Özge Gökçek, Tan Tolga Demirci ile Konuştu:
Soru: İskeleti meydana getiren kemik birliği arasında sıkışıp kalsanız, bu hangi kemik aralığı olurdu? Bu sorunun cevabından sonra kafamdaki kapınızın ve anahtarının iskeletini çizmeme izin verir misiniz?
Yanıt: İnsan organizmasının primordial çatısını oluşturan ve bu noktada sahip olduğu eklem dizgesiyle sınırlı hareketler ağını örgütleyen iskelet sistemi, bana hep inorganik bir engeli çağrıştırmıştır. Bu engel, kendiliğinden zırhlı bir varoluş geni üzerinden kurgulanmış koskoca bir 'hayır' jestidir. İskelet, ölüme karşı direnen en doğrudan inadın, en muhafazakar regresyonun temsilidir. Bu 'inatlar aygıtı' arasında sıkışıp kalsaydım, şüphesiz tinsel soluğun hapsedildiği göğüs kemiğinden tensel soluğun hapsedildiği kalça kemiğine kadar olan kutsal toprakları tercih ederdim. Bu topraklara girebilmek için doğru anahtar, o bölgeyi oluşturan kemik ağının filogenetik şifresinde saklıdır. Eğer şifreyi biliyorsanız, kafanızdaki kapı ve anahtar imgesini işler kılmak adına yapılması gerekeni size bırakıyorum.
Soru: Siz, sahip olunan her ne olursa olsun, hakimiyetin porselen ellerine tohum bırakmaktan hoşlanıyorsunuz. Yani mutlak bir 'toprak sahibesi' olmayı kabul ediyorsunuz. Bu da kafamdaki kapınızın harcı adına dökülmüş renkli tokmağı çizmemi sağlıyor. Pekala. İskelet, çıplaklığı örter mi veya çıplaklık, bir iskelet için kamuflaj malzemesi olabilir mi?
Yanıt: İskelet, nesnel gerçekteki insan hareketinin gölgesidir. Kışkırtılan ve ivmelenen kemik dizgesi, hareket anının bilinçli ya da bilincin dışında gerçekleşiyor olmasına göre kendi çıplaklık düzeyini belirler. Örneğin somnambulizm, zırhsız bir beden devinimidir ve ten ile kemik arasındaki bağı ortadan kaldıran boyutsuz bir çıplaklık içerir. Oysa bacak bacak üstüne atma, bağdaş kurma ya da televizyon izlerken bir bacağın popo altına alınması, refleks olmayan, örgütlü kemik hareketleridir. Refleks olmayan bu hareketler bütünü, somnambulizm örneğinden farklı olarak kendisine bağlı kemik ağını çıplak kılmak şöyle dursun, onu özenle kamufle eder. Bu noktada, yanıta giriş yaptığım önermeyi bir başka önermeyle zenginleştirmek istiyorum: İskelet, bedenden türeyen 'refleks' hareketlerin çıplaklığıdır ve yalnızca kendini örtebilen inorganik bir bilince sahiptir.
Soru: Hareket kararı beyinden değil, omurilikten gelmiş tüm çarpışmalara 'atom çıplaklığında refleks' adı verilebilir. Peki, bilinç kararsız ve isteksiz haldeyken, tanısı konulmuş bütün hareketlerin, kaportası çökmüş pahalı bir araba niteliğine yükselmesi düşünme sınırınızı zorluyor mu?
Yanıt: Kendiliği böylesi bir hoşnutsuzluk halinde -kararsızlık ya da isteksizlik diyelim- yakalayan üç ayrı ruh derinliğinden söz edebiliriz. Bunlar, Jung'un iştahla tanımladığı 'öznel tepkiler', 'emosyon' ve 'infiltrasyon' düzeyleridir. Birinci ve ikinci düzey arasındaki fark, dil sürçmesiyle cinnet arasındaki farka benzerken, üçüncü düzey, kişisel ve kolektif bilinçdışının kendiliğe olan atakları olarak kabul görür. Derinden türeyen atakların çıkış noktasını kabaca arketipler üzerinden yorumlayan Jung, sizin 'atom çıplaklığında refleks' olarak dile getirdiğiniz bir 'ilksel beyin tezahürleri' kataloğu ortaya koyar. Persona arketipi de tıpkı gölge, anima ya da animus gibi diğer arketiplerle birlikte bu kataloğun önemli bir parçasını oluşturur. Sorunuza yakın bir benzetmeyle 'ruhun kaportası' olarak düşünebileceğimiz 'persona', içsel yüz imgesini nesnel bakışla birleştiren önemli bir köprüdür. Bu köprünün yıkılması, yani kaportanın çökmüş olması, ani kişilik değişimlerine ve yüz dengesinin bozulmasına neden veren bir patolojinin de dinamiklerini oluşturur.
