27 Kasım 2010 Cumartesi

20 Kasım 2010 Cumartesi

16 Kasım 2010 Salı

Oh la la !


Fransız posta kutuları, bundan böyle bebek morgu olarak kullanılacak. Bebek ölümlerindeki artış nedeniyle Fransız Kültür-İletişim Bakanlığı (Ministère de la Culture et de la Communication) ve UNICEF tarafından yapılan anlaşma gereği, doğum sırasında ya da hastalık nedeniyle ölen bebekler, ikinci bir emre kadar posta kutularında saklanacak. Postacılar Derneği genel başkanı Ferdinand Cheval, uygulamadan duyduğu rahatsızlığı şu sözlerle açıkladı:

"Bunca yıldır posta kutularını, Fransız milliyetçilerinin çaldıkları Cezayir toprağını gizlemek için kullandık. Bu topraklar, 2017 yılında Seine nehrini doldurmak için kullanılacaktı. Alınan bu kararı, postacı meslektaşlarım adına şiddetle kınıyorum." Cheval, uygulamaya ilişkin olarak yakın zamanda grev kararı alacaklarını da sözlerine ekledi.

10 Kasım 2010 Çarşamba

Yerçekimi Kuvveti


Tanım: Yerçekimi kuvveti, arzunun kütlesinden dolayı oluşan kuvvettir ve bu etkiye maruz kalan özneler, birbirilerine karşı ivmeli bir hareket gerçekleştirir. Duyulan arzu şiddetlendikçe yerçekimi kuvveti de büyür. Yerçekimini veren formül, F=G.(M1.M2)/R2 olarak hesaplanır. Bu formülde M1, nesnesi değişken herhangi bir arzuyu, M2, arzuya maruz kalan özneyi, R, özne ile arzu arasındaki uzaklığı temsil eder. G ise evrensel cinsiyet sabitidir.

Bileşik Kaplar


Tanım: Aynı kadına ayrı zamanlarda aşık olmuş iki farklı bedenin bir araya getirilmesi ile elde edilen kaplara bileşik kaplar denir. Formülü henüz yazılamamıştır.

