyorum. Bir süre sonra hiçbir dış uyaran olmamasına rağmen uyanan kız, yerden aldığı hamam tasının içine simsiyah kusmaya başlıyor. Yüzünde hiçbir acı belirtisi taşımayışını onun sağlıklı bir cinsel hayata sahip olmasına bağlıyorum. Sonra da bu bağlantıyı nasıl kurabilmiş olduğuma hayranlıkla şaşıyorum. O sırada kızın bulunduğu odanın kapısı meçhul biri tarafından sanki kırılacakmış gibi yumruklanıyor. Kız, kanepeden kalkıp kapıya doğru yürüyor. Bu süreçte odanın duvarına asılmış iki dev portre fotoğrafı dikkatimi çekiyor. Yan yana durmakta olan ilk portre, çatlamış sol gözlük camına yara bandı yapıştırılmış olan Leon Trotsky'ye ait. Ancak fotoğrafın altında daktilo harfleriyle 'Bu bir Trotsky değildir' yazıyor. Filmin, Magritte'e ucuz bir gönderme yaptığını düşünerek biraz olsun haset duygumu bastırıyorum. Sonrasında Alain Robbe-Grillet'nin, 'La Belle Captive' isimli filminde Magritte'e benzer bir gönderme yaptığını hatırlıyorum. Duyduğum haset yeniden doruğa çıkıyor! Duvardaki ikinci portre ise astronot Neil Armstrong'un cesedine ait. Bir krematoryum fırını önünde çekilmiş fotoğrafta tam tekmil uzay elbiselerinin içinde tabuta konmuş ve yakılmayı bekleyen Armstrong'u görüyorum. Tüm bu göstergelerin anlamını düşünürken kız çalmakta olan kapıyı nihayet açıyor ve korkunç bir çığlık atarak odanın içinde koşmaya başlıyor. Bir el süpürgesi de onu kovalıyor. Kendi kendine hareket eden bu süpürgeyi annemin yaklaşık 20 sene önce Kapalı Çarşı'dan aldığı süpürgeye benzetiyorum. Uzun bir kaçma kovalamadan sonra süpürge nihayet kızı yakalamayı başarıyor ve kendini onun poposuna vurarak anlamadığım bir nedenden dolayı cezalandırıyor. Canı yanan kızın çığlıkları, kısa süre içinde haz dolu inlemelere dönüşüyor. Her süpürge şaplağı, onu tedricen şiddetli bir orgazma ulaştırıyor. Kamera kızın yüzüne yavaşça yaklaşırken akan yazılarla birlikte filmin bitiş jeneriği başlıyor. Yönetmenin 'İlyas' isminde biri olduğunu görüyorum. Bu ismi, filmin olması gereken kadın yönetmeniyle bağdaştıramıyor ve yanlış filmi izlediğim sonucunu çıkarıyorum. Bu durum öylesine yüklü bir öfke nöbetine neden oluyor ki sağ yanımda oturmakta olan sarışın kızı saçlarından tutup yerde sürüklemeye başlıyorum. Salondaki kimse bu şiddet dolu davranışıma aldırış etmiyor. Can havliyle elimden kurtulmaya çalışan kız, anlayamadığım biçimde 'I'm not her! I'm not her!' diyerek bağırmaya başlıyor. Onu dinlemeyi reddederek salonun çıkış kapısına kadar sürüklüyorum. Tam o anda yerde debelenmekte olan kıza karşı müthiş bir bağışlama arzusuyla dolup taştığımı hissediyorum. Yere çömelip onu çenesinden tutarak yüzünü kendime yaklaştırıyorum. O sırada öylesine şefkat dolu baktığımı hissediyorum ki onun gözünden kendime duyduğum hayranlığı gizleyemiyorum. Bakışlarıma karşılık veren kız ağlamayı kesiyor ve ağzında o ana kadar olmayan bir sakızı çiğnemeye başlıyor. Ona İngilizce olarak beni bağışlamasını aksi taktirde bir daha film çekmeyerek kendimi cezalandıracağımı söylüyorum. Gülümsüyor kız ve istavroz çıkararak ağzındaki sakızı koca nefeslerle şişirmeye başlıyor. Kısa süre içinde normal boyutlarını aşan sakız, ikimizin de sığabileceği pembe-transparan bir küre şeklini alıyor. Bilge bir tavırla elimi iki avucu arasına yerleştiren kız, bu kez Türkçe olarak şunları söylüyor: 'İki kez seçilmiş olmanın tarifsiz acısını çekiyor olacağız' Bu sözlerin anlamını merak ederken kızın elime nereden geldiğini anlamadığım iki adet bilet sıkıştırdığını görüyorum. Biletlerin üzerine Futura Bold fontu kullanılarak 'Nuh'un Gemisi' yazılmış. Ayrıca biletlerin birinin üzerinde adımı görüyorum. Önünde 'MR.' ibaresi var. Diğer biletin isim bölümüne sadece 'MRS.' yazılmış, devamı boş bırakılmış. Bunun bir balayı yolculuğu olabileceğini düşünürken yanı başımda durmakta olan kız, üzerinde ne varsa yavaşça çıkarıp katlıyor ve salonun ahşap zeminine güzelce yerleştirdikten sonra şişirdiği pembe-transparan kürenin içine giriyor. Büyük bir sabırsızlıkla ve zerre kadar utanç duygusu taşımaksızın ben de elbiselerimi çıkarıyorum. Sonrasında kapısı olmayan kürenin içine, sanki çocuksu bir gerçekliğe nüfuz edermiş gibi giriyorum. Yan yana duruyoruz. Çoktandır boşalmış olan sinema salonunun hiçbir görüntüyü yansıtmayan beyaz perdesine bakıyoruz. İçimde şimdiye dek hiç duymadığım sarsıntılı bir huzur hissediyorum. Elimi tutuyor kız ve tam o sırada sakızdan şişme pembe-transparan küre yükselmeye başlıyor. Aynı anda sinema salonunun çatısı da korkunç bir gürültüyle kayarak açılıyor. Simsiyah gökyüzü, çatının katlanarak açılmasıyla birlikte kendini iyiden iyiye belli ediyor. Kısa süre içinde çatıyı aşarak gökyüzüne doğru yükselmeye devam ediyoruz. Belli bir yüksekliğe erişince, içinden yükseldiğimiz sinema salonunun aslında gotik bir kilise olduğunu görüyorum. Elini sımsıkı tuttuğum kıza doğru dönüyor ve bir daha film çekmek zorunda kalmayacağım için kendimi şanslı hissettiğimi söylüyorum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)