Soru: Patoloji, meme uçlarını traş eden bir kadın gibi doyumsuz... Persona, üzerinden cinsellik geçmiş bir el gibi heterojen... Jung'u, uykudan kalma bir sabahta, kulağınızın arkasında salya lekesi gibi kuru görünümlü ama ıslak bir halde bulsaydınız, onun oraya gelebildiğini nasıl açıklardınız?
Yanıt: Bu soru bana Çinli filozof Mo-Ti'nin keşfettiği ve sonradan 'Camera Obscura' adı verilen aygıtın çalışma prensibini hatırlattı. Karanlık odanın herhangi bir duvarına milimetrik bir delik açtığınızda, dışardan gelen ışığın belleğinde taşıdığı görüntü, odanın duvarına ters olarak yansıyacaktır. Fotoğraf makinesinin icadını esinleyen bu basit düzeneği sorunuza bağlayan vurgu, ters olarak elde eldilen görsellik ile yakından ilgili! Tıpkı ışığın belleğinde taşınan görüntüler gibi işitsel olanı da kendine has bir 'Camera Obscura' prototipinde düşünebiliriz. Aygıt, bu kez karanlık oda değil, kulağın kendisidir. Kulağın içi, nesnel duyumların bellek olarak depolandığı yer iken kulağın arkası, bu duyumların ters olarak yansıdığı bir işitsel patoloji reaktörü haline gelecektir. Örneğin paranoid konumda süperegonun buyurgan emirlerinin işitsel halüsinasyonlara dönüşmesi, kulağın içinde depolanmış nesnel / rasyonel bir sesin, kulağın arkasına sayrılı / irrasyonel bir ses olarak düşmesinin -ters işitsel yansıma- önemli bir temsilidir. Sorunuz gereği Jung'un kendisini -işitsel imgesini demek daha doğru olur- kulağın arkasında duyumsuyor olmak, onun kuramlarını çarpık bir işitselliğin hizmetinde yorumlamak anlamına gelecektir. Islaklık, tıpkı elektriğin geçirgenliğini arttırdığı gibi sesin geçirgenliğini de arttırarak Jung'u tersten konuşan / konuşturulan bir arketipe dönüştürecektir.
Soru: Ellerini havaya dikmiş ve aniden tüm vücuduna dokunmaya başlamış bir kadın var karşınızda. Kalça kemiğini kırıp bununla orgazm oluyor. Çıkardığı seslerden, dişine karışmış kanı farkediyorsunuz. O andaki bakışınızı tarif eder misiniz? Sürrealist imgelerinize hapsettiğiniz 'kadınları' hangi şekilde anlatarak bu duruma dahil olursunuz ve kadını bu dansa nasıl dahil edersiniz?
Yanıt: Geçen gece gördüğüm rüyayı hatırladım. Zayıflıktan ölmek üzere olan bir kadın, vücudundan çıkmış kemik uçlarındaki kırıntıları parmağıyla alıyor ve ağzına götürüyordu. Her götürdüğü kırıntı, kendi rengine boyuyordu dudakları. Dehşetli olmayan bir korku hissettim önce ama sonra ona doğru yaklaşıp cebimde unufak olmuş mısır ekmeğinden bir parça uzattım. Kadının ekmeğe uzanan parmakları aniden kasılarak kırıldı ve koparak tırnaklarından yere saplandı. Bu sahne karşısında bakışlarım, yumruk büyüklüğünde, küçük süslü birer el aynasına dönüşmüştü. El aynası gibi bakıyordum. Sanırım bakışımın tarifi, anlattığınız mizanseni yaşamış olsaydım yine aynı olurdu; Maya Deren'in 'Meshes of the Afternoon' filmindeki yalnızca dışarı yansıtarak beslenen keşifler gibi... Ve sanırım bu kadını, yani sorunuzda sözüne ettiğiniz kadını dansa kaldırmazdım. Çünkü ergenlik öncesi dönemden başlayarak dans etmeye karşı olumsuz tepkiler geliştirdim. Benim için en büyük kabus, terk edilmiş bir dans pistinin tavanınında kendi etrafında dönen disko ışıklarının giderek daha da hızlanarak patlayacak olması! İçinden ne çıkacağını tahmin edebilirsiniz, göğüsleri birbirine düğümlenmiş onlarca köylü kadın.
Soru: Rüyalar... Bu bana siyah çerçeveli yuvarlak gözlüğümü taktırdı. Peki, beyninizde aynı olan nedir? Bir el aynası karşısında birbirini yansıtmaya meyletmiş jest size ne vaad ediyor; beklenti karıştıran tahta bir yemek kaşığı gibi yanıt verir misiniz?