5 Kasım 2010 Cuma

5 Kasım 2010 - Rüya


Üniversitede Sinema-TV, görüntü yönetmenliği bölümü sınıfındayız. Ancak dersin hocası olan 50'li yaşlarda ve şişmanca kadını tanımıyorum. Onun yanında yine aynı yaş ve kilolarda misafir bir başka kadın hoca daha var. Omuzunda apoletler taşıyan bu kadını, aktris Gabriela Wilhelmová'ya benzetiyorum. O sırada diğer hoca, sunumunu yapmak üzere, en yakın lise arkadaşım K.A'yı kürsüye çağırıyor. Koca sınıfta tek dinleyici benim. Kimsenin olmayışını, K.A. sevilmediği için ona karşı yapılan bir protestoya bağlıyorum. K.A. kürsüye çıkıyor ve 'aşkın stalinistleşmesi' konusunda konuşmak istediğini söylüyor. Hoca, K.A'nın yüzüne bakmaksızın, 'biraz politik bir konu değil mi' diye soruyor. K.A, konunun politik olmadığını, yalnızca aşk denilen eylemin, şovenist, stalinist, kajucu ve napolist yan etkilerden kurtulması gerektiğini söylüyor. 'Kajucu' ve 'napolist' terimlerinin ne anlama geldiğini bilmediğim için utanıyorum. Sonra da ilkini Çin devrimiyle, ikincisini ise Napolyon ile ilişkilendiriyorum. K.A, ateşli konuşmasını sürdürürken sınıfa, oldukça bakımsız, 1.50 boylarında, zayıf, esmer bir kız giriyor. Çirkin ve kendisine büyük gelen soğuk renkli bir kazak giyinmiş bu kız, onca yer arasında gelip benim yanıma oturuyor. Bundan rahatsız oluyor ancak ona belli etmiyorum. Az sonra kızın, K.A'nın konuşmasını keseceğine emin bir tedirginlikte K.A'yı dinlemeyi sürdürüyorum. Gerçekten de kız, stalinistlerin artışından söz edildiği bir sırada, oldukça cırtlak bir sesle araya girerek Stalin'in aşk için tek kurtuluş olduğunu, iki kişinin birbirini 'Stalin' sayesinde daha dürüst bir biçimde anlayabileceklerini iddia ediyor. Bu aptalca yoruma inanılmaz sinirleniyor ve söz alıyorum. Sonra da kıza dönüp, devrimin çirkin ayakkabılarla ve koca kazaklarla yapılamayacağını, ayrıca bekaretini kuşlara bölüştürmeden özgürlükten söz edemeyeceğini söyleyip ondan sınıfı terk etmesini istiyorum. Misafir hoca söze girerek, kendime hakim olmamı, kimseyi sınıftan kovma yetkim olmadığını söyleyip çantasından kalın mumlar çıkarıyor. Sonra da mumları K.A'nın konuşma yaptığı kürsüye yerleştirip cebinden çıkardığı dev bir kibritle yakıyor onları. K.A. mumlara şaşırmaksızın konuşmasına kaldığı yerden devam ediyor. O sırada yanımdaki kız, bacaklarını çapraz konuma getirip ağlamaya başlıyor. Onun bu tavrına üzüntüyle karışık nefret duyuyorum. Sonra da suçluluk duyguma yenilip, iyi olup olmadığını soruyorum. O da bu derse gelmeden önce amacının saçlarına fön çektirmek ve güzel görünmek olduğunu ancak sosyalist bir kuaför bulamadığı için dağınık saçla gelmek zorunda kaldığını söylüyor. Kızın saçlarına daha yakından baktığımda, saman parçalarının saç aralarına dolanmış olduğunu görüyorum. Birkaç tanesini elimle alıyorum ancak ben aldıkça saman parçaları giderek çoğalıyor. Olgun bir tavır takınıp gırtlağımı temizleyerek ona, kepeğe karşı sosyalist şampuan kullanmasının sapla samanı birbirinden ayıracağını söylüyorum. O da umutsuz bir tavırla, eğer şampuan kullanırsa örgütten atılacağını ve parasının kesileceğini söyleyerek yeniden apoletli hocadan söz alıyor. Birden yüzü değişiyor ve bu kez daha acımasız bir şekilde K.A'ya saldırmaya başlıyor, ağzına ne gelirse söylüyor. K.A'nın kadın düşmanı olduğunu, tek yolun stalinizm olduğunu, kadın kurtuluşunun ancak tören adımlarla mümkün olacağını iddia ediyor. Apoletleri olan kadın hoca, yapay bir gülümseyişle kızı onaylıyor. K.A, kızın yorumuna o kadar sinirleniyor ki avcunu, önünde yanmakta olan kırmızı gövdeli mumun ateşine yaklaştırarak acı çekmeden öylece duruyor. Bir süre sonra gözünden bir damla yaş geliyor ama yine de canının yandığına dair hiç tepki vermiyor. O an yanımdaki kızı öldürmekle evlat edinmek arasında kalakalıyorum. Sonra da sınıfı terk etmeye karar veriyorum. Son kez K.A'ya baktığımda, ellerinin alev aldığını ancak yine de suskunluğunu koruduğunu görüyorum. Stalinist kız, slogan atarak K.A'yı manipüle etmeye devam ediyor. Apoletleri olan hocaysa, kızın attığı sloganlar eşliğinde sivri kırmızı ojeli tırnaklarını taşıyan kemikli parmaklarıyla pantolonu üzerinden vajinasını uyararak mastürbasyon yapmaya başlıyor. Bu sahneye daha fazla dayanamayarak sınıfı terk ediyorum. Müthiş bir mide bulantısı ile okulun birinci kat koridoruna kusmaya başlıyorum. O sırada üniversite yıllarında hayranlık duyduğum M.A.bana yaklaşarak ve başımı yavaşça okşayarak kusmamı izliyor. Kendimi müthiş güvende ve huzurlu hissediyorum.

2 Kasım 2010 Salı

"Herkes Burnunu Soktuğu İçin Olacak, Onun Bunun Çocuğu, Topal Bir Film Gomeda"


Tan Tolga Demirci ile söyleşi...

Yaptığınız bir söyleşide kendinizi 'muhafazakar' olarak tanımlamışsınız.

Belli bir düşünceden çok kendimi 'muhafaza' etmek adına muhafazkarım, evet.

Değişime karşısınız o halde.

Sizin 'değişim' dediğinize ben 'düzülmek' diyorum. Katastrofik bir evreni yorumlayabilmek için o evrenin dışında kalarak kendinizi muhafaza etmeniz koşuldur.

Bu katastrofu nasıl tanımlıyorsunuz?

Katastrof, dört çeşit mercekle gözlenebilir; teleskop, büyüteç, dürbün ve mikroskop. Hangisinden başlamamı istersiniz?

Sırasıyla anlatın lütfen.

Teleskopla baktığımda, göksel cisimlerin matematiksel konumlarını depresif bir kararlılıkla sürdürdüklerini görüyorum. 'Eskime' düşüncesinin organik dokusu, yerini 'şarj olmak' düşüncesinin mekanik dokusuna bıraktı. Güneşin ya da ayın tüm ilksel görkeminden sıyrılarak 'laf olsun' diye doğup 'iş olsun' diye batması katastrofiktir. Büyüteçle baktığımda, dile ait sözcüklerin, patolojik bir takıntıyla, hızla çoğalan bir kanser virüsü gibi kapiton noktalarını çoğaltmış olduklarını görüyorum. Herkesin aynı cümleyi farklı sözcüklerle kurması katastrofiktir. Dürbünle baktığımda, tıpkı çocuk düşürür gibi 'kadınlık'larını düşürmüş varlıklar görüyorum, en çok da haftasonu Taksim'de görüyorum. Sözde nostaljik bir hevesle kendilerine iki numara küçük gelen annanelerinin ayakkabılarında çürüyen, bir yandan vücudunu frijit sosuna batırılmış libidinal enerjiyle teşhir ederken, diğer yandan kilo almamak için ananas liflerine dolanan kadınlar görüyorum. Zamanından önce büyüyerek Kinder yumurtasında yalnızlığını olgunlaştıran kadınlar katastrofiktir. Mikroskopla baktığımda, her geçen zamanın, diyafram ve kasık bölgesi arasına Çin seddine benzer bir kas zırhı inşa ettiğini görüyorum. Bu duvarı görebilmeniz için mikroskobun lamına bir damla para boyası akıtmanız yeterli olacaktır. Modern eğlence kültürünün dans ettikçe lav püskürten vücutları katastrofiktir.

Peki kendinizi, iddia ettiğiniz bu yeryüzü cehenneminden koruyan güç nedir?

Sürrealizm.

Nasıl?

Beni, içinde yaşamak zorunda olduğum topluma, konuşmak zorunda olduğum insanlara ve sevişmek zorunda olduğum kadınlara rağmen şaşırtmayı başarabilen tek şey sürrealizm. Kendimi, tüm muhafazakar direncimle katışıksız bir sürrealist olarak duyumsuyor olmam, yaşanması olanaksız bu evrende yaşayabilmemin tek koşulu. Benim için 'olmak' ve 'yapmak' eylemini bütünleştirebilmeyi başaran tek hareket sürrealizmdir. Bu yüzden sürrealist olmaya çalışmak diye bir şey yoktur, aslolan, sürrealist olarak zaten çalışıyor olmaktır.

Peki, Breton'un ölümünden sonra tek tip 'sürrealizm' anlayışının halen devam ettiğini söyleyebilir misiniz?

Ortodoks sürrealizm olarak adlandırılan ve sizin 'tek tip sürrealizm' olarak nitelediğiniz anlayış, 60'lı yıllardan sonra, ülkeler ekseninde ekollere ayrıldı. Şimdilerde Prag ekolü, Londra ekolü, Stockholm ekolü ya da Paris ekolü gibi sürrealizmi birbirinden farklı anlayış ve anlatımlarla üreten gruplar söz konusu. Tüm bunların dışında, özellikle Amerika'da, sürrealizmin ilksel dekoruna kesinlikle zarar verdiğine inandığım massurrealizm, neo-sürrealizm, dijital sürrealizm ve pop sürrealizm gibi alt kategoriler türedi. Bazı neo-sürrealist örnekler dışında, sözüne ettiğim akımlardan hiçbirisi, sürrealizmin devrimci omurgasına eklemlenemez ve 'sürrealizm' adı altında meşrulaşamaz.

Kendinizi hangi ekole yakın görüyorsunuz?

Yalnızca Prag ekolünün, sürrealizmin hayaletini olması gereken araçlarla besleyen düş ve düşünce yapısına sahip olduğunu düşünüyorum.

En çok eleştirildiğiniz noktalardan biri de sürrealizmi arkanıza alarak çoğunlukla cinsiyetçi bir tutum sergilemeniz.

Jung'un en sevdiğim kuramı, arketiplerle ilgili olanıdır. Onun psikanalize değil belki ama düşünce tarihine kazandırdığı en önemli savı, çift cinsiyetçiliğe dayanan 'anima-animus' efsanesidir. Bu açıdan baktığınızda cinsiyetçi olmak, psişik olarak imkansız! Kendi tinsel yapılanmanızın bir parçası olan 'kadınlığınızı' boğarken de, dünyevi gerçeklikte bir kadını, zihniyeti ya da anatomik yapısı gereği yok sayarken de cinsiyetçi değilsinizdir. Hiç kimse, içindeki erkeğin süperegosuna daha tirani bir süperegoyla savaş açarak erkekleri yok sayan bir lezbiyeni cinsiyetçilikle suçlayamaz. Aynı şey, içindeki kadının buyruklarından bunalan bir erkeğin, bu psişik savaşı dışarı yansıtarak çevresindeki kadınları düşman olarak görmesi için de geçerli.

Yine de bu yanıtın kadın hakları savunucularını tatmin etmeyeceğini düşünüyorum.

O halde 'kadın hakları', 'insan hakları', 'düşünce özgürlüğü', 'hukuk devleti' gibi standart demokrasiyi oluşturan öğelerin terminolojik soğukluğundan ve bunların sürekli birer dua gibi zikredilip globalizmin bağnazlığını gizleyen kompulsiyonlara dönüştürülmesinden nefret ettiğimi söylemeliyim size.

Az önce sürrealist olmakla zaten çalışıyor olduğunuzu söylediniz. O halde uzun süredir film çekmiyor olmanız, çalışmadığınız anlamına gelmiyor.

Uzun zamandır Türkiye'deki film piyasası ve bu piyasaya asalak bir teslimiyetle bağlanmış güruh, karşı koyamadığım bir tiksinti yaratıyor bende. Anadan doğma bir egoyla, adına 'film' dedikleri üç kuruşluk eğlencelikleri piyasaya dağıtıyorlar. Sonra da bu saçmalıkların üzerine saatlerce konuşabiliyorlar. Piyasaya hakim olan bu modifiye olmuş yakışıksız cesetlerin arasında olmadığım için şanslıyım.

Yine de 'Gomeda', sizi piyasaya en çok yaklaştıran film oldu.

Herkes burnunu soktuğu için olacak, onun bunun çocuğu, topal bir filmdir Gomeda. Ancak her şeye rağmen seviyorum onu. Bana, Türk sermayesinin bir filmin gırtlağını nasıl sıkabildiğini öğretmiştir. Bu anlamıyla da ilk filmlerini çekmeyi düşünen yönetmenler için eğitici bir filmdir Gomeda.

Peki filme gösterilen bunca tepkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üzerine önemli düşüncelerin yazılı olduğu yüzlerce sayfayla yol almakta olan bir tekne düşünün. Ve her şey yolunda giderken aniden teknenin alabora olduğunu. Ne yaparsınız? Sayfaları kurtarmaya çalışırsınız. Birkaç sayfayı kurtarsanız da sonunda çoğu sayfanın suyun dibini boyladığı gerçeğinden kaçamazsınız. Nihayet karaya ayak bastığınızda, büyük bir merakla elinizde kalan sayfaları okumaya başlarsınız. Oysa arada kayıp sayfalar olduğundan, okumaya başladığınız yazıların devamı gelmez, kesik kesik düşüncelerle kalırsınız. İşte Gomeda, alabora olan tekneden kaçırılan sayfalarla yapılmış bir film. Ne yazar bu sayfalarda; onlarca renkli makasla delik deşik edilmiş iç lastiklerle dolu bir araba bagajı, kendi dansının yazgısında çürüyen veremli Türkiye güzeli, prezervatif dikerek vaktini geçiren genç kız, inşaat çivisiyle dolu kırmızı topuklu ayakkabılar, içine kanalizasyon mazgalı döşenmiş tabut, Platon'un mağarasına sıkışmış cenin hayaleti, Wagner'in Tristan ve Isolde'si, Jean Vigo'nun L'atalante enkazı, bataklıkta oğlunun oltasına takılan anne cesedi, Max Ernst'in grip olan kuş temsili, ölü kelebeklerle yanyana sergilenen kullanılmış prezervatifler, André Breton'un bebek tabutu, para kasasından atlayarak kendini asan aristokrat cüce, kan havuzuna gömülmüş bavullar ve daha onlarca kurgu! Film, kadın düşmanı olmakla suçlandı, saçmasapan olmakla suçlandı, bölük pörçük olmasıyla suçlandı, korku filmi olmamasıyla suçlandı, kötü oyunculuklarıyla, kötü senaryosuyla ve kötü rejisiyle suçlandı. Olsun. Böylesi bir görsel üretim tarzını bu ülke tarihinde ilk kez gördü. Bu yüzden her türlü aksaklığına rağmen, Gomeda'nın korsan kaydını film arşivimde saklamayı sürdürüyorum.

Neden filminizin orjinalini satın almadınız?

Çünkü filmin çekimleri de korsan olarak gerçekleşti. Buna duyduğum saygıdan olsa gerek.

Yine bir söyