Zafer Yalçınpınar: Varoluş Denemeleri‘nin oluşum sürecindeki detayları merak ediyorum. İmgesel açıdan ‘keskin’ diyebileceğimiz bu metin hangi dönemde, nasıl bir işlekte oluştu?
Tan Tolga Demirci: Varoluş Denemeleri’ni yazmaya 2009 yılının yaz aylarında başladım. Hedefim, Locus Solus’un laboratuvarında bir aşk deneyi yapmaktı. Bunun için gerekli tüm işaretler hiç de organize olmayan biçimlerde bir araya gelmişti. Ortada bir ilişki vardı, ilişkiyi sayısız noktada kesen biri tam iki özne vardı ve her şeyden önce kendini, önceden tasavvur edilmesi olanaksız bu ilişkinin gölgesinde askıya almış zamanın kendisi vardı. Yalnızca bana bahşedilmiş bu olağanüstü evrende deneyi harfiyen uygulamaya çalışıyor ve yaşıyor olduğum ilişkiyi hayatta tutmaya çabalıyordum. Yani bir yandan yazıyor, diğer yandan yakıyordum tüm yazdıklarımı. Varoluş Denemeleri, ateşler içinde yitik bir enkaza dönüşen Locus Solus laboratuvarından kurtarabildiğim notlardır.
Zafer Yalçınpınar: Kitaptaki anları, imgesel flaşları düşünüyorum da ayrıntıları ön-plana almak için değişik türden makro mercekler kullanıyor gibisiniz. Yani, alan derinliğinden çok makro mercekleri tercih ediyorsunuz. Bu merceklerin, bu tip bir yoğunlaşmanın Locus Solus eksenindeki ontolojik karşılığından bir örnek verebilir misiniz?
Tan Tolga Demirci: Raymond Roussel’ın ‘Locus Solus’ eseri, net alan derinliği içinde sunulan panoramik bir görüntüye onlarca detayı sığdırabilmiş mucizevi bir örnektir. Kitapta anlatılan tüm keşifler, nesnel bir bakışın docudramatik izlenimleri gibi görünse de bu panoramanın içine kurulu gizli bir derinlik algısının daha olduğunu söylemek isterim. Net alan derinliğini netsiz alan derinliğine dönüştüren, sizin deyiminizle panoromik bakışı ‘makro bakış’a indirgeyen, işte bu gizlenmiş derinlik algısı; sunulan makinelerin mikroskopik detaylarıdır. Benim Varoluş Denemeleri’nde yaptığım deneyin amacı, Locus Solus’un mekanik aksamlarını kullanarak yaşadığım ilişkiyi ve ilişkinin merkezinde konumlanan aşkın keşfini meşru kılmaktan ibaretti; Locus Solus anlatısında sunulan imgesel makineleri, kendilerini oluşturan metinsel yapıdan soyutlayarak yaşadığım aşkın organlarına dönüştürmekti. İmge flaşlar, biri net diğeri netsiz olmak üzere iki alan derinliği algısının karşılaşma anında ortaya çıkan, çakan flaşlar. Mekanik olanla varoluşsal olan arasındaki ilişkinin kurulduğu yer de o karşılaşma anları.
Zafer Yalçınpınar: İfade ettiğiniz uzama yerlemlenmiş mekanik aksamların Blanchot’un eserlerindeki dilsel motiflere ve anlatımlara yakınsadığını da düşünüyorum. Varoluş Denemeleri’nde okuyucuyu etkenleştiren izlekler ile edilgenleştiren izlekler arasındaki temel fark nedir?
Tan Tolga Demirci: Herhangi bir istatistikî sonuçtan bağımsız olarak, yalnızca sezgisel anlamda diyebilirim ki Varoluş Denemeleri, standart okuyucu merakını hiç de tetiklemeyecek bir metin. Hatta çoğu ‘okuyucu adayın’, bu deneysel anlatıyla öyle ya da böyle bir iletişim kuramadığına eminim. Bunun belki de en önemli nedeni, pozlamaya çalıştığım ‘kendilik’ ve ‘öteki’ arasındaki mucizevi ilişkinin çokça öznel süreçlerin sonunda gerçekleşiyor olması. Yani diğer bir deyişle başka kimseyi ilgilendirmiyor olması. Okuyucuyu edilgin kılan ya da belki de yok sayan bu fantezi alanında örgütlenmiş tüm sloganlar, 2009 yazında bana bahşedilmiş işaretleri baştan çıkarmak için atılıyor. Varoluş Denemeleri’nin doğrusal bir zaman içerisinde kurgulanmamış olması, kullandığı teknik dilin içten patlamalı oluşu ve içinde ‘siz’ olmayan bir evrenden kırılarak söze dökülmüş olması, hiç şüphe yok ki okuyucu ve metin arasında önceden tasarlanmamış bir iletişim engeli ortaya çıkarıyor.
Zafer Yalçınpınar: Varoluş Denemeleri’nin okuyucudan bir beklentisi var mı peki? Kitap, okuyucunun zihninde biriken kırılmaz camdan duvarları nasıl aşacak? ‘İmgelemin özgürleşmesi’ dediğimizde aklınıza ilk gelen şey nedir?
Tan Tolga Demirci: Psikanalist D.Winnicott’un ‘Geçiş Nesnesi’ (Transition Object) adını verdiği harika bir nesne tasarımı var. Bu nesnenin amacı, kendi öznel duygulanımları içerisinde fantezi dünyasını oluşturmuş çocuk için nesnel gerçekliğe adım atmada bir ara nesne, bir ‘geçiş nesnesi’ işlevi taşıyor olması. Çocuk, bu nesneyi kırıyor, döküyor, emiyor, üzerine işiyor, yalıyor, dişliyor ama sonunda nesne canlı kalmayı başarıyor. İşte çocuğu bir sonraki bilinç seviyesine ya da güncellenmiş gerçeklik algısına iten güç, hayatta kalmayı başaran bu ‘ontolojik’ nesne ile çocuk arasındaki gizli anlaşmanın -savaşın- sonucu olarak ortaya çıkıyor. Winnicott’u bir adım daha öteye taşıyarak iddia ediyorum ki bu nesne yalnızca yaşamın erken zamanlarında kendini belirgin kılan ve sonrasında unutulup köşeye atılmış bir oyuncak parçası değil sadece. Var olma süreci içerisinde verilen her savaş, kendi nesnesini o zamanın koşullarına göre yeniden üretiyor, ta ki biz yok oluncaya kadar. ‘Varoluş Denemeleri’ kapsamında ürettiğim -ya da kendini üreten- her imgenin, aynı zamanda bir geçiş nesnesi olarak gölgelendiğini söyleyeceğim size. Tıpkı âşık olduğunuz kişiyi ne kadar dişlerseniz dişleyin sonunda onun hayatta kalmayı başarması gibi bu metin de tüm saldırılarıma karşı kendini korumayı başardığı ölçüde yalnızca bana ait olmayı hak ediyor. Öyleyse kulağa bencilce gelen tüm bu sürecin okuyucuyla doğrudan bir bağ kurma çabasında olmayışını da ister istemez kabullenmek gerekiyor. İmgelemin özgürleştiği an, öncelikle bilinç düzeyleri arasında köprü işlevi gören bu hayali nesneyi yaratabildiğiniz andır. Ama asıl iş bundan sonra başlıyor; yarı-hayali olan bu nesneye pusu kurmalı, saldırmalı ve onunla savaşmalısınız. Nesneyi sembolik bağlarından kopararak ona bir ‘bağımsızlık süsü’ vermenin tek yolu, yine onu savaşın sonunda kendinizden koparmaktır. Yalnızca bana ait olduğunu iddia ettiğim Varoluş Denemeleri’nin, bu son kopuşu gerçekleştiremediği için özgür bir imgelem ürünü olarak değer taşımadığını itiraf etmeliyim.
Kaynak: http://upas.evvel.org/?p=394