14 Haziran 2008 Cumartesi

"Benim İçin Sürrealizm, Yaşayan Bir Organizmadır"



BBC belgeseli, 'Animator of Prague'tan sadece Jan Svankmajer'in sözleri alınarak çevrilmiştir.

Çeviri: Tan Tolga Demirci


Animasyon film büyü gibidir. Teknik bütünlük taşıyan animasyon filmlerle ilgilenmiyorum. Dışa vurmak istediğim 'şey' ile ilişkili olarak kullandığım teknik, gerçek nesnelere büyüsel değerlerini kazandıran en önemli araçlardan biridir. Bu bir bakıma 'sihrin', dünyevi gerçekliğin bir parçası olması ve onu ele geçirmesinin anlamıdır. Öyle ki sihir, günlük yaşamla temasa geçer. Böylelikle insanların birbirleriyle kurduğu iletişim biçimleri aniden farklı bir boyut kazanır ve gerçeklik, kendisinden şüpe duyulacak bir duyuma indirgenir.

'Çocukluk' ve 'düşler' filmlerimin ham maddesini oluşturur. Her sanatçının bir biçimde bu iki kaynaktan etkilendiğine inanıyorum. Çünkü 'çocukluğa' ve 'düşlere' dönüş, aynı zamanda en güçlü tecrübeleri de beraberinde getirir.

İnsanlar sürrealizmi kübizme, izlenimciliğe ya da başka bir avant-garde akıma benzetiyorlar; bu hareketin 1924 ve 1938 yılları arasında sıkışıp kalmış bir akım olduğunu düşünüyorlar. Sanat tarihçileri o yılların dışında zaten sürrealizmle pek ilgilenmediler. Oysa benim için sürrealizm, yaşayan bir organizmadır. Sürrealist gruptaki diğer arkadaşlarım için de öyle... Sürrealizm bir estetik değil, felsefedir.

Herhangi bir sembolü kullandığınızda kendinizi kullandığınız o 'sembolin' dışına çıkaramazsınız. Örneğin ben Prag'ta doğdum ve bu şehrin kodlarını taşıyorum. Ancak Prag'ı farklı bir biçimde yaşıyorum. Etkisi altında olduğum Prag, II.Rudolf'un yaşadığı Prag'tır. Onun sahip olduğu kişilik, şehrin kalbinde büyük bir iz bırakmıştır. Çok ilginçtir ki II.Rudolf'un yaşadığı dönem, resmi Çek tarihçileri tarafından çöküş dönemi olarak adlandırılmıştır. O zamanların kült hareketi olan Mannerism hakkında da 'yoz bir akım' olduğu üzerine olumsuz yazılar kaleme alınmıştır. Mannerism derken aklıma gelen ilk isim Archimboldo elbette.

'Dimensions of Dialogue' tam anlamıyla ideolojik bir film. Politik tavır, belli başlı sembollerle aktarılmış olsa bile yine de film, o tarihlerde yaşayan herkesin anlayabileceği açıklıkta. Hatta zamanın komünist kurumları bile filmdeki sembolleri anlamıştı. Ve bu yüzden filmi yasakladılar.

Tüm filmlerimin politik bir izlek taşıdıklarına inanıyorum. Bazıları diğerlerinden daha politik tabii, özellikle kullandıkları semboller ve 'politik olanla' kurdukları ilişkiler açısından. Yeni çektiğim film (The Death of Stalinism in Bohemia) bir propoganda filmi, bir ajitprop ve elbette bu tür çalışmaların taşıdığı tüm avantajlara ve dezavantajlara sahip bir film. The Death of Stalinism in Bohemia'yı çekerken hemen hemen diğer filmlerimde kullandığım yöntemler üzerinden gittim. Örneğin gerçek nesneleri canlandırdım. Belli başlı sembolik öğeler taşımasına rağmen filmin mutlak bir politik aksiyon olduğunu söyleyebilirim. Ancak son otuz yılda yaptığım filmlerden çok daha direk ve açık seçik bir sembol kullanımı söz konusu. Bu çalışma, ikinci dünya savaşı sonrası Çek tarihinin kısa ve imgesel bir gözden geçirilmesidir. Film, 50-100 yıl içersinde tamamen anlaşılamaz bir hale gelebilir. Çünkü o zamana has belli başlı figürleri ve olayları konu alıyor. 100 yıl içinde filmdeki yüzler kimse için bir şey ifade etmeyecek.

Sovyet Devletinden ithal edilmiş Stalinist düşünce, 40 yıl boyunca ulusumuzun tamamını etkisi altına aldı. Faşizm ve diğer tüm totaliter ideolojiler gibi Stalinizm de bireyin en dipte kalmış içgüdülerini baştan çıkardı. Hala da bir kısım insanı cezbetmeyi sürdürüyor. Stalinizme karşı savaşmanın zamanı gelmiştir. Çünkü bu düşünce, insanların zihninde bir biçimde yer etmeye devam edecek ve işleri daha da zorlaştıracaktır. Bizim devrimimiz, nasıl söyleyeyim, bir çeşit müzikal oyun (operet) gibiydi. Oysa Stalinizme karşı asıl savaş şimdi verilmelidir!

"Bilgisayar Animasyonlar Bana Hiç Gerçekçi Gelmiyor"



Çeviri: Tan Tolga Demirci

Jan Svankmajer söyleşisi


Soru: Halk masalları içersinde niçin özellikle Otesanek'i uyarlama gereği duydunuz?

Yanıt: Halk masalları, eski mitlerin sürekli anlatılması yoluyla ortaya çıkar. Uygarlığın en temel mitlerinden biri de 'Little Otik' masalında ortaya çıkmıştır. Öykü, insanlığın doğaya karşı isyanını ve bunun trajik sonuçlarını anlatır. Beni ilgilendiren tam da bu Faustian tema oldu, özgürlük teması...

Soru: Çocukluğunuzla sürekli diyalog halindesiniz. Little Otik'in bu diyaloga katkısı nedir?

Yanıt: Çocukluğumdan beri taşıdığım ve asla bir yere kapatamadığım takıntılarımla diyalog halindeyim aslında. Filmi izlerken bu takıntılardan ikisini görebilmeniz mümkün, mahzen ve yemek...

Soru: Little Otik'teki mahzen ve pedofilik imgeler, 'Down to the Cellar' isimli kısa filminizde, farklı biçimlerde kullandığınız imgelerdi. Niçin bu tehditkar imgeleri kullanma gereği duydunuz?

Yanıt: Çocukluğum boyunca mahzen benim için en korkunç mekanlardan biri olmuştur. Annem kilerden ne zaman patates ya da kömür getirmemi istese dizlerim korkudan titremeye başlardı. Çocukların pedofilikler hakkında düşündükleri de buna benziyor. Sürekli onlara karşı uyarılırlar ancak yine de aileler, çocuklarına tehlikenin tam olarak ne olduğunu açıklamakta gönülsüz kalırlar. Oysa çocuklar bir biçimde sezerler tehlikeyi ve pedofilikler onların hayaleti oluverir.

Soru: 'Yemeğin' ve 'yemenin' rolü nedir filmlerinizde?

Yanıt: 'Yemek' de çocukluğumun temalarından biri. İştah sıkıntısı çeken bir çocuktum ve sürekli şarap içmeye zorlanıyordum. İçinde demir barındıran şarabın iştahımı geliştireceğini düşünüyordu ailem. Ayrıca pek çok kereler 'şişmanlatma' kamplarına gönderildim. İnsanların 'yemek' ve 'yeme' biçimleri uygarlığın önemli yansımalarından biridir.

Soru: Korkularınızla yüzleşmek adına mı kullanıyorsunuz çektiğiniz filmleri?

Yanıt: Yaratıcı çalışmalarım didaktik değildir, izleyicilerinin daha iyi birer insan olmalarına çalışmaz. Ben, film dahil olmak üzere tüm yaratıcı çalışmaların özgürleştirici olmalarından yanayım, izleyiciyi özgürleştirmeliler. Kendi yaratıcı çalışmalarınız sizi özgürleştiremezken izleyiciyi nasıl özgürleştirebilir ki? Bu yüzden benim için ürettiğim işler, birer kendi kendime terapi olmuştur her zaman.

Soru: Otesanek, aileniz içersindeki rolünüzü etkiledi mi?

Yanıt: Belli bir sınıra kadar evet. Ama diyebilirim ki 'Little Otik' öncelikle gerçekliği olmayan imgesel bir film, sosyal sorunlar üzerine psikolojik bir inceleme değil.

Soru: Filmi 'genetik klonlamaya' karşı bir tepki olarak düşünebilir miyiz?

Yanıt: Little Otik, metaforları, metamorfozları ve sembolizmi şiirsel bir imge akşı ile birlikte kullanıyor. Bir imgenin, dünyada pek çok anlama sahip olma olasılığı vardır. Kurmaca bir filmi anlatıldığı zamana demirlemek doğru olmaz. Little Otik için de geçerli bu. Filmin öyküsü, 80'lerin ortalarında ortaya çıktı. O zamanlar klonlama sadece bilim kurgu öykülerinin bir konusuydu. İmgesel bir çalışmanın en önemli avantajı da budur; yorumlara ve temalara yeni boyutlar kazandırır.

Soru: Bilgisayar animasyonlarına ilginiz var mı?

Yanıt: O konuda bazı şikayetlerim var. Öncelikle bilgisayar animasyonlar bana hiç gerçekçi gelmiyor. Demek istediğim, o tarz gerçekliğe ait olan nesneler gerçek hayatın duygusal tecrübeleriyle bir biçimde bağdaşmıyorlar. Bu yüzden de gerçekliğin, 'dokunulmuş olanın' izlerini taşımıyorlar, ölü kalıyorlar. Bilgisayar animasyonlardaki nesneler bu dünyaya ait değiller, sadece 'olmaya' çalışıyorlar. Bununla birlikte, Little Otik'in dört saniyelik bölümünde bilgisayar animasyon kullanıldığını da itiraf edeyim.

Soru: Askerdeyken uyuşturucu deneylerine giriştiğiniz üzerine açıklamalar yapmışsınız. Ne tür deneylerdi bunlar?

Yanıt: Günlüğümde LSD tecrübelerimi tüm hatlarıyla anlattım. Tüm bunları günlüğümde anlattım çünkü Little Otik'i çektiğim sıralarda eklem yerlerimde romatizmal sorunlarım ortaya çıkmıştı. Uyuşturucu deneylerini gerçekleştirdiğim aynı askeri hastanede tedavi görmeye başlamıştım. Deneylerden kazandığım onca tecrübeden sonra şunu biliyorum: Uyuşturucuların insanların imgesel gücünü geliştirmeye katkısı olabilir ancak artık onlara ihtiyaç duymuyorum. Uyuşturucunun ilk aşaması hayal gücü açısından önemli bir değere sahiptir. İkinci aşama ise paranoid depresif bir aşamadır ki bir daha böyle bir tecrübeyi yaşamak niyetinde değilim.

Soru: Uyuşturucunun çalışmalarınız üzerinde etkisi oldu mu?

Yanıt: Hayır olmadı.

Soru: Şu anda üzerinde çalıştığınız bir proje var mı?

Yanıt: Evet, iki proje var. Gerçeklikle animasyonu birleştirdiğim 'Madness' filminin senaryosunu henüz bitirdim. Anlatının, E.A.Poe'nun öykülerinde geçen temel motifler ile Marquis de Sade'ın felsefi çalışmalarının bir sentezi olduğunu söyleyebilirim. Türü 'felsefi korku' olacak. Ancak ondan önce, bir multimedya çalışması olan Stravinsky'nin 'Petrushka' sını yapacağım. Michail Rudy tarafından sahnelenecek bir piyano konseri olacak. Çalışma, canlı performans, animasyon, cansız animasyon film ve sahne performanslarından oluşacak.

13 Haziran 2008 Cuma

Jan Svankmajer'in Zaman Çizgisi


Çeviri: Tan Tolga Demirci

1934: 4 Eylül'de vitrin dekorcusu bir babanın ve terzi bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelir.

1940: Eva Svankmajerova dünyaya gelir.

1943: Svankmajer'e yılbaşı hediyesi olarak minyatür bir kukla tiyatrosu hediye edilir.

1950-54: Prag'ta Uygulamalı Sanatlar Fakültesi'ndeki öğrenimine başlar. Sürrealizme ilgisi, o yıllarda arkadaşı tarafından kendisine verilen Karel Taige'nin kitabıyla canlanır. Ayrıca bir Sovyet kitabında, dejenere burjuva sanatına saldıran Salvador Dali'nin resimleriyle tanışır.

1954-58: Prag Konservatuvarı Kukla Bölümü'nde (DAMU) öğrenim görmeye başlar. Kukla yapımı, yönetimi ve sahne tasarımı konularında uzmanlaşır. Sovyet avant-garde tiyatrosu ve sinemasına merak salar. 1956 yılındaki Sovyetler Birliği'nin kültürel çözülmesi ertesinde Luis Bunuel, Max Ernst, John Miro gibi diğer sürrealistlerin çalışmalarını keşfeder. Mezuniyet tezi olarak 'King Stag' çalışmasını ortaya koyar. Carlo Gozzi'ye ait olan oyunda 'The Last Trick', 'Don Juan' ve 'Faust' filmlerinde olduğu gibi kuklalar, gerçek oyuncular ve kukla küstümlü oyuncular ile birlikte çalışır.

1957: İlk 'Don Juan' adaptasyonunu gerçekleştirdiği D34 isimli tiyatro ile birlikte çalışmalara başlar. Sonrasında Liberec'te bulunan Devlet Kukla Tiyatrosu'nda tasarımcı ve yönetmen olarak görev yapar. Onun çizim, kolaj, grafik sanat ve heykel üzerine gerçekleştirdiği kişisel yaratım sürecinin başlangıcı da aynı yıla rastlar.

1958: Emil Radok tarafından yönetilen 'Johanes Doktor Faust' isimli filmde kuklacı olarak görev alır. Sonrasında birlikte çalışacağı görüntü yönetmeni Svatopluk Maly, müzisyen Zdenek Liska ve kurgucu Milada Sadkova ile tanışır. Zorunlu askerlik görevini Mariánské Lázně'de gerçekleştirir. Görevi sırasında çizim ve guaj çalışmalarını sürdürür.

1960: Prag'taki Semafor Tiyatro'nun bir parçası olan 'Maskeler Tiyatrosu'nu keşfeder. Vítězlav Nezval'ın 'Sıradan Asker'in Öyküsü' ve Jiří Mahen'in 'Sikteki Enkaz' oyunlarını sahneler. İlk üretimi olan 'Kolalanmış Kafalar'ın çalışmaları sırasında gelecekteki eşi Eva Svankmajerova ile tanışır ve Kasım ayında evlenirler.

1962-63: Semafor Tiyatrosu'nun koridorlarında, çizimlerinden ve guajlarından oluşan ilk sergisini açar. Ressam 'Vlastimil Beneš' ve heykeltraş 'Zbyněk Sekal' onu 'Maj' grubuna davet eder. İlk kez Paris'e gider. Semafor Tiyatro yönetimiyle çıkan bir anlaşmazlık yüzünden 'Maskeler Tiyatrosu'nun diğer üyeleri ile birlikte Prag'taki 'Laterna Magika' tiyatrosuna katılır. Emil Radok'la oyun yazmak adına sık sık bir araya gelir. Kızı Veronika aynı yıl doğar.

1964: Magika Laterna'dan, ilk filmi 'The Last Trick'i yapmak üzere içinde Eva'nın da olduğu bir grup Kara Tiyatro üyesiyle ayrılır.

1965: Svankmajer'in ikinci filmi olan 'J.S.Bach’s Fantasy in G Minor' çalışmasının soyut set tasarımı için farklı tekniklerle bir dizi yontu üretilir. Yapımcı A.Hans Puluj'un davetlisi olarak 'A Game With Stones' filmini çekmek üzere Avusturya'ya gider.

1966: Dördüncü kısa filmi olan 'Punch and Judy'yi çeker. Film, Svankmajer'in kendine özgü hızlı ve Eisenstein'cı kurgu stilinin avantajlarından yararlandığı ilk film olur. Aynı yıl, başka bir kısa film olan 'Et Catera'yı çeker.

1967: Svankmajer, efsanevi Bohemian İmparatoru II.Rudolf'a adadığı Historia Naturae'yi çeker. II. Rudolf filmi pek çok açıdan etkilemiştir; özellikle onun sahip olduğu ezoterik hayvan ve nesne koleksiyonu, filmin ana konseptini oluşturmuştur. Rudolf'un avlu ressamı, İtalyan öncü sürrealistlerden Guiseppe Arcimboldo'dur.

1968: Sırasıyla çektiği dört dikkate değer film, onun Mannerism'den sürrealizme geçişini vurguşar. 'The Garden' çalışmasını ilk sürrealist filmi olarak kabul eder. Bu çalışmayı, The Flat, Picnic With Weissmann ve A Quiet Week In The House filmleri izler. Tüm bu filmler, tuhaf, alternatif bir evrende geçer ve insan dünyasının cansız nesnelerle şiddet dolu ilişkisini konu alır. Bu tutum, Svankmajer'in sonraki filmlerinin de esas unsurunu oluşturur. Sovyet istilasından sonra Svankmajer ailesi, yapımcı A.Hans Pull'un misafiri olarak Çekoslavakya'dan Avusturya'ya kaçarlar. Svankmajer, Picnic With Weissmann filmini onun yapımcılığında çeker.

1969: Svankmajer Prag'a geri döner ve gizemli A Quiet Week In The House filmi ile orta metraj 'Don Juan' filmlerini çeker. Yeniden kuklacılık özüne döndüğü bir çalışmadır Don Juan.

1970: Svankmajer ailesi, kuramcı Vratislav Effenberger'le görüştükten sonra sürrealist gruba katılırlar. Svankmajer'in o yıl çektiği 'The Ossuary' filmi, ünlü Sadlec 'kemik kilisesi'nin yüzüncü yılını vurgulayan bir örnek olarak ortaya çıkar. Ancak film, resmi bir sorun yaratır. Bu yüzden filmin bir Çek rehberine ait olan 'orijinal narasyon' ses bandı, Zdenek Liska'nın müziği ile değiştirilir. Svankmajer ayrıca 'Cinoherni Klub' tiyatrosu için set tasarımlarına başlar.

1971: Lewis Caroll'un evrenini ilk kez tanıtladığı Jabberwocky filmini çeker. Aynı yıl 'The Birth of the Antichrist' yapıtında kullandığı üç boyutlu kolaj deneylerine başlar.

1972: 'Leonardo's Diary' filmini çeker. Onun en az kışkırtan çalışmalarından biri de olsa bu filmin, 'Rude Pravo' isimli komünist Çek gazetesindeki iğneleyici bir haber içeriğinde sansürlenmesi istenir.

1973: Svankmajer, 'The Castle of Otranto' filminin yapımına ve oyuncu seçimine karışan, önceki pek çok filminin de destekçisi olan Krátký filmcilikten kızgın bir tavırla istifa eder. 1979 yılına kadar yönetmenlik yapmayacaktır. Araya giren dönemi ise 'sinema yapmaktan 'zorla' dinlenmeye alındığı bir dönem' olarak tanımlayacaktır. Ancak yine de sonraki on yılını diğer Çek filmlerin yapımına ve efekt tasarımlarına yardım ederek geçirecektir.

1974: Svankmajer, sonraki çalışmalarını ve tüm sanatsal felsefesini etkileyecek olan tactile deneylerine başlar.

1975: Oğlu Vaclav dünyaya gelir. 'The Future Belongs to Masturbation Machines' isimli denemesi, Fransız antolojisi 'La Civilisation Surrealiste' de basılır. Denemede öne çıkan fikirler, yirmi yıl sonra Conspirators of Pleasure filminde genişletilerek kullanılacaktır. 'The Restorer' adını taşıyan tactile oyun, Çek sürrealist grup tarafından kabul edilir.

1976: Jan ve Eva Svankmajer, 'J,E' ve 'E,J Kostelec' takma adlarını kullanarak seramik üretmeye başlarlar. Erotik bir kolaj olan 'Physical Education in the Service of Eroticism and Militarism', 'Spartakiada' sergisinde diğer pornografik eserlerin yanındaki yerini aldı. Kolajında öne çıkan fikirler, onun 'The Death of Stalinism in Bohemia' filminde yeniden kullanılacaktır.

1977-78: Svankmajer, pek çok 'tactile' yapıtını bu dönemde üretir. Üretilenler arasında tactile kolajlar, çizimler, bir takım nesneler, Çek sürrealist grubun portre kolajları vardır. Ayrıca 'Like the Touch of a Dead Trout' ve 'Perversions for Five Senses' isimli tactile senaryolar da aynı yıl kaleme alınır.

1979: Svankmajer nihayet, orjinal şartnamedeki haliyle 'The Castle of Otranto' filmini tamamlar.

1980: 'Tactile' deneyleriyle Edgar Allen Poe'nun bilinen öyküsünü harmanladığı 'The Fall of the House of Usher' filmini çeker. Çoğunlukla cansız nesnelerin yer aldığı bu filmi 'The Morphology of Fear' isimli tactile deney çalışması izler.

1981: Jan ve Eva Svankmajer, Alman sınırı yakınlarında Horni Stankov'da terkedilmiş bir şato satın alırlar ve şatoyu özenle sürrealist bir saray haline getirirler.

1982: Svankmajer, aynı zamanda en çok bilinen 'Dimensions of Dialogue' filmini çeker. Birkaç büyük uluslararası festivalde ödül kazanan bu film Çekoslavakya'da yasaklanmakla kalmaz aynı zamanda Çekoslavak Komünist Partisi'nin Merkez Komitesi İdeoloji Kurulu tarafından da 'bir film nasıl çekilmemeli' tanımına örnek olarak gösterilir. Bunun sonucu olarak Svankmajer, Slovakya'da 'Down to the Cellar' filmini yapmak zorunda kalır.

1983: İkinci Poe uyarlaması olan 'The Pendulum, The Pit and Hope' filmini çeker. Bu filmin grotesk sahne tasarımından Eva Svankmajerova sorumludur. Jan Svankmajer o yıl, kendi tactile deneylerini anlatan 'Touch and Imagination' kitabının kaçak kopyasını yayınlar.

1984: İngiliz dördüncü kanalı, 'The Cabinet of Jan Svankmajer'i' yayınlar. Ketih Griffiths tarafından yapılan belgesel, aynı zamanda Quay Brothers tarafından çekilen bir dizi animasyonla birlikte gösterilir. Griffiths daha sonra Svankmajer'in filmlerinde, genellikle de yürütücü yapımcı olarak görev alacaktır.

1985-87: Svankmajer, Lewis Caroll'un 'Alice in Wonderland' yapıtından uyarladığı ilk uzun metajlı filmi Alice'i çeker. Aynı zamanda o yıllar içersinde tactile şiirlerine başlar. Çektiği kısa filmler ilk kez İngiltere'de yayınlanır.

1988: 'Virile Games' filmini çeker. Film, futbol şiddetinin günümüzde taşıdığı önemi konu alır. Aynı yıl, Hugh Cornwell'in 'Another Kind of Love' şarkısına klip çeker. Film, İngiltere müzik listesinde 71.sıraya kadar yükselir. Bununla birlikte MTV'ye yaptığı iki sanatsal ara geçişten ilki olan 'Meat Love' çalışmasını üretir.

1989: Birkaç önemli uluslararası festivalden ödüllerle döndüğü 'Darkness-Light-Darkness' filmini çeker. MTV'ye ikinci ara geçiş olarak tasarladığı Flora çalışmasını bitirir. Film, onun en kısa çalışması olarak tarihe geçer. Animated Self Portraits isimli film antolojisine katkıda bulunur.

1990: Svankmajer, Çekoslavakya'daki devrim sonrası durumu anlatmak üzere iki çalışma sunar. Bunlardan ilki, 'To Renounce the Leading Role' ismini taşıyan bir makale, diğeri ise 'The Death of Stalinism in Bohemia' isimli filmdir. İkincisi BBC'de kendisi ile ilgili çekilen bir belgesel içersinde gösterilir. Annecy Film Festivali'nde 'Dimensions of Dialogue' filmi, festivalin tarihinde gösterilen en iyi film ödülünü kazanır.

1991: Svankmajer ve sürekli prodüktörü Jaromir Kallista, Knoviz köyünde eski bir sinema satın alarak 'Athanor' film stüdyolarını kurarlar. Amaçları, orjinal Çek filmlerine yapım yardımı sağlamaktır.

1992: Svankmajer Dördüncü Kanal'ın çekimlerinden döner dönmez yirmi yıl önce senaryosunu yazdığı 'Food' filmini çeker. 'The Welsh Arts Council' organizasyonluğunda gerçekleşen 'The Comminication of Dreams' sergisinde ilk kez Eva ve Jan'ın film dışındaki çalışmaları İngitere'de sergilenir.

1993: İkinci uzun metraj filmi Faust'u çeker. Filmin çekim süresi, planlanan zamanın ötesine taşar. Çünkü çekimler sırasında iki film çalışanı, bilinmeyen nedenlerden dolayı intihara kalkışır. Biri ölür. Ayrıca kameraman Svatopluk Maly'in ayağı takılır ve kamera ile beş dişini birden kırar. Filmin Başrol oyuncusu Petr Cepek ölümcül bir hastalığa tutulur ve filmin gösterime girdiği hafta ölür. Yapımcı Jaromir Kallista'nın arabası çalınır ve hırsız çaldığı arabayla Kallista'nın köpeğini ezerek öldürür. Svankmajer, tüm bu kazalardan filmi Faust'u sorumlu tutar.

1994: Faust, Cannes Film Festivali'nde yarışma dışı gösterilir. Svankmajer, simyasal yontular içeren bir simya dolabı hazırlamaya başlar. 'Touch and Imagination' kitabının genişletilmiş versiyonu basılır.

1996: Üçüncü uzun metrajı 'Conspirators of Pleasure' filmini çeker. Cinsel fantezinin esaslarını arayan altı kişinin erotik hobisi üzerine kurulu film, grotesk bir kara komedi olarak tarihe geçer. Filmin bitiş jeneriğinde Marquis de Sade, Leopold von Sacher-Masoch, Luis Buñuel, Max Ernst, Sigmund Freud and Çek seksolog Bohuslav Brouk'a 'özel danışman' unvanı verilir. Film, Svankmajer'in tactile kuramlarını ve deneylerini konu aldığı gibi onun 72'de hazırladığı Švankmajer Encyclopaedia'da bulunan mastürbasyon makinelerinden de ilham alır.

1997: San Francisco Film Festivali'nde tüm çalışmalarını kapsayan 'The Persistance of Vision' ödülünü alır. Yaz boyunca, kendi galerisinde sergilediği çalışmalar da olmak üzere oluşturduğu tüm yapıtlar, beş Prag sergisinde teşhir edilir. Svankmajer aynı yıl kolaj (Eros and Thanatos, The Miracle of the Desert, Negative Maldoror) ve frotaj çalışmalarına devam eder.

1998: Jan ve Eva Svankmajer, 'Anima, Animus, Animasyon' adını verdikleri büyük bir sergi açarlar. Svankmajer ilkbaharda Çek masalı Otesanek'in çalışmalarına başlar.

1999: Vaclav Svankmajer (oğlu) Fish 073 adını taşıyan ilk kısa filmini çeker.

2000: Svankmajer'in en çok ulaşılabilen filmi olan Little Otik tamamlanır ve gösterime girer. Film, çocukları olmayan çiftin bir kütüğü evlat edinmelerini sekiz yaşında erken gelişmiş bir kızın psikolojik gelişimiyle paralel olarak anlatır. Filmin asıl ilham kaynağı ise Eva Svankmajerova'nın önceden ürettiği bir animasyon çalışmadır.

2001: 'Heykel ve Resmin Tarihi' konulu, Çek televizyonunda 13 bölüm olarak gösterilen belgeselde Svankmajer ailesinin çalışmalarına yer verilir.

2002: Jan ve Eva Svankmajer, Fransa'daki Gothic Annecy Kalesi'nde 'Mouth to Mouth' isimli sergiyi düzenler.

2003: Kuklacılık ve sinemayı geniş kitlelere kazandırdığı gerekçesiyle kendisine Prag Güzel Sanatlar Fakültesi tarafından fahri doktora unvanı verilir.

2004: Svankmajer'in 70.doğum günü 'Food' isimli büyük bir sergiyle Prag Kalesi'nde kutlanır.

2005: Beşinci uzun metraj filmi olan Lunacy'yi tamamlar. Filmin Kasım'daki gösterimine, 20 Ekim günü Eva'nın ölümü gölge düşürür.

2006: Svankmajer, kendisi ve karısının çalışmalarından oluşan bir seri filmi 'Thessaloniki Film Festivali'nde gösterir. Lunacy, en iyi yabancı film oskarı için aday gösterilir ancak başarısız olur.

2007: Svankmajer, altıncı uzun metrajı olacak 'Surviving Life' isimli filmi için çalışmalara başlar.

2010: 'Surviving Life' filmini tamamlar.

12 Haziran 2008 Perşembe

"Faust Filmini Sürrealist Arkadaşlarıma Gösterdiğimde İçlerinden Biri Bağırmaya Başladı: Aman Tanrım, Yine Yemek!"




Çeviri: Tan Tolga Demirci

Eva ve Jan Svankmajer söyleşisi


Soru: Sürekli mitler ya da masallar üzerine çalışıyorsunuz. Otesanek fikrini ilk nereden edindiniz ve onun bir film uyarlaması olabileceğini nasıl anladınız?

Yanıt: İlk kez bu mit üzerinde 80'lerin ortasında çalışmaya başladım. O sıralar mitler üzerine bir kitap yazıyordum. Karım Eva'nın da büyük yardımı oldu elbette. Kendisi bir animasyon film yapmak istiyordu. Seçtiği hikaye, benim de çok sevdiğim bir hikayeydi... Çoğu zaman masallardan beslendiğim doğru, özellikle kozmolojik masallar... Otesanek miti, doğaya karşı ayaklanma ve bu ayaklanmanın trajik sonuçları üzerine kurulu Faust miti kadar ve hatta ondan çok daha eski mitlerden biridir. Söz konusu ayaklanmayı eleştirmiyorum çünkü ayaklanmasız yaşam yoktur. Derdim sadece insanların, konusu geçen ayaklanmanın dramatik boyutlarını anlayabilmesi ile ilgili. Bununla birlikte Otesanek hayal gücüne dayalı bir film ve filmin anlamıyla ilgili kesin yorumlara sahip değilim. Bu film ya da daha önceki tüm çalışmalarım, istenildiği gibi yorumlanabilir. Çünkü 'bilinçaltı' ve 'bilinçdışı', ürettiğim işlerin tamamında etkin haldedir. Filmin sonunda kendimi izleyici gibi hissetmesini severim, çıkan işe bakar ve burada ne yaptığımı sorarım kendime. Ya da çektiğim filmin ne hakkında olduğunu...

Soru: Film yapım günlüklerinizde gördüğünüz pek çok düşü açık ve net olarak tanımlamışsınız. Bilinçdışınız, yaptığınız işler adına büyük bir kaynak olmalı.

Yanıt: Kesinlikle! Bu bir öncelik. Aslında 'bilinçsizlik' tanımını tercih ederim. Bilinçdışımdan gelen her türlü imgeyi kullanırım. Çünkü o imgelerin saflığına inanırım. Bilincinizle ürettiğiniz her şey gerçeklik tarafından etki altına alınmıştır. Sadece gerçeklik tarafından da değil, eğitim ve alınan terbiye tarafından... Ama kişinin içinde saklı olan 'asli tecrübeler', yaşanan diğer tecrübelerin en az yozlaşmış olanlarıdır. Gerçek yaratım, filmin doğru biçimde çekilmesiyle başlar. Tüm bunların hazırlanış süreci rasyoneldir. Film çekme süreci tam anlamıyla başladığında 24 saat filmle yatıp kalkmaya başlarım. Uyuduğumda, yemek yediğimde, düş gördüğümde esinlenme sürecim de başlamış olur. Asla senaryoyu baz alarak çekim yapmam, senaryoyu sadece diyaloglar için kullanırım. Çekim sürecinde 'bilinçsizlik' halimden gelen içerikle iş birliği yapmaya koyulurum. Tüm bu malzeme, filmi zenginleştirmeye başlar. Çekime başladığımda özgün senaryoda ne yazdığımdan yola çıkarak farklı bir senaryo yazarım. Her yer, tuttuğum notlarla dolmaya başlar. İlk yazdığınız senaryo üzerinden gitmek, sadece soğuk bir tecrübedir. Önemli olan film sürecinde yeniden yaratabilmek ve doğru filmi çıkarabilmektir. Kendi senaryonuz bile olsa sadece onun izinden gittiğinizde bir devlet memurundan farkınız kalmaz. Açıkçası 70'li ve 80'li yıllardaki Çekoslavak politik ikliminde yazılan senaryoların onaylanması gerekiyordu ve tabii filmler de onay aldıkları senaryodan oldukça farklı biçimlerde çekiliyordu. Bu durum, otoriteler tarafından büyük sorunlara neden oluyordu. Neyse ki böyle bir dönemi yaşamıyoruz şu anda.

Soru: Eva'ya (karısı) sormak istiyorum. Senaryo aşamasında Jan'la nasıl bir ortak çalışma içersine girdiniz?

Eva: Her zaman korku hikayeleri anlatmak istemişimdir. Çocuklara, hatta kendi çocuğuma bile korkunç gelebilecek bu proje üzerinde daha önceleri de çalışmıştım. 'Otesanek' anlatmak istediğim 'şey' açısından gerçekten de muhteşem bir malzeme içeriyordu. Ben de öyküyü Jan'a verdim, okudu, beğendi ve böylece öyküyü film dokusunda yeniden üretti.

Soru: Peki bay Svankmajer, masalın, filminizdeki Alzbetka karakterini geliştirici bir yapısı olduğuna inanıyor musunuz?

Yanıt: Bildiğiniz gibi orjinal Otesanek masalını filmimdeki çocuk kahraman (Alzbetka) iki boyutlu bir çizim kitabında okuyor. Bir tür anlatıcı yani. Okuduğu hikayenin, dolayısıyla filmin hikayesinin nereye gideceğini sadece o biliyor. Hikayenin taşıdığı mitsel boyut derinlerden yükselerek giderek kendini hayatın içine taşıyor. Alzbetka bu durumu durdurmaya, öykünün gidişatını değiştirmeye çalışıyor. Tabii her şeye rağmen mit, kendi mantık boyutlarında sürüp gidiyor. Bir bakıma çektiğim bu film, mitlerin ne kadar güçlü olabileceği ve onlarla sürdürdüğümüz savaşın ne derece şiddetli olabileceği üzerine kurulu. Filmdeki yaşlı kadın, masalı bilen diğer bir karakter ve o da mit'in esareti altına girerek kendisinden istenenleri yapmak zorunda kalıyor. Filmin sonu ise açık kaldı; yaşlı kadın, mit'in kendisine buyurduklarını yerine getirebiliyor mu yoksa getiremiyor mu sorusunun yanıtını izleyiciye bıraktım...

Soru: Açıkçası siz, 'gerçek hareketle' animasyonu birleştiren en tanıdık yüzlerden birisiniz. Ama sanıyorum, Little Otik bu anlamda diğer filmlerinizden biraz daha farklı. Çünkü filmde pek çok oyuncu yer alıyor. Oyuncularla, özellikle de Alzbetka karakterini oynayan Kristina Adamcová ile iletişiminiz nasıl oldu?

Yanıt: Küçük kız için kafamda çok spesifik bir imge vardı. Kızın, karım Eva'nın sekiz yaşındaki hali gibi görünmesini istiyordum. O kızı bulabilmek için fotoğrafçımla birlikte pek çok okulu ziyaret etmek zorunda kaldım. Çok fazla kişi testten geçti. Alice'deki tecrübelerimden sonra eğitimli bir çocuk oyuncu istememeye karar vermiştim. Çünkü 'öğretilmiş' bir tavra, tarza ve terbiyeye sahip oluyorlardı genellikle. Little Otik'in DVD sinde, Adamcová ile yaptığımız çalışma testlerini bulabilirsiniz. Oldukça zorlu bir dönem geçirdik, kendisi günden güne çok daha iyi bir konuma geldi ve filmde de iyi iş çıkardı.

Soru: Günlüklerinizde Adamcová'yı harıl harıl çalıştırdığınıza dair pek çok şey okuduğumu hatırlıyorum.

Yanıt: Bazen onu öldürmek bile istedim!

Soru: Jan ve Eva'nın çalışmaları, gerçek bir 'işbirliği' izlenimi veriyor. Ne dersin Eva?

Eva: Jan'la birlikte çalışmaktan çok mutluyum. Çünkü o birlikte çalışmaktan haz duyacağınız biri. Başka bir yönetmenle çalışmak istemezdim. Çünkü Jan, ben çalışma halinde iken bile bir şeyleri görebiliyor. Başka yönetmenlerle de çalıştım ama asla ürettiğim materyal ile ilgili tepkilerini tam olarak hissedemedim. Jan'ın hisleri benim için her zaman doğru yol olmuştur.

Soru: Bay Svankmajer, kendi sürrealist çalışmalarınızda tekrar tekrar değindiğiniz pek çok tema var. Sadece 'yemek' ve 'yamyamlık' üzerine olanlara odaklanabildim. Little Otik filminin bu metaforu nasıl genişlettiğine inanıyorsunuz?

Yanıt: Yemek yemenin sürekli tekrarladığım temalardan biri olduğu konusunda haklısınız. Bu bir takıntı bende. Takıntıların bastırılmadıklarına inanıyorum. Bendeki yemek takıntısı çocukluğuma dek uzanıyor çünkü hiç yemek yemeyen bir çocuktum ve ailem tarafından 'beslenme kamplarına' gönderilmiştim. Kampların görevi, çocukları şişmanlatmaktı. Çok ilginç ama Faust filmini sürrealist gruptaki arkadaşlarıma gösterdiğimde içlerinden biri 'aman tanrım! Yine yemek' diye çığlık çığlığa bağırmaya başladı. Ben de gayet sakin 'hani nerde' diye sordum. Gerçekten de filmdeki yemek ayrıntısını farkedememiştim. Little Otik, pek çok biçimde 'mutlak yiyicilik' üzerine bir çalışma. Dikkat etmişseniz Otik sadece her şeyi yiyerek silip süpürmüyor, aynı zamanda sürekli yakıp yıkıyor. Uygarlığın her şeyi yok eden mantığını sembolize eden bir durum bu. Otesanek, kabaca 'yemeği' anlatıyor ama daha da çok yok etmenin zihniyetini...

Soru: Hiç yemek yemeyen bir çocuk olduğunuzu söylediniz. Ben ise sizin filmlerinizi izledikten sonra yemek yemeyi bıraktım. Ayrıca son filminizdeki 'sahte reklamları' izlemekten büyük zevk aldığımı söyleyebilirim. İçinde yaşadığımız tüketim kültürü üzerine güçlü vurgular taşıyordu.

Yanıt: Tüketim kültürü, uygarlığın son aşamasıdır. Toplum bir yüzyıl daha yaşamaya devam edebilir belki ama bu konformist ve tüketen yaşam biçimi, uygarlığın sonunun yavaş yavaş geldiği sinyallerini veriyor. İnsanlığın öleceğini söylemiyorum elbette ancak şu anda sahip olduğumuz uygarlığın sonunu yavaş yavaş izlemeye başladığımıza inanıyorum. Örneğin terörizm, uygarlık içinde var olan 'eşitsizliğin' sonuçlardan sadece biri.

11 Haziran 2008 Çarşamba

"Filmlerim Zihni Değiştiren Bir Tür İksirdir"



Çeviri: Tan Tolga Demirci

Soru: El Topo filmi niçin yeniden piyasaya sürüldü?


Yanıt: Allen Klein'la 25 yıllık mücadelemden sonra nihayet dostça bir anlaşma yaptık. Birkaç ay sonra New York'a El Topo'nun renk düzeltmesi için gittim. Allen Klein'ın kızıyla mükemmel bir iş çıkardık. Kızın adı Robin... Hazırladığımız DVD içersinde üç filmim var, Fando & Lis, El Topo ve Holy Mountain. Ayrıca 24 yaşında ilk çektiğim filmin kamera arkası görüntüleri var. Bir Thomas Mann öyküsüydü bu, 'The Tide' adını taşıyan bir tür pandomimdi. Bunun dışında DVD içersinde röportaj ve yorumlar da var tabii.

Soru: Allen Klein'la sorun tam olarak neydi?

Yanıt: Benden bir film çekmemi istedi ve ben de çekmeyeceğimi söyleyip ondan kaçtım. O da eğer onu bırakırsam El Topo'yu kimsenin görmesine izin vermeyeceğini söyledi. Yıllarca savaştık. Sonra bir gün telefonda konuştuk ve o kadar parayı birbirimizden nefret etmediğimiz için harcadığımızı anladık. Barış imzaladık. Eski düşmanımı görmek için onu ziyarete gittim. Kapıyı açtığında benim güzel bir insan olduğumu, canavarın teki olmadığımı söyledi. Ben de ona 'sen de bir canavar değilsin, hatta tinsel bir üstatsın' dedim. Şimdi yaşlandık. Aradan 30 yıl geçti. Artık dostuz. En iyi dostun, en iyi düşmanındır her zaman.

Soru: Nasıl bir teknik çalışmaya girdiniz filmleri yeniden piyasaya sürerken?

Yanıt: Stüdyoda istediğim renklendirmeyi sağlayabilecek yeni makineler vardı. Filmi yaptığım sıralarda teknik bu derece ileri değildi. Bazı görüntüler karanlıktı ve kimi sahneler ise durağan... Ben de sahnelere hareket kazandırdım. Harika oldu. Hayatımda ilk kez istediğim resmi yakalamış oldum. Üç filme de aynı yöntemi uyguladım. İlk film siyah beyazdı ve çok sorunu yoktu açıkçası. Ama El Topo problemliydi çünkü renklerinde iş yoktu. Holy Mountain da şimdi tıpkı bir resim gibi oldu.

Soru: John Lennon, filmlerinize hayrandı.

Yanıt: Ona büyük bir teşekkür borçluyum çünkü El Topo ile ilk kez Amerika'ya geldiğimde büyük şirketler filmi gösterim için olanaksız bulmuşlardı. O aralar biri filmi John Lennon'a göstermiş ve o da filmi çok sevdi. Yoko Ono ile yaptığı kendi filmini benimki ile birlikte halka gösterdi. Bu bir geceyarısı gösterimiydi, ilk kez bir filmim geceyarısı gösterime girmişti. Çünkü genelde 'Pembe Filamingolar' gibi filmler o saatlerde gösterime giriyordu. Amerikalılar buna 'geceyarısı ayini' diyorlar... Bir yıl sonra Allen Klein filmin haklarını satın aldı. John Lennon beni onunla tanıştırmış ve bana istediğimi yapmam için gereken parayı vermesini söylemişti. Meksika'da muazzam bir film yaptım o parayla, Holy Mountain'i... Filmi kimse anlamadı ve hiçbir zaman gösterime girmedi. Oysa Marilyn Manson filme bayılıyor. Filmden o kadar etkilendi ki kliplerinde o filmin izlerini bulabilirsiniz.

Soru: Marilyn Manson'un evlilik seramonisini de siz yönettiniz değil mi?

Yanıt: Evet, benden seramoniyi idare etmemi istedi, hem de Holy Mountain'daki simyacı karakteri olarak. Ona 'dinle bay Manson' dedim, 'filmin üzerinden yirmi ya da daha çok yıl geçmiş olmalı. Şu anda o kostüm bende yok.' O da beden ölçülerimi istedi. Sonra onunla 'evlenmek' için İrlanda'ya geldiğimde kostüm beni bekliyordu. Bu onun rüyasıydı. Böylece filmim daha anlaşılır hale gelmişti.

Soru: Peki Allen Klein'ın çekmenizi istediği film ne üzerineydi?

Yanıt: Benden 'Story of O' isimli romanı sinemaya uyarlamamı istedi. Cinsel içerikli bir şeyler çekmek istemediğimden önerisini reddettim. Çünkü fazlasıyla feministim. Köle olan bir kadının filmini çekmek istemedim. El Topo'yu yaptığım sıralarda tam bir güney Amerikan maçosuydum. Holy Mountain zamanı ise kadınlara verdiğim önem artmıştı. Onlara kötü davranmanın gereksizliğini anlamıştım. Allen, projesinde ısrar edince de kaçıp gittim. Bu açıdan baktığınızda kızmakta haklı belki çünkü El Topo ve Holy Mountain'a dünyanın parasını yatırmıştı. Doğal olarak benimle büyük işler yapmak istiyordu. Ben de kaçtım.

Soru: Filmlerinizi ilk kez görecek olanlara ne önerirsiniz?

Yanıt: Ben bir sanatçıyım. Şimdilerde filmler sanatçılar tarafından değil şirketler ve multimilyonerler tarafından çekiliyor. Sinemada sanat ortadan kalkmış durumda. Günümüzde sanatçı geçinenler bir film çektiklerinde, bunu o filmi müzede saklamak adına yapıyorlar. Benim için müzeler, mezarlıklardır. El Topo bir western, Holy Mountain ise bir 'dağcı' filmidir, dağlara tırmanmayı konu alır. El Topo modern bir filmdir. İşte bu yüzden asla yaşlanmıyor. Holy Mountain ise ancak on yıl sonra anlaşılıp doğru yerlere oturtulacak bir film.

Soru: Bir sonraki projeniz nedir?

Yanıt: 'King Shots' adında bir gangster filmi. Çok fazla oyuncu bu filmde yer almak istedi. Marilyn Manson, 300 yaşındaki papayı oynayacak. Prodüksiyon öncesi çalışmalar sırasında Nick Nolte aradı; Santa Sangre'yi gördüğünü ve benimle çalışmak istediğini söyledi. 'Size ne kadar ödemeliyim' diye sorduğumda, paranın önemsiz olduğunu söyledi. Filmi Romanya ve Leone'nin de çalıştığı İspanyol çöllerinde çekmek istiyorum. Filmde, çöl ortasında bir gazino olacak ve tüm gangsterler gazinoda kumar oynayacaklar. Sonra çölde King Kong büyüklüğünde bir adamın iskeletini bulacaklar. Bir zamanlar Abel Cain isminde, 'El Topo'nun Oğlu' olarak da düşünebileceğiniz bir film yapmak istemiştim. Ama gereken parayı toparlayamadım. Çok pahalı bir işti. Biliyorsunuz, ben sanat yapmaya çalışan fakir bir şairim, kişisel filmler çekmek isteyen bir şair... Filmlerimin, 'zihni' değiştirebilen bir tür iksir olduklarına inanıyorum. Aptal olarak girip de salak olarak çıkılan filmlerden nefret ediyorum. Oysa benim filmlerim gördüğünüz dünyayı sizin için tamamen değiştirebilir. Benim için sinemanın anlamı budur.

"Acapulco Film Festivali'nde Beni Linç Etmeye Kalktılar"




Çeviri: Tan Tolga Demirci



Soru: İlk olarak şunu sormak istiyorum. Sizce ilham nereden gelir? Sizin fikirlerinizin kaynağı nedir?


Yanıt: İlham, hayal gücünden gelir. Hayal gücü nedir? Bunu gerçekten de bilmiyoruz. Bilinçdışımızdan mı geliyor, kesinlikle öyle olmalı.

Soru: Sizce fikirler, birden çok kişi ile birlikte olduğunuzda mı yoksa yalnızken mi daha kolay akabiliyor?

Yanıt: 'Zor' ya da 'kolay', kavramlarına insanoğlunun ruhunda yer yoktur. Bir çiçek düşünün. Çiçek herhangi bir zorluk olmadan açar. Kolaylık ya da zorluk söz konusu değildir, sadece açar işte. Sanatsal yaratım da böyledir, çiçekler gibi. Beklersiniz ve sonra fikirler açmaya başlar. Bunu yönetmek olanaksızdır. Tek yapmanız gereken, kendi içinize doğmaktır. Ben de kendi akli dünyamda yaşıyordum. Sonra sınırlarımı farkettim. Her türlü sınıra sahiptim, ailemin bana verdiği, toplumun bana verdiği, dünyanın, dilin bana verdiği, İspanyol dilinin bana verdiği sınırlar... Sonra bu akılcı limitleri kırmaya başladım. 'Lucid' düşler, 'guru'larla geçirdiğim tecrübeler, üstatlar, araştırmalar, meditasyonlar... İki kez LSD kullandım, iki kez de mantar, Meksika'daki Hintli üstatlarla birlikte. Sonra birdenbire aklın duvarları çökmeye başladı. Sınırları birer birer yok ediyordum. Bilinç ve bilinçdışı arasında bir köprü kurdum. Benim için bu ikisi birlikte işliyor. Bilinçdışı, bir düşman olmaktan çıkıp müttefikim haline geldi. Ne zaman ona bir fikir sorarsam sorayım, tıpkı bir çiçek gibi açtı. Hem de hiç çaba göstermeksizin. İsterseniz size de kanıtlayabilirim. Bana bir şey sorun ve size bir şey keşfedeyim. Şimdi, burada!

Soru: Hayatınızda somut gerçekliğin önemi nedir?

Yanıt: Gerçeklik... Somut gerçeklik yoktur. Gerçeklik diye bir şey yoktur. Dinleyin. Burada görmekte olduğunuz her şey, şu kız, şu masa, şu göl, şu duvarlar elli yıl sonra burada olmayacak. Bizler de öyle. Elli yıl sonra gördüklerinizden geriye hiçbir şey kalmayacak. Bu bir yanılsama, tıpkı düş gibi. Her şey değişiyor ve ortadaki tüm somut gerçekler ortadan kalıyor. Her saniye değişiyorlar. Tüm hissettiğim bu. Bir gün sizin yaşınızdayken düş görmeye başladım, düşün içinde giderek berraklaştım ve kendime düşün içinde düş gördüğümü söyledim. Sonra o günden sonra 'lucid' düşler üretmeye başladım. Bilincim açıkken ürettiğim o düşlerin içinde tecrübeler kazanmaya başladım. Bana kim olduğumu sorarsanız size kim olduğumu bilmediğimi söylerim. Ben tanımı olmayan bilincim... Kendi hakkımda hiçbir mutlaklık yok. Bir şeyin içindeyim aynı zamanda değilim. Kendi kişiliğimin içindeyim ama 'kendi kişiliğim' değilim. Kendi dil yapımın içindeyim ama dilin kendisi değilim. Hiçbir milliyete ait değilim. Adım yok, cinsiyetim yok, hiç bir açıklamam yok. Somut gerçeklik tanımım bu benim.

Soru: El Topo'yu çekmeye hazırlanırken yazdığınız bir şeyi okumuştum, film için 'yeryüzünün düşleri' ile ilintili olan mekanları araştırıyormuşsunuz.

Yanıt: El Topo'yu 30 sene önce yaptım. O ben değildim. O ölen biri. Şimdi yeniden doğdum. Ben kendim değilim ama El Topo'yu yapan adama saygım sonsuz. O adam araştırıyordu. Kendisini araştırıyordu ve kendisini bulabilmek için o filmi çekti. O zamanlar, yani orada olduğum o zaman dilimi içersinde bir jip ve fotoğrafçıyla birlikte Meksika'nın kuzeyine doğru yol aldık, düşlerin eyaletine doğru ve rüya gibi yerler keşfettik. Çünkü Meksika'da hep aynı yerde fotoğraf çekerler, hep aynı manzarayı görüntülerler. Kolaylarına geliyor tabii. Ben yeni yerler bulmalıydım, yeni manzaralar. Buldum da. Ama şehrin göbeğinde hep gerçeği görüntüledim; caddelerde çekim yaptım, hırsızların ve canilerin tam ortasında. Santa Sangre'yi yaptım, hem de Meksika'nın en tehlikeli bölgesinde. Çok tehlikeliydi. Hırsızların lideriyle konuştum, ona gerekli ödemeyi yapacağımızı söyledim. Bizden hiçbir kötülüğün gelmeyeceğini anlamıştı. Yine de çok tehlikeliydi. Kamerayla çektiğinizden daha gerçek bir şey yoktur. Ticari bir filmde gerçekliği keşfedebilirsiniz. Ya da sanatsal bir filmde gerçekliğe bir mucize kazandırabilirsiniz. Ama ben, kendi filmlerimi yönetirken ben olmaktan çıkıyorum. Tamamen farklılaşıyorum. Santa Sangre'yi yaparken günlerce günde dört saat uykuyla dolaştım. Kimseyle konuşmadım. Arkadaşlarımı görmek istemedim. Gerçekten de öyle oluyor, film çekerken kadınımla uyumak, onunla sevişmek istemiyorum. Sadece çekim anında insanlarla konuşuyorum hem de tam bir vahşet tonunda! Suçlu vahşeti! Film setinde fikri olan insan anüsü olan insandır. Anüsün ne olduğunu biliyor musunuz? Büzük demek... Eğer insanın bir fikri varsa büzüğü de vardır. Sonra birden bire 'kes sesini!' dersiniz, 'burada fikir falan duymak istemiyorum!' Ben miyim o bağıran, kes sesini diyen? Herkesin bir fikri vardır, oyuncuların, görüntü yönetmeninin, teknik adamların... Herkes fikir birliğinde bulunmak ister! Ama gerçek film şiir gibidir. Kendi şiirinizi yazmanız gerekir. Benim yaptığım gibi. Ben bir cani gibiyim, her istediğimi yapmak için tüm insanlarla kavga ediyorum. Sonra yapımcı geliyor... Of korkunç!

Soru: Peki şu anda kimsiniz? El Topo'da ya da Holy Mountain filmlerinde farklı biri olduğunuzu söylediniz.

Yanıt: Çocuğumu o filmlerde görebilirsiniz. Şimdi yirmi yaşına geldi. Filmde çocuğumun elini kesen adam evli ve iki çocuk babası. Diğer çocuğum 24 yaşında, öldü, artık buralarda değil. Her şey çok çabuk değişiyor. Çocuklarım da öyle. Onlar aynı insan değiller. Hayat değişiyor derken demek istediğim tam da bu. Gündelik hayatta insanlarla özdeş olduğumuzu, asla değişmeyeceğimizi ve bununla gurur duyacağımıza inanıyoruz. Sonra birden değişiyoruz ve özdeşliğimiz yok oluveriyor. Sorun, bazı insanların ölüp elbiselerinin yaşamaya devam etmesi. Bir ruha sahip olmak isterseniz ölür ve sonra yeniden doğarsınız. Kendi içinizde reenkarnasyon yaşarsınız. Yeni biri olup çıkarsınız. Ölümden kendinizi yaratır ve yeni bir insan olursunuz, yeni bir hayatınız ve yeni fikirleriniz olur. Sonra yaratmaya devam edersiniz. 'Masonry'lerde sizi bir tabutun içine koyarlar. Sonra saçlarınızı kesip ayaklarınızı yıkarlar, öncekinden farklı bir isminiz olur. Tüm bu semboller, öldüğünüzü size kanıtlamak içindir. Sonra yeni bir varlık olarak doğarsınız. Belki de sorunuzun yanıtı bu değildir?

Soru: Çektiğiniz her filmin arasında yeniden doğmayı nasıl beceriyorsunuz?

Yanıt: Her filmde, ne isem ya da ne değilsem onu ortaya koyarım. Aramak... Her şey aramakta gizli. Dışa vurumu aramak, bilgiyi, duyguları aramak... Holy Mountain bir kimlik arayışını anlatıyordu. Santa Sangre ise duyguların arayışını. Çünkü ailemin kurbanı gibi hissediyordum kendimi. Sonra sahip olduğum özü nasıl duyumsadığımı araştırmaya başladım. Kendim olan her şeyi bu işe yatırdım. Sonra bir baktım, bomboş kalmışım. Uzun süreler film yapamadım çünkü söyleyeceğim her şeyi söylemiştim. Yeni olan ne idi? Niçin farklı bir film yaparak kendimi tekrar edeyim ki? Ben sosisli sandviç yapmıyorum. Neden 40 film birden çekeyim? John Ford garip bir yönetmendir. Bir, iki filmini görmüşseniz John Ford'un tüm filmlerini görmüşsünüz demektir. Çünkü hepsi birbirinin aynıdır. Neden? Ben sanat filmlerinden söz ediyorum. Eğer ticari film mantığı söz konusuysa yılda bir tane yapabilirsiniz. Bu çok farklı. Ben ticari filmlerden söz etmiyorum. Satış yapmak istediğiniz filmle ya da filmlerle girersiniz o ticaretin içine. Satışa çıkarılan yeni filmler... Bu büyük bir utanç!

Soru: Öyleyse bir arama aygıyıtmışçasına film yapıyorsunuz.

Yanıt: Evet! Kendimi bulmak, ortaya koymak ve dışa vurmak için film yapıyorum. Kendi filmlerimi sevmiyorum. Onları izlediğimde utanç duyuyorum. Asla bir daha çekmek istemiyorum. Hiç sevmiyorum filmlerimi.

Soru: Peki filmlerinizin amacına ulaştıklarını söyleyebilir misiniz? Aradığınız şeyi bulabiliyor musunuz filmlerinizde?

Yanıt: Evet, kesinlikle. Hayatımı değiştirdim. Her film hayatımı değiştirdi, en kötü filmim olan 'Tusk' bile. Onu Hindistan'da çektim, düzenbazın tekiyle, düzenbaz olan yapımcıydı. Bana filmde 'King Kong' gibi yapay olan bir 'fil' kullanacağımı söyledi. Neyse ki sonunda 'normal fil' üzerine anlaştık. Yine de hiçbir şeyim yok söyleyecek. Berbat bir film oldu. Ama o filmden çok şey öğrendim, örneğin fillerle çalışmayı. Filler kesinlikle bizim üstadımız olabilir. Hayvanlar da öyle. 'Tusk' olmasa bile fillerle iletişim kurmak hayatımı değiştirdi diyebilirim. Bununla ilgili bir anekdot anlatayım. Fillerin ömrü 90, 100 yıl kadardır. Hayatları boyunca kendilerine bakan sadece üç kişi vardır yanlarında, biri yemeklerini hazırlar, biri mutlu olabilsinler diye onları yıkar ve sonuncusu ise (karnak) onlara efendilik yapıp sahip çıkar. Tüm bu adamlar ölünceye kadar fillerle ilgilenirler. Orada olduğum süre boyunca kısa boylu bir adam vardı, bacağı delik olan kısa boylu bir adam... Tedavi görmemişti. Hindistan'da onu insan yerine koymuyorlardı. Ölmek üzereydi. Sonra polis memuruna onun için bir şeyler yapmak istediğimi söyledim. Memur da beni bir şey yapmamam konusunda uyardı. Çünkü eğer ölürse insanlar onu benim öldürdüğümü düşüneceklerdi. Ben isteğimde ısrar ettim. Sonra ona gittim, bir karışım vardı elimde, karışımı alkol ve basur kremiyle bir kez daha karıştırdım. En sonunda da elimdeki malzemeyi adamın bacağına sürerek İspanyolca dua ettim. Bir hafta sonra tüm dertlerinden kurtulmuştu. Adamı o karışım sayesinde kurtarmıştım. Sonra fillerle çalışmaya başladım. Onlarla her şeyi yapıyordum, itiyor ya da sürüyordum. 12 filin arasında koştuğum bile oldu. Bir gün polis memuru geldi ve fillerin bakıcısıyla (karnak) kötü bir dilde konuştu. O sırada fil hortumunu kaldırıp polisi dört metre ileri fırlattı, çenesi kırılmıştı adamın. Bir filin ne kadar korkunç bir hale geleceğini o zaman anlamıştım. Bacağına ilaç sürdüğüm adam yüzünden fillerin bana iyi davrandığını öğrendim. Adamın hayatını kurtarmış ve karşılığında da hayatım kurtulmuştu. Bu bir mucize mi? Kesinlikle öyleydi. Fillerin davranış biçimi oldukça ilginçtir ama bunları şimdi anlatmayacağım. Dediğim gibi her film hayatınızı bir biçimde değiştiriyor.

Soru: Neden var olduğunuzu düşünüyorsunuz? Neden insanlar var olurlar? Bir fikriniz var mı?

Yanıt: Tanrının bir oyunu herhalde. Her şey bir oyun. İnsanların var olduklarından emin değilim. Var oluşun anlamından da emin değilim. Aydınlatmamız gerekiyor öyle mi?

Soru: Bu yüzden ne düşündüğünüzü merak ediyorum.

Yanıt: Tüm bu yaşananlar harikulade bir düş. Bizler bir düşün içinde ve o düşün birer parçasıyız. Neden var olduğumuzu yine de bilemiyorum doğrusu. Ama insanın arzularını iyi biliyorum. Söyleyeyim size. İnsanın üç kesin arzusu vardır. Biri, evrenin yaşadığı süre içersinde yaşayabilmek, ölümsüz olarak değil, sadece evrenin yaşadığı milyonlarca yıl kadar yaşayabilmek... Tüm insanlık olarak bunu istiyoruz. Evren ölmeden ölmek istemiyoruz, onunla birlikte ölmek istiyoruz. İkincisi, evreni tam anlamıyla bilmek. Mikrokosmosuyla, makrokosmosuyla, her yönüyle evreni bilmek. Ve üçüncüsü, evrenin şuuru olabilmek, yani evrenin tanrısı olmak... Tüm istediğimiz bu, her birimizin...

Soru: Bunun olabilirliğine inanıyor musunuz?

Yanıt: Elbette. Biz ortak bir var oluşuz. Birey olarak ölümlü varlıklarız. Ama kolektif olarak ölümsüz olabilmemiz mümkün. Öyle değil mi? İnsan ırkı bunu bir gün başaracak. Günün birinde Amerika Birleşik Devletleri, Çin ya da Dünya olmaktan çıkacağız. Hepsi yıkılıp ortadan kaybolacak. Sadece insan ırkı olacağız ve kosmos içinde yolculuğumuz başlayacak.

Soru: Fando ve Lis'in Meksika'daki gösteriminde ayaklanma çıktığını okumuştum. Doğru mu bu?

Yanıt: Beni öldürmek istediler. Çünkü Meksika'da o zamana dek berbat kovboy filmleri yapılmıştı. Onlara adam gibi bir filmle gelince şok oldular. Bunun pornografi olduğunu, ahlaksızca olduğunu düşündüler. Acapulco Film Festivali'nde beni beni linç etmeye kalktılar. Sonra bir araba istettim ve neyse ki kurtuldum ellerinden. Festival yönetmeni Emilio Fernandez beni öldüreceğini söyledi. İki kişiyi öldürmüş o gün. Beni de öldürebilirdi! O gece iki şişe viski yolladım kendisine. Sonra yakın arkadaş olduk. Yaşadığım en büyük çatışmadır bu.

Soru: Sizi diğer filmleriniz yüzünden öldürmek isteyen insanlar da oldu mu?

Yanıt: Yo hayır ama Meksika'da filmlerim her zaman sansürlenmiştir. El Topo'nun 60 dakikası kesilmiştir. Holy Mountain filmi de 40 dakika kadar sansür yedi. El Topo, Cannes Film Festivali'ne katıldığında filmin yarışma için fazla ateşli olduğunu söylediler. Meksika, filmin Meksika'yı temsil etmemesini istedi, daha doğrusu Meksika'yı değil de Meksika sinemasını... Yarışmaya giremedim. Ama sonra kabul ettiler, tamam dediler, anladılar... Genç kuşağın fikirlerini değiştirdiğime inanıyorum. Şimdi daha sanatsal filmler çekmeye başladılar, değiştiler. Bu arada Birleşik Devletler'de 'Santa Sangre' filmi de sansüre uğradı.

Soru: Biliyorum,

Yanıt: Neden peki?

Soru: Bilmem, El Topo'yu ya da Holy Mountain'i kesmemişlerdi oysa.

Yanıt: Belki de ticari bir nedenle sansürlemişlerdir. Zeki bir sansür anlayışınız var.

Soru: Avrupa'dan çok farklı olduğu kesin.

Yanıt: Bu inanılır gibi değil! Birleşik Devletler'de bir video mağazasına gittim. Blockbuster Video... Berbattı. Filmimin 'aile versiyonu'nu basmışlar. Uçaklarda olduğu gibi! Asla uçakta film izlemem çünkü filmi kesip duruyorlar. Sizce de akıllara zarar değil mi bu durum?

Soru: Her yerde böyle.

Yanıt: Günümüzde iyice fazlalaştı! 60'larda ve 70'lerde daha özgürdü her şey. Şimdi Avrupa özgür, Amerika değil! Protestan zihniyeti her yerde. Belki de şiddetten korkuyorlardır, bir çocuğun diğerini öldüreceğinden korkuyorlardır. Buna neden olanın filmler olduğunu düşünüyorlar. Kesinlikle doğru değil! Kötü örgütlenmiş toplumlar bu vahşetin nedeni, filmler değil. Ama her şeye bir suç bulma konusunda üstümüze yok. Biliyorsunuz, öldürdüğünüz hayvan... İngilizcede nasıl diyorsunuz? Önce hayvanı öldürür sonra da onu suçlarsınız.

- 'Günah keçisi'

- Evet, şimdi filmler günah keçisi oldu. Çocuklar arası şiddetin kaynağı da filmler öyle mi? Bu kesinlikle doğru değil!

10 Haziran 2008 Salı

"Breton, Bilim Kurgudan, Rock Müzikten ve Pornografiden Hoşlanmıyordu"



Çeviri: Tan Tolga Demirci

Soru: Gece yarılarına kadar ayaktasınız.

Yanıt: Çalışıyorum, uyumuyorum.

Soru: Gece mi çalışırsınız hep?

Yanıt: Evet, sokak gürültüsü olmaz, böylesi daha iyi.

Soru: 'Incal' isimli kitabınızı henüz bitirdim. Sanırım okumadığım diğer kitaplarınızla bir bağlantısı var.

Yanıt: Koca bir evreni yazdım o kitapta. Yarattığım karakterler, toplum, galaksi...

Soru: MetaBaron'lar...

Yanıt: MetaBaron'un ve ailesinin soy ağacı. Sonra diğer serilerde panteknolojistleri ve tekno-rahipleri ürettim.

Soru: Evrenin Moebius'a göbekten bağlı olduğuna inanıyorsunuz.

Yanıt: Sadece Moebius'a değil, Giminez'e, Janjetov'a...

Soru: Pek çok Amerikalı sizi çektiğiniz filmler sayesinde tanıyor, karikatürlerinizle değil...

Yanıt: Evet, biliyorum.

Soru: Ama karikatürlere karşı hep ilgiliydiniz değil mi?

Yanıt: Her zaman... Film yapmadan önce karikatürle uğraşıyordum. Seviyorum bu işi. Benim için 'sinema' kadar sanatsal değer taşıyorlar, bu da bir etkinlik sonuçta. Hangisinin daha iyi olduğunu bilemiyorum. Benim için modern roman çizgi romandır.

Soru: Ayrıca film çektiğinizde boğuşmanız gereken bir stüdyo çalışması var.

Yanıt: Stüdyo, yapımcı, endüstri, para.. Kendinizi tam anlamıyla yansıtamıyorsunuz hiçbir zaman.

Soru: Karikatür çok daha kolay üretilebiliyor.

Yanıt: Evet çünkü tek sanatçı sizsiniz, siz ve editörünüz.

Soru: Şu anda Paris'te yaşıyorsunuz öyle mi?

Yanıt: Evet.

Soru: Ne zamandır oradasınız?

Yanıt: 20 senedir.

Soru: Dünyanın hemen her yerinde yaşadınız.

Yanıt: Evet, hangi ulusa mensup olduğumu bile bilmiyorum. Şili'de doğdum ama aslında bir milliyete ait değilim.

Soru: Bu iyi bir şey mi?

Yanıt: Kesinlikle ama bu aralar değil. 200 yıl sonra belki, ama şimdi değil. Benim için sorun yok. Yaşadığımız dünya Olimpiyatlara benziyor; her an bir ülkeye bağlı olmak zorundasınız. Ancak zihnimde
kendimi ait hissettiğim bir ülke yok.

Soru: Biraz 'Panik' hareketinden söz edebilir misiniz?

Yanıt: 1960'lar olmalı. André Breton'la sürrealist grupta bir aradaydık. O yıllarda şans eseri Arrabal ve Topov gibi büyük sanatçılarla tanışmıştım. Sonra sürrealist hareketten ayrıldım. Breton oldukça yaşlanmıştı ve kendine çok fazla sınır koyuyordu. Nihayetinde sürrealizm romantik bir akımdı ve bu yüzden Breton, bilim kurgudan, rock müzikten, pornografiden ve dünyadaki pek çok şeyden hoşlanmıyordu. Bizler daha ileriye gitmek arzusundaydık ve bu yüzden Panik hareketini kurduk.

Soru: Akım tam olarak ne idi? Neler oluyordu? Panik sanatçılarının etkinlikleri nelerdi?

Yanıt: 'Happenings' ler düzenliyorduk. Onlara 'Ephermis... Ephermetic' adını vermiştik. Bir çeşit performans gibi. Panik sanatçıları her şeyi yapmakta özgürdü; film, karikatür, şiir, resim, her şeyi.

Soru: 'Panik' ismi Yunan'dan geliyor değil mi?

Yanıt: 'Pan', 'bütün' anlamına geliyor.

Soru: Sonra ne oldu 'Panik' hareketine? Bir kaç yıl içinde sona mı erdi?

Yanıt: Hayır çünkü bu hareket tam bir şakadan ibaretti. Ona inanmıyorduk. Sahip olduğumuz kültürle dalga geçmek için kurmuştuk bu hareketi. İnsanlar Panik hakkında konuşuyorlardı. Biz ise asla toplantılar düzenlemiyorduk. Sadece lokantalara gidip taşak geçiyorduk. Şakalar yapmasını seviyorduk. Sonrasında pek çok 'Panik' yoldaşımız oldu; ressamlar, yazarlar, 'Panik' olduğunu söyleyen insanlar. Fakat bizim için bu sadece bir şakadan ibaretti.

Soru: Sizi popüler kültürde kışkırtan her şeyi kucaklıyordunuz yani?

Yanıt: Evet.

Soru: Rock'n Roll ve karikatürler?

Yanıt: O zamanlar evet ve tabii kitap okumayı seviyorduk; Küçük Richard ve bunun gibi kitaplar...

Soru: Şimdi popüler kültürde neler olduğunu izliyor musunuz?

Yanıt: Marilyn Manson'a büyük bir ilgim var. O adamı seviyorum. Özellikle röportajlarını çok ilginç buluyorum. Pop kültürde bana ilginç gelen tek adam. Söylediği şeyler tamamen sanatsal, klipleri de öyle. Bazıları bu adamı yanlış anlıyor. Yaptığı müziğin değerini bilemiyorum ama görsel bakış açısını seviyorum. Söylediklerinde sınırları zorluyor doğrusu. Ahlaki açıdan biraz çökmüş gibi ne dersiniz? Ancak sanat her zaman ahlak dışıdır. O da gayri insan gibi duruyor zaten. Onun 'ne' olduğunu anlayamıyorsunuz. Şeytani değil asla. O bir yaratık gibi, insana benzer bir tarafı yok. İnsanoğlunun ötesinde bir şey. Ve işte bu çok önemli. Bir maske mi taşıyor dersiniz? O hem bir oyuncu, hem bir travesti ama kadın değil, insan olmayan bir şeyin travestisi. Benim içinse olduğu ve yaptığı tamamen sanatsal...

Soru: 70'lerin David Bowie'sine mi benziyor?

Yanıt: David Bowie'den çok daha öte. David Bowie halen insan, onun kim olduğunu tanımlayabiliyorsunuz. Bowie'de sır yok. Marilyn Manson onun da ötesinde. Röportajları muhteşem. Edebi anlamda onun bir deha olduğuna inanıyorum.

Soru: Neredeyse 70 yaşına girdiniz.

Yanıt: Evet ama bunak değilim asla.

Soru: Peki bu aralar mutlu musunuz?

Yanıt: Ben her zaman mutluyum. Aptal bir iyimserliğim var.

Soru: Hala bir şeyler öğreniyormuş gibi hissediyor musunuz peki?

Yanıt: Her zaman öğreniyorum, evet.

Soru: Ne öğreniyorsunuz şimdilerde? Kimden öğreniyorsunuz?

Yanıt: Büyük bir çalışma içersindeyim. Sanat mı dersiniz? Yo hayır, sanatı çalışmak zorunda değilim. Çalışacak başka şeyler var. Tarot gibi, Tarot'un anlamı gibi. Oradan psikolojiye geçiş yaparsınız, büyü ve psikoloji üzerinde çalışırsınız. 'Psikobüyüyü' keşfettiğimi biliyorsunuz değil mi?

Soru: Yo, hayır. Nedir o?

Yanıt: Anlatması zor ve meşakkatli.

Soru: Pekala.

Yanıt: Meksika'da hasta insanları sağaltan pek çok popüler büyücü vardır. Sahte büyüler yaparlar. Yaptıkları şey gerçek olmasa bile onun gerçekliğine inanırlar.

Soru: Büyü gerçek olmasa bile etkileri pozitif oluyor öyle mi?

Yanıt: Evet, tıptan daha pozitif! Çünkü inançlarını koyuyorlar ortaya. Ben de o yıllarda onların kullandıkları psikolojik yöntem üzerinde çalışmaya başladım. Sonra bu yöntemi psikanalizle birleştirdim. 'Psikobüyü' olarak adlandırdığım terapötik yolu keşfetmiştim. Batıl inançlı kimselerin yaptığı hareketleri tekrarlıyordum. Sahte olduğunu bildiğimiz büyüsel öğeleri kullanıyordum. İşte bu sanat! İşte bu, bir insanın bilinçdışıyla konuşma dili, büyüsel bir şey.

Soru: İşe yaradı mı bari?

Yanıt: Kesinlikle! Muhteşem bir başarıydı, 'Psikobüyü' kitabını yazdırdı bana. Avrupa'da, İspanya'da, Meksika'da, Fransa'da ve İtalya'da pek çok takipçim oldu. Gestalt terapisine inanan terapistler bu yöntemi kullanmaya başladılar.

Soru: Psikobüyüyü ne zaman geliştirdiniz? 70'lerde mi?

Yanıt: Hayır, hayır 80'lerde.

Soru: Kusura bakmayın, tüm tarihinize hakim değilim.

Yanıt: Olmak zorunda da değilsiniz.

Soru: Neredeyse 2000 yılına girdik.

Yanıt: 1980 yılından 1981 yılına girdiğimde hiçbir şey olmadı. Sadece bir yıldan diğerine girmiş oldum. Şimdi ortada bir çılgınlık var, 1999 yılından 2000 yılına girerken... Aslında aynı şey! Hiçbir şey farklı değil! Sadece bir yıldan diğerine giriyorsunuz! Zaman 'milenyum'lara bölünmemiştir. Böyle bir şey yok. Benim için bu çok doğal. Bir yıldan diğerine geçiyorum, ne olmuş yani? 2000 yılına giriyor olmaktan onur falan duymuyorum. Ne fark var? Bu sadece bir rakam, hepsi bu.

Soru: Yazdığınız 'Incal' kitap serisinde ilham almak için 'Mickey Spillane' okuduğunuzu söylemişsiniz.

Yanıt: Mickey Spillane'in tüm kitaplarını okudum. Çünkü bir ritm yaratmak arzusundaydım. Spilanne'i okuduğum zaman 'The Incal'in zamanlamasını yakalamıştım.

Soru: Ve yapısını.

Yanıt: Evet.

Soru: Ve gerilimini.

Yanıt: Kesinlikle! Başka seriler için farklı esin kaynaklarım da oldu. Örneğin MetaBaron için tüm Yunan tragedyalarını okudum. Sonra MetaBaron çıktı ortaya. MetaBaron trajiktir. Gelecekçi bir Yunan tragedyasıdır. Ancak 'Incal', tragedyaya nazaran daha çok 'gerilim' izleği üzerine kurulmuştur. İşte bu yüzden Mickey Spillane'i tercih ettim.

Soru: Peki ya tekno-rahip serisi?

Yanıt: Tekno-rahip! CD-ROM endüstrisi üzerine bir kitap o, dünyadaki yeni oyunlar üzerine... Dünya bu oyunların, bilgisayar oyunlarının altında ezilecek. Aslında bilgisayar oyunu demek yetmez, bunlar 'audiogram' oyunları. Galaksiyi yöneten oyunlar. Ve galaksinin kural koyucuları olan iş adamları, yani tekno-rahipler. Günümüzde 'iş' din haline geldi...

Soru: Sanırım Amerika'da olan tam da bu.

Yanıt: Evet ve siz farkında değilsiniz. Amerika'da Tanrı dolardır öyle mi? Kesinlikle öyle. Pek yakında dolar kutsal olacak ve endüstri de kilise haline gelecek. Kitapta yaptığım da bu. Tekno-rahipler, endüstriyel kilisenin rahipleri haline geliyorlar.

Soru: Peki hiç bir bilgisayar oyunu tasarlamayı düşündünüz mü?

Yanıt: Evet, geçen sene Los Angeles'ta. Şu anda bu proje üzerinde çalışıyorlar. Oraya gittim ve şunu önerdim: 'Dinleyin, şöyle bir öyküm var ilgilenir misiniz?' Onlar da 'elbette' dediler. İki oyun tasarladım. Birisi MetaBaron ki şu anda üzerinde çalışıyorlar. Bu yepyeni bir sanat biçimi. Çok ilginç.

Soru: Eğer oyun internet üzerinden de oynanırsa...

Yanıt: Evet. Bu da çok önemli. Neden önemli? Çünkü geleceğin dünyasında insanlık çok daha az çalışacak ve oyun oynamak için çok daha fazla zamana sahip olacaklar. Sonra sıkılacağız. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Bizler hayvanız, sıkılganız. Ve oyunlar dünyanın en önemli unsuru haline gelecekler. Dünyada sahip olduğumuz her şey birer oyun. Televizyon üzerinden dünyayı izliyoruz, tıpkı bir oyun gibi. Siz Amerika'dasınız. Ne demek istediğimi anlıyorsunuz. Canlı yayın yapan televizyonlarınız var. Bir kişi bir başkasını öldürdüğünde bunu televizyonda izleyebiliyorsunuz. Hayat bir şov haline geliyor, oyun haline geliyor.

Soru: Öyleyse daha iyi oyunlar tasarlamalısınız.

Yanıt: Sanırım öyle, sanatçının yapması gereken de bu.

Soru: İyi bir bilgisayar oyunu tasarlamanın anahtarı nedir?

Yanıt: Bilgisayar oyunu... Biliyorsunuz, tek tür bilgisayar oyunu yok, öncelikle her tür ve yapıdaki bilgisayar oyununu tanımanız gerekiyor. Öyle bilgisayar oyunları vardır ki kıprdayan her şeyi öldürmek zorundasınızdır. Katil sizsiniz. Bam! Bam! Bam! Sonra savaş oyunları var. Oynarken savaşırsınız. Her tür savaş. Bu hiç de ilginç değil. Sonra öyle oyunlar vardır ki bir yerden başka bir yere nasıl gideceğinizi keşfedersiniz. A, B ya da C yolunu seçmeniz gerekir. Sağa ya da sola gidersiniz. Sonra bir evreni tasarlayıp yarattığınız bilgisayar oyunları vardır, içine karakterleri koyup onlara dünyadakine benzer biçimde hareket kazandırırsınız. Bu ilginç işte.

Soru: Bu oyun tam size göre sanki...

Yanıt: Ben içinde giz taşıyan oyunları severim. Oyunu oynayan insana pek çok seçenek tanır ancak sınırlı seçim şansı sunarsınız. Gizi anlatmanın yeni bir yolu bu. Çok boyutlu gizi yaratmanın ta kendisi... Çünkü romanda, karikatürde ya da filmlerde tek bir sır vardır. Oysa bilgisayar oyunlarında başka olasılıklar da mevcut. Bir gizi aynı anda ve farklı yollarla anlatabilmeniz mümkün. Bu çok önemli!

Soru: Neden bunun çok önemli olduğunu düşünüyorsunuz?

Yanıt: Çünkü sahip olduğumuz yaşamı şekillendiren zihindir. Dünya, düşünmüş olduğumuz şeydir. Devrim diye bir şey yoktur. Devrim sahtedir, arızalıdır. İnsanlık devrimlerle gelişemez. İnsanlık, mutasyona uğramadan, dönüşüme uğramadan gelişemez. Oyunlar değişecek, bireyin zihnini açacak, ona özgürlük aşılayacak. Değişim budur. Önemli olan budur. Cep telefonları iletişimin yolunu açtı. Ben de dünyanın 'hissedebilmesine' dair yolu açmak istiyorum. Söylediğim şey önemli! Çok yakında televizyonları başımızdan atacağız. Televizyon, kendisinden çok daha karmaşık başka bir iletişim biçimi olarak yeniden doğacak. Bu çok heyecan verici ve tehlikeli. Çünkü böylelikle basit yollarla ele geçirilmeniz mümkün olacak. Özgürlüğünüzü kaybedebileceksiniz. Her şey değişecek. Hayat, politika, ekonomi.. Bir mutasyona doğru ilerliyoruz.

Soru: Şu aralar Caro ile birlikte bir film üzerinde çalışıyormuşsunuz.

Yanıt: Senaryoyu yazdım, benim işim bitti.

Soru: Ne hakkında?

Yanıt: İmkansız bir şey yapmak istedi. Bir oyuncu evrende kayboluyor. Hepsi bu! Sonra ona dedim ki: 'Tek oyuncuyla film yapmak kolay iş değildir.'

Soru: Ama Marcel Marceau ile yaptığınız tam da buydu.

Yanıt: Doğru.. Caro için yazdığım senaryoda oyuncu, zaman içersinde kendisiyle çarpılarak çoğalacaktı. Caro bunun imkansız olduğunu söyledi. Ama yaptım işte, yazdım bir şekilde.

Soru: Film çekilecek mi?

Yanıt: Çekecekler. Dört yıl sürmesi düşünülüyor.

Soru: Başka ne üzerinde çalışıyorsunuz bu ara?

Yanıt: Karikatürlerle uğraşıyorum. Yedi seri tamamladım. Yılın sonuna kadar her ay bir kitap hazırlamak peşindeyim. Sonra roman yazacağım. İspanya'da, Fransa'da ve İtalya'da oldukça iyi karşılanıyor romanlarım. Belki bir gün Amerika'da da kitaplarımı okuma fırsatınız olur. Ayrıca bir tiyatro oyunu bitirdim. İtalya'da gösterilecek. Buna benzer pek çok şey üzerinde uğraşıyorum. Terapilerim var. Belki başka bir filme başlarım. Ama film yapmak gerçekten de zor iş. Birincisi, tüm yılınızı alıyor. Sonra stüdyo ile savaşmak zorundasınız. Çünkü endüstri, filmi tek başına yapmanıza izin vermiyor. Kolektif çatışmaya girmek, sonra bütçenin altından kalkmak... Bunlar zor işler. Televizyonlarla, bankacılarla anlaşmalar yapmak zorundasınız. Böylece onlar senaryonuzu değiştirmek hakkına sahip oluyorlar, yapmak istemediğiniz şeyleri yaptırıyorlar size. Matrix'i, Starship Troopers'i yapanlara hayranım. Bu tarz filmlere bayılıyorum. Endüstriyel işler olmasına rağmen çok iyiler.

Soru: Peki El Topo'nun devamı gelecek mi?

Yanıt: Gelenek olduğu üzere 'Bölüm 2' anlayışına hiç girmeyeceğim. 'Abelcain' isimli bir senaryo yazdım. Bu öykü, 'El Topo'nun Çocukları' olarak da düşünülebilir. Beş yıldır projeye beş milyon dolar yatırabilecek bir prodüktör arıyorum. İmkansız...

Soru: Bazı nedenlerden dolayı Holy Mountain filmini Birleşik Devletler'de izleyemedik.

Yanıt: Allen Klein yüzünden.

Soru: Olay ne? Sanırım onu pek sevmiyorsunuz.

Yanıt: Kendisi boktan biri. Dinleyin. Benden neden nefret ettiğini bilmiyorum. El Topo'yu öldürmek istiyor. Holy Mountain'i öldürmek istiyor. Bu olanaksız çünkü etraf korsancı kaynıyor. Tüm dünya, filmlerimi korsan olarak izliyor. Korsancılar her yerde! İngiltere'de bir sürü korsancı çıkmış, hem de kaliteli kopyalar satıyorlar. O bunu durduramaz, 20-30 yıl kadar denedi, filmi ortadan kaldırmaya çalıştı ama başaramadı, başaramaz da.

Soru: Tam bir hergeleymiş!

Yanıt: Evet, o bir canavar.

Soru: Bunu pek çok insana yaptığı söyleniyor.

Yanıt: O tam bir güç manyağı! Bana ego tribi yapıyor sürekli. Bir gün geldi ve onun için porno filmler yapmamı istedi. Sonra ben 'hayır' dedim ve çıkıp gittim, porno filmler istediği için kaçtım ondan. Eğer onunla çalışmazsam birlikte yaptığımız her şeyi yok edeceğini söyledi. Böyle işte. Tam bir cani kendisi. Sanatı yok etmek istediğinizde katilsinizdir artık, canisinizdir. Onu ölüme mahkum ettim! Gerçekten de. Bunu hak ediyor, öldürülmeyi hak ediyor!

Soru: Kenneth Anger da Allen Klein'la benzer sorunlar yaşamış.

Yanıt: O bir cani! O gerçek bir cani, öldürülmesi gerekiyor!

Soru: Bu adamla John Lennon vasıtasıyla tanıştınız değil mi?

Yanıt: Evet, John Lennon El Topo'yu çok sevdi. Filmi New York'ta 'Indian Sineması'nda görmüş. Sonra olay başladı. Allen'la tanıştım ve bana 'The Holy Mountain'i yapmam için bir milyon dolar verdi. Hepsi bu.

Soru: Birçok filminiz ya da karikatürünüz 'uyuşturucu kullanımı'nı akla getiriyor.

Yanıt: Uyuşturucu kullanımı? Dinleyin. Bu kültürel bir mesele. Uyuşturucu, 1960'ların kültürüydü daha çok. Ancak o dünya bana uzak. Ben 'keş' sanatçı değilim. Her zaman sağlığım yerindeydi. Asla kullanmadım. İki kez LSD aldım sadece. Ve iki kez de halüsinojenik mantar kullandım. O kadar.

Soru: Aydınlanmanızda yardımı dokundu mu peki?

Yanıt: LSD'yi bir guru ile birlikte aldım. Inca egzersizlerinde oldukça yararı dokunuyor. Adam (guru) Meksika'ya geldi ve sekizer saatten iki seans yaptım onunla. Adı Oscar Ichazo'ydu. Tıpkı bir kokteyl gibi sunduğu doğu teknikleriyle takipçilerine, 'hızlı aydınlanma' sözü veren biriydi. Yöntemin adı 'Arica' idi. Yeni bir 'Scientology' yaratmak peşindeydi ama başarısız oldu. Yine de ilginç bir deneyimdi. LSD'yi asla eğlence için kullanmadım. 'Holy Mountain' filmini çekebilmek için zihnimin açılması gerekiyordu. Bu tarz uyuşturucular aydınlanma sağlamaz sadece beyninizin nasıl kafayı yiyeceğini gösterir. LSD sayesinde bazı olasılıkların olduğunu görüyorsunuz. Böylece ilacın toksik etkisi ortadan kaybolup gidiyor. Nereye doğru gideceğinizi öğrenmiş oluyorsunuz.

Soru: Kendinizi nasıl değiştirebileceğinizi anlamış oldunuz.

Yanıt: Sınırlarınızı görüyorsunuz. Bu size yapılmış önemli bir yardımdır. Ancak bunu bir üstat eşliğinde denemelisiniz. Çünkü yalnız başınıza ya da diğer insanlarla birlikte yaparsanız hiçbir şey kazanamazsınız. Yaptığınız işi kutsal bir 'gerçeklik' deneyi olarak kabul etmelisiniz.

Soru: Kişinin kendisini geliştirmesinde kutsal olarak nitelediğiniz başka hangi deneylere giriştiniz?

Yanıt: İlkel kültürlere nüfuz etmek ve onlarla iletişim kurmak çok önemlidir. Çünkü bu kültürlerde farklı düşünme biçimleri, evreni farklı şekilde görme dersleri edinirsiniz.

Soru: Bir örnek verebilir misiniz?

Yanıt: Meksika'da bu tarz olayları çok yaşadım, Şili'de de, Mapuches'lerle (Hintli Şili'liler) birlikte... Şili'ye 'hekim' bir kadının yanına çalışmaya gittim. Oradaki tüm şamanlar kadındır. Benim için çok ilginç bir deneyimdi. Küçük yolculuklara çıktım. Ayrıca Meksika'da da şamanik Brujos'lar vardır. Şamanik deneyimi yaşamak çok önemlidir. Örneğin Brezilya'da... Ama dikkat etmek gerekir. Çünkü Meksika'da bazı kişiler, peyote, ayahuasca gibi maddeler içerek bu deneylere girişiyorlar. O deneylerin hepsi de önemsiz deneyler. Önemli olan, dünyayı kendi doğallığında hissedebilmek. Pek çok kereler Zen meditasyonu uyguladım. Çin felsefesi... Kaballah... Araştırıyordum çünkü ölmekten korkuyordum. Nasıl ölümsüz olabileceğimin hesabını yapıyordum. Ancak azar azar ölmeye başladığım zaman, mistik araştırmalara bir son verdim. Ölümü kabullendiğimde gerçekten de hayatı yaşamaya başladığımı hissettim. O anda müthiş bir 'gerçeklik' içinde hissediyorsunuz kendinizi, daha öncesinde değil.

Soru: Her çeşit Afrika kültürüyle ilgilendiniz mi?

Yanıt: Evet, çok fazla! Voodoo çalıştım bir süre, çok görkemli bir dindir. Transa nasıl girmeniz gerektiği, nasıl sahiplenilmeniz gerektiği üzerinde durur. Voodoo, doğayı duyumsamanın başka bir yoludur. Hollywood pek çok 'voodoo zombie' filmleri yapmıştır. Hepsi de aptal filmlerdi. Gerçekte voodoo saygıdeğer ve erdemli bir dindir. Bunu bilmek çok önemli. Temelde, Voodoo'nun kökleri Afrika'ya dek uzanır. Sahiplenmenin Afrika dini... Hakkında çok şey öğrenebilirsiniz. Benim gibi...

Soru: İnsanların ruhlar tarafından ele geçirildiğine inanıyor musunuz? Yoksa onların buna inanmış olmaları mı önemli?

Yanıt: Asla böyle bir şeye inanmıyorum. Dinleyin. Voodoo'da her tanrının bir idare şekli, kendine has bir hamlesi, elbisesi ve ritmi vardır. Bu kutsal tiyatronun ta kendisidir. Size doğru, sizi sahiplenmek için gelen mitik bir karakterdir o. Kendisine 'arketip' de diyebilirsiniz. Bilinçdışınızda pek çok arketip vardır, ay arketipi, güneş arketipi, savaşçı arketipi... Onlar size doğru, bilinçdışınıza doğru gelirler. Ben tanrılara inanmam. Sadece enerjiye inanırım. Uyandırabileceğiniz farklı psikolojik enerjiler vardır. Örneğin 'suçlu' arketipi... Suçlular ve seri katiller, negatif bir enerji olan 'suçlu arketipi' tarafından ele geçirilmiş kişilerdir. Azizlerin farklı bir enerjisi vardır. Sanatçıların da öyle.

Soru: Farklı yöntemler bulabilirsiniz.

Yanıt: Ve farklı enerjiler. Ortalama insanın sadece tek bir enerjisi vardır. Sadece ailesi, okulu ya da kasabası... Bunların hepsi tek bir enerjidir. Fakat keşfetmeniz gereken başka enerjiler vardır. Zihindeki bazı engelleri aşmak iyidir ama aynı zamanda tehlikelidir de. Çünkü enerjilerinizi kırabilir ve onun tarafından içerilen 'biçimin' saldırısına uğrayabilirsiniz. Bu tarz deneylere girişmek için dengeli bir insan olmanız gerekiyor.

Soru: Anlıyorum. Önceden söylediğiniz bir şeye geri dönelim. Sanıyorum bilgisayar oyunlarını kullanmak bu tarz enerjileri açığa çıkarmada önemli bir etken gibi görünüyor.

Yanıt: Oyunların kötü bir enerjisi var. Bizim ihtiyacımız olan doğru enerji.

Soru: Belki de Şaman geleneğinden esinlenen oyunlar yapılmalı.

Yanıt: Bilgisayar oyunlarını yapan insanların hepsi tekniker, sanatçı değiller. Örneğin 3D film olan Antz, berbat bir çalışmaydı. Neden? Çünkü sanatçılar tarafından deği teknikerler tarafından yapılmıştı. Gün gelecek, sanatçılar tüm bu teknik ayrıntıları öğrenip yeni teknik arayışlara girecekler. Şu aralar Beltran adında bir sanatçı arkadaşım var. Benimle birlikte karikatür yapıyor.

Soru: Evet, bilgisayar kullanarak...

Yanıt: Harika bu! Ve büyük bir başarı bizi bekliyor. Çünkü bu olay daha çok yeni, yaptığımız işin hem sanatsal yönü güçlü, hem de tekniği... Şu anda kendisi (Beltran) Avrupa'da tek. Yeni insanlara ihtiyacımız var.

Soru: Henüz tekno-rahip serisini okuyamadım.


Yanıt: 13-14 yaşındaki çocuklar için yazdım onu ve çok seviyorum.


Soru: Peki ya Incal'ın hedef kitlesi?

Yanıt: Biraz daha yetişkin. Çocuklar da okuyabilir ama aslında yetişkinler için yazıldı. 'Yetişkin'... Nedir ki yetişkin? 17-18 yaş? Sanırım. Belki Amerika için 13 yaştır. Rakam her zaman değişiyor. Geçenlerde okudum, 11 yaşındaki Amerikalı bir kızın 17 sevgilisi varmış! Nasıl oluyor, bilemiyorum.

Soru: Amerika'ya sık geliyor musunuz?

Yanıt: Los Angeles'taydım bir ara, karikatürlerin açılışıyla ilgili hazırlık yaptık.

- Teşekkürler Jodorowsky!

- Bu ingilizcemle nasıl bir röportaj yaptım doğrusu bilmiyorum. Size yemin ederim, konuştuklarımdan daha akıllıyım. Biliyorum, tam bir aptal gibi konuştum.