Yanıt: Böylesi bir jest, efsanesinden bütünüyle soyutlanmış, yalnızca kendi bakışını arzulayan ve yalnızca kendi duruşuna tahammülü olan bir narsizmi vaad ediyor kuşkusuz. Madem doyumsuz iştahı arayan antik-oral bir ahşap kaşık yerine koydunuz beni, o halde kendimi var gücümle fırlatıp bakışlarımın yerini tutan aynayı tam ortasından ikiye kırmak istediğimi söylemeliyim size. Aynanın kırılması ve kırılan parçalardan her birinin diğerini sonsuza doğru yansıtması, doyumsuz varlığımın ve süreksiz bakışımın ebedileşebilmesi için belki de tek yol.
Soru: Şiddet, haklıyı tercih etmiş bir nöron pezevengidir. Birbirine çarparak çoğalan bütünlüğünüz karşısında saygıyla eğilen göğüs kafesimi periyodik olarak sallama işlemini başlatmış bulunuyorsunuz! Size göre aynı emir altında bulunup bir çok farklı sonuca ulaşan bu nöron, refleks şahidi yanında şiddet kompostonuza dahil olabilir mi?
Yanıt: Çatlayan mor bir damardan balçık yoğunluğunda akan soğuk şiddeti yeğlerim. Sinir ağına yapışarak kendi öyküsünü yok eden ve mekanik bir aksamın parçası haline gelen kitabi şiddet, iki boyutlu bir eylemsizlik halidir. Nöron kıvamına indirgenen ve vücuttan oklar çıkartılarak tanımlanan ansiklopedik şiddet, ilmin ışığında özenle ehlileştirilmiştir. Ancak benim yeğlediğim, maddesinden soyutlanmış ve evrensel öykülerin tamamen dışında, yalnızca kendi nedenine hapsolmuş soğuk şiddettir. Nöron ya da hormon ağına endekslenmiş mekanik şiddet, onu anlatacak bir beden ve çığlık olmaksızın anlamsızdır. Oysa soğuk şiddet, çoğu zaman bedenin dışına taşan, bu haliyle bedeni imgeleştiren ve her ortaya konduğunda kendini güncelleyen bir efsanedir.
Soru: Herkesin inanabileceği kötü bir karaktere ihtiyacı vardır. Sizin de böyle bir ihtiyacınızın olduğunu varsayarak, hangi karakterle bunu karşıladığınızı merak ediyorum.
Yanıt: Rüya halinde iki benlik durumundan söz edilebilir, yatağın üzerinde uyuyan benlik ve rüyayı yaşayan benlik. Şimdi bunun tersini düşünelim; uyanıkken, bu kez de uyuyor olan benlik, rüyayı yaşayan benliğimiz olacaktır. Eğer uyanık olan benlik, diğerinin yaşadığını rüya olarak algılıyorsa, rüya benliği de uyanık olan benliğin hayatını ve onun nesnel gerçeklikte yaşadıklarını rüya olarak algılayacaktır. Birbirine sembiyotik olarak bağlanmış bu iki benlik, sürekli rüya halindedir diyebiliriz. Böylelikle sorunuza yanıt olarak iki kötü karaktere sahip olduğumu söyleyebilirim. Bunlardan ilki, uyanıkken hatırladığım rüya benliğim ve diğeri, uyurken hatırladığım gündelik gerçekteki diğer benliğim.
Soru: Neye, ne ile inanıyorsunuz?
Yanıt: Kendime, karşı konulamaz bir ihanet duygusuyla inanıyorum.
Soru: Son olarak, çizdiğim acemi karalamanın imzası için, imgelem dünyasına hızlı bir giriş yapıyorum... Karşınızdaki kişinin, coğrafya temeline kurulmuş 'imge' düzeneğini nasıl anlarsınız? Bir kadın ile hiç bu yoldan tanışıklık kurdunuz mu? Bu soruyu tüm Anna vücutlarına adıyorum, izninizle. Sizinle konuşmak büyük bir dünyaydı Tan Tolga Demirci.
Yanıt: Bir başkası, bir 'öteki' söz konusu olduğunda, biyolojik kaplar prensibini temsil eden esaslı bir mekanizma taşırım üzerimde. O'na yaklaştıkça, kabın içindeki prematüre kalp atımları ya onunkilerle birleşerek olgunlaşır ya da kaplar arasındaki etkileşimi olumsuz etkileyen ekstrasistoller yaratır. Aslına bakılırsa benzer bir mekanizma, André Breton'un yüreğinde de vardı, bir sismograf kadar hassastı onunki ve adı Anna değil belki ama 'Nadja' olan ötekilerin kayıtlarını tutmakla görevliydi. Günlerden bir gün, adını hatırlayamadığım bir kadın ile sorunuzda vurguladığınız türden bir tanışıklık kurdum, evet. Ve onu hatırlayabilmek için tek yapmam gereken, yakın zamanda kısa bir film çekmek. Belki bu sayede onu ve adını diri tutacak bir söyleşi daha yaparız sizinle!
Özge Gökçek: http://organonn.blogspot.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder