4 Ocak 2012 Çarşamba

"Kadının Sesi Şiddettir Çünkü Onu Başkası Seslendirmiştir"


Harun Atak, Spleen Fanzin için Tan Tolga Demirci ile Konuştu...

Soru: Bir kadın olarak dünyaya gelmiş olsaydınız kim olmak isterdiniz?

Yanıt: Tek bir kadın olmanın, adına 'anatomik kader' denilen bedensel yara izini saklamaya yeterli olacağını sanmıyorum. Bu yüzden 'bir kadın' olmak yerine tüm kadınlar olarak dünyaya gelmeyi isterdim.

Soru: Kısa filmlerinizde yer alan sürrealist öğeler nasıl bir sürecin sonucunda ortaya çıkıyor, rüyalarınızın ve çocukluğunuzun bu sürece etkisi ne yönde?

Yanıt: Zihinsel anlamda katettiğim her yol, bir önceki yolda bıraktığım nesnelerle müthiş bir uyumsuzluk taşıyor. İmgenin ortaya çıkışı, tam da bu uyumsuzluk üzerinden kuruyor kendini. Nesnel gerçeklik ve düşsel gerçek arasındaki uyumsuzluk, kendiliğinden bir imge akışı olarak görselleşirken, çocukluk ve 'olgunluk' arasındaki uyumsuzluk, kurgusal bir öykünün tam kıyısında, sürrealizme hizmet eden bir yarık açıveriyor. Her ne kadar düşsel imge, 'kendiliğinden' bir teşhir gücüne sahip de olsa, akli olanla temsil edilen olgunluk sürecinin ayakta kalabilmesi için zorunlu bir takıntı olan 'estetik' algıyı, hiç de sürrealistlerin sevmediği şekilde bu imge zincirini dönüştürmek adına kullanıyorum.

Soru: "Hayatımın Özeti" kısa filminizde yer alan kadın pedinin üzerine kırılmış yumurta sahnesi bilinçdışınızdaki hangi görüntünün yansıması?

Yanıt: Doğum, hem 'oluş' anının şiddetini ve hem de kendi öncesinin ilksel cennet tasavvurunu içinde taşıyan yapısal-travmatik bir fantezi alanı. Bu filogenetik travmayla ve onun gerçeklikten uzak 'gerçek'i ile yüz yüze gelmekten kaçınmak için temsilleştirme yöntemini kullandığım bir sahne o. Pedin olduğu yerde hiç doğmamış ve böylesi bir travmayı yaşamamış olmaya dair bir direniş var. Biyolojik özellikler taşıyan ovumun bir tavuk yumurtasına dönüşmesi ile doğum travmasının bir filme dönüşmesi arasında hiçbir fark yok.

Soru: Hayatımızın özeti kadınlar mıdır, niçin tüm kadınlara teşekkürler?

Yanıt: Hayatımı belirleyen, kışkırtan ve her koşula rağmen sürdüren en önemli dinamik, 'ben' ve 'idealim' arasındaki ilişkidir. Ancak bu ilişkiye, yalnızca kadın ya da 'hayranlık duyulan ölü erkek' olarak kayıt edilmeniz gerekiyor. Hayatımın Özeti, 'ben' ve 'idealim' arasında gerçekleşen soğuk savaşların tarihidir. İçsel bir savaş, dünya savaşlarından çok daha fazla kan ve şiddet taşır. Sürekli yinelenen bu zamanlar üzeri savaşın kurucu öğesinin 'kadın' olduğunu düşünüyorum. Teşekküre gelince, bir gösteren, ancak başka bir gösteren için gösterendir. Bu yüzden bir kadın, ancak başka bir kadın ya da kadınlar için 'kadın' olma özelliğine sahiptir. Tüm kadınlara teşekkür etmemin ya da bir kadını düşünürken aslında başka bir kadını düşünüyor olmamın nedeni bu.

Soru: Spleen Fanzin’in ilk sayısında yer alan öykünüzde (Kadıköy-Heidelberg Vapuru) karakteriniz “sınıf bilincim yok benim, mazoşistlerin sınıf bilinci yoktur” diyor. Sizce bugün kimler mazoşist?

Yanıt: Her ne kadar mazoşizm, 'ahlaki', 'cinsel' ve 'bedensel' olmak üzere üç farklı boyuta ayrılmış da olsa, sonuçta doyumsuz arzunun hizmetinde olduğundan bulaşıcı bir özellik taşır. Aşk acısından yalama olmuş çileci erkeklerin bakışlarında ya da bekaretlerini kutsayan kızların erotik inadında ahlaki mazoşizmi yakalayabilmek mümkünken, kredi kartıyla ısmarlanmış bir kırbacın tende bıraktığı libidinal izde ya da ayakkabı topuğunun erkek vücudunda bir pergel iğnesine dönüştüğü yerde cinsel ve bedensel mazoşizmi yakalamak da pekala mümkündür.

Soru: Alfabetik Düşler'de M-arriage kısmında evliliğin tekdüzeliği ile Mc Donalds'ın imgesi M harfi arasında nasıl bir ilişki var?

Yanıt: Kapitalizmin oral dönemi olan Mc Donalds'ın, yiyerek içe alma dürtüsünü kışkırtmasına bezer biçimde, evlilik de merkezi libidoyu ahlaki anlamda manipüle ederek, onu, sözde duygusal-ekonomik sermayenin aile çatısında bir araya geldiği yerel bir merkez bankasına dönüştürür. 'M' harfi, harften öte bir sözcük, bir cümle ve tüketimi hedefleyen bir dürtü ile ahlaki bir kurum olan 'aile' arasındaki kapitone noktasıdır.

Soru: Alfabetik Düşler'de neden sadece P-ostmodernizm kısmı Latin alfabesiyle yazılı değil?

Yanıt: Çok tuhaf, sorunun yanıtını iyi biliyorum ancak aynı zamanda bu gerçeği kendimde saklı tutmak adına tuhaf bir direniş yaşıyorum. Grek alfabesinin de postmodernizme karşı aynı direnişi gösterdiğini düşünüyorum. Başlıktaki ironiyi yaratan sanırım bu.

Soru: Alfabetik Düşler'de S-urrealism kısmında gördüğümüz gibi Andre Breton şimdi nasıl yaşıyor ve neden 2012'de ölecek?

Yanıt: Filmi bu yıl çekmiş olsaydım, s-ürrealizmi ve Breton'u bu kadar ucuz bir kıyamet beklentisine kurban etmezdim! Aslına bakılırsa, üzerinde André Breton'un adı olan mezar taşına yazmayı düşündüğüm pek çok ölüm tarihi vardı. Bunlardan biri de tasarladığım kendi ölüm tarihimdi. İtiraf etmeliyim ki 2012, yanlış ve daha da kötüsü Breton'un ölümü için oldukça popüler bir rakam oldu.

Soru: Alfabetik Düşler'de Fraktal Bir Aşkın Yapısökümü bana Otomatik Portakal'ı hatırlattı hemen, cinsellik ve meta arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?

Yanıt: Cinsellik, 'arzu' olmaksızın dürtüyü ve onun nihai hedefini inşa edemez. 'Meta', yüklüce ideolojik ve merkezi sistemle doğrudan ilişkili bir libido paratoneridir. İdeolojinin söylemi ne ise 'meta'nın cinsellik üzerindeki çekim gücü de ahlaki olarak odur. Bu anlamda 'meta'nın arzu zincirini harekete geçirebilmesi için mutlak bir devingenlik taşıması, hatta daha ileri giderek yansıyan ile özdeşlik halinde olması gerekir. 'Meta'nın kaçınılmaz biçimde 'cinsel' olana dönüştüğü bir denklemde, ikisini, aynı arzunun nihai hedefi olarak görmek yerinde olacaktır diye düşünüyorum.

Soru: Özellikle Alfabetik Düşler filmine dayanarak sürrealizm ve mizah arasında nasıl bir ilişki var?

Yanıt: Sürrealizm tek tip mizaha açıktır, o da kara mizahtır. Çoğu zaman yanlış anlaşılmaya oldukça elverişli bu mizah tarzı, absürdün yapısal özelliklerini andırsa da ondan farklı olarak toplumsal hicvi rasyonel bağlantılardan uzak bir söylem ağına yerleştiren şiddetli bir düşünsel tepkidir. Ayrıca bilinçdışıyla mutlak bir bağlantısı olmasa da bilinçdışının diline benzeyen, nesnel gerçeklikten bütünüyle kopmadığı için çok daha anlaşılır bir mesaj dizgesi taşır. Alfabetik Düşler filmi, başta 'H', 'I', 'M', 'W' olmak üzere pek çok harf kapsamında bu tür bir mizahı kullandı. Ancak şimdi olsa, anlamı değiştirmeksizin tüm harfleri yeniden çekerdim.

Soru: Alfabetik Düşler'de tüm teşekkür ettiğiniz isimler yabancı, ilham aldığınız herhangi bir yerli sanatçı var mı (her ne kadar gerçeküstücülük bu topraklara uzak olsa da)?

Yanıt: Hayır yok.

Soru: Zincirleme Film Tamlaması'na (senaryo: Tan Tolga Demirci) dayanarak soruyorum, resim mi, ölüm mü?

Yanıt: Resim, ölümün yüceltilmesi değil onun idealize edilerek simgesel bir 'ölüm'e dönüşmesidir. İmgeye dair bir manevrayla ölümü evcilleştireceğime, önceden de söylediğim gibi korku filmlerinde öldürülen kadınlarla yer değiştirebilmiş olmayı tercih ederim.

Soru: Zincirleme Film Tamlaması'nda kitabın alev almasıyla biter film, edebiyat sizde nerede durur?

Yanıt: Tam da kitabın alev aldığı yerde! Onun küle dönüşmesini beklemek, cinsel birleşme sırasında kendi ölümünü 'öteki'nin gözünden tasarlamak gibi. Edebi olan, bu tasarıyı sözcüklere dönüştürerek ona giderek güçlenen bir meşruiyet duygusu kazandırır. En azından benim 'edebi' olandan anladığım bu. Şiire uzak duruşum da bu yüzden. Çünkü sonsuzluk yanılsamasını melankolik bir frenle yavaşlatarak zavallıların ülküsü olan ölümsüzlük fantezisini 'mutlak ölüm' gerçeğiyle kateden, şiir değil şiirselliktir.

Soru: Nasıl bir öykü okumak tedirgin eder sizi ve hemen filmini çekmek istersiniz?

Yanıt: Bana tekinsiz gelen, kendimi içinde konumlandıramadığım bir mekanın ya da 'yüz'ün kişisel tarihime olan apansız saldırısıdır. Böylesi bir yokluğun absürd bir nesne ya da olay örgüsü üzerinden kendi tekinsiz varlığını kurma zorunluluğu da yok aslına bakılıra. Örneğin yalnızca 'meme'yi anlatan/gösteren bir romanda kendinizi O'nun yerine koymanız büyük ölçüde olasıdır. Ya da hiç bilmediğiniz dilde yazılmış bir öyküyü okurken dahi sözcüklerle aranızda bir fantezi alanı kurabilirsiniz. Sözünü ettiğim ve içinde 'ben'i taşımayan, 'ben' olamadığım tekinsizlik, tanıdık bir görüntünün, hiç tanımadığım yanılsamasını yaratan bir görünüme dönüşmesi ile mümkün olabilir ancak. İşte bu asla soyut olmayan görünümü, kaygı uyandıran ve beni yok sayan varlığına rağmen filmleştirebilmek isterdim.

Soru: Klecks’teki içi dağılan ve pişen balık neyin / nelerin metaforu, günümüzdeki sistemler, geleneksel kurumlar içinde nefes alamayan, bir nevi pişen bireylerle bir ilgisi var mı direkt?

Yanıt: Kesinlikle yok. Modernizmin kendi açtığı 'toplumsal yabancılaşma' yarığını örtpas etmek adına yine modernist argümanlar üzerinden geliştirdiği sağaltıcı mesaj kaygısına oldukça uzağım. Sahnedeki balık, kendi ölümünün imgesini yutarak oltaya gelmiş. Dikkat edilirse kadraja giren el -ki Teoman Kumbaracıbaşı'ya ait- pişme sahnesinden hemen önce balığın ölüm fermanını, yani onun halihazırda pişmiş gösterildiği fotoğrafı alıyor ve bir önceki fotoğrafın üzerine koyuyor. Dikkatli bakılırsa, fotoğrafın üzerine konduğu diğer fotoğrafın, Klecks filminin ilk epizotundaki kadın karakterlerden birine ait olduğu görülür. Bu çıkarımdan, daha önce bir başka balığın da kadın fotoğrafıyla temsil edilen yemi yutmuş olduğu gerçeğiyle karşılaşırız. Kim bu balık diye sorarsanız, size büyük bir iştahla izleyicinin kendisi olduğunu söylerim!

Soru: Felix und Scorpion’da her şey para ve cinsellik üzerine varıyor neticede, kapitalizmin sonu nereye varacak, umut var mı daha doğrusu umudunuz var mı?

Yanıt: Toplumsal olanı simgesel bir konuma oturtan 'arzular' zinciri, ideolojik bir ayartmayla devinmeyi sürdürdükçe ve diğer yandan 'kapitalizm', kendi ölümünü çoğaltarak onu gerçek olandan uzak bir ikinci el ölüme, ölümlere dönüştürdükçe, böyle bir 'son' algısının, ancak kapitalizmi sürdürmeye hizmet eden bir araç olacağını düşünüyorum. Umut, kapitalizmin sosyalist literatürden aşırdığı ve onu, adına 'yaşam' denen kendi fantastik öyküsünün leitmotifine dönüştürdüğü bir tekerlemeden daha fazlası değil. Bu yüzden hayır, böyle bir umut taşımıyorum.

Soru: Meta fetişizmini de kurcalayan bir film Felix Und Scorpion. Filmdeki bilgi aktarma seviyesinin tehlikeli olduğunu düşünüyor musunuz, bu dengeyi nasıl gözetiyorsunuz?

Yanıt: Felix Und Scorpion, biricik imgeyi 'sembol'ün kendisine dönüştüren pornografik bir film. Asıl tehlike, hangi bilginin ne derecede aktarıldığı değil, ne şekilde aktarıldığı ile ilgili. Filmi pornografik kılan, imgenin önce sembole ve oradan da yerleşik ikonlara olan yolculuğunda, tarihsel bir gerçekliği çarpıtırken kullandığı anlatı dizgesi. Karl Marx ve Margaret Thatcher'in ayakkabı-kitap nesneleri üzerinden sunumu, sürrealizmin şu meşhur 'birbiriyle karşılaşması mümkün olmayan iki nesnenin bir araya gelmesi denli güzel' olma idealini besliyor sanki. Sözünü ettiğiniz 'tehlike'nin nedeni olarak gördüğüm pornografinin, tüm bu 'güzel' duygusuna rağmen dozu/dengesi biraz kaçmış olabilir; ne var ki işin içine tarihsel kahramanlar girdiğinde, anlatıyı pornografiden uzak kılmak biraz daha zorlaşıyor.

Soru: Kadınların yüksek topuk giymesini ve jeep gibi yüksek araçların tercih edilmesini nasıl yorumluyorsunuz?

Yanıt: Kadınlar, tanrıya daha yakın olabilmek için yüksek topuğu tercih ediyor olmalılar. Jeep kullanan kadınlar için aynı şeyi iddia etmenin doğru olmayacağını düşünüyorum. Jeep'ler, ilksel cennet arketipinin yerini tutan güvenlikli bölgeler. Ne var ki size sunulmuş 'hazır cennet' mekanları sayesinde gerilemiş olduğunuz yer annenizin değil, kapitalizmin rahmi. Jeep'i tercih eden kadın, keşfedemediği kendi rahminin günahını, yitik cennet temsili olan arabasının içinde çıkarır.

Soru: Kadınlar ve şiddet arasındaki ilişkiye nasıl bakıyorsunuz?

Yanıt: Az önce 'ben' ile 'idealim' arasındaki savaştan söz ederken, bu sürecin kadınlardan kaynaklı ve oldukça şiddetli bir iç savaş olduğunu dile getirmiştim. Kadın, içime doğru büyüyen bu fraktalize olmuş şiddeti üç imge üzerinden kışkırtıyor; ses, bakış ve beden. Kadının sesi şiddettir çünkü onu başkası seslendirmiştir. Kadının bakışı şiddettir çünkü o baktığı yerde değildir. Ve nihayet kadının bedeni şiddettir çünkü bir başka bedeni içinde taşır.

Soru: Tabutunuz dev bir müzik kutusu olarak dizayn edilseydi orada neler çalsın isterdiniz?

Yanıt: Çocukluk döneminde saklanbaç oynarken, yüzümü bir ağaç gövdesine dayayıp gözlerimi yumduğumda, sayıları tuhaf bir melodiyle mırıldanırdım. Hatta melodi hiç bitmesin diye mümkün olduğunca yavaş saymaya özen gösterirdim. Sonunda gözlerimi açar ve yumduğum ağaç gövdesinin annemin bedeniyle yer değiştirmiş olduğunu görürdüm. O an, tuhaf bir biçimde saklayacak ya da saklanacak hiçbir yerin kalmadığı gerçeğiyle yüzleşirdim. Tabutumda da bilincimin çok uzaklarında olan bu melodinin çalıyor olmasını isterdim. Sonuçta tabut da tıpkı ağaç gövdesi gibi hayata gözlerinizi yumduğunuz yer değil midir?

Soru: Hangi kısa filminiz hayalinizdeki filme en çok yaklaşabildi? Bundan sonrası için yakın gelecekte nasıl projeler duruyor masanızda?

Yanıt: Son çektiğim filmi diğerlerinden daha iyi hatırladığım için en çok o filmi böyle bir konuma yakıştırıyorum; Felix Und Scorpion, gerçekten de sürrealizm üzerinden ajit-propogandist bir söyleme sahip. Filmi seviyor olma nedenim, böylesi bir anlatımın hemen hemen hiçbir filmde kullanılmamış olması. Nesnel gerçekliğin tarihsel ikonları dahilinde kara mizahi bir söylem ağı yaratmak ve bu ağı paralel bir gerçeklik üzerinden kurgulamak, filmi diğer sürrealist örneklere göre daha anlaşılır kılsa da 'cinsel siyaset'in sürrealizme olan dirsek teması, beni anlaşılır derecede mutlu ediyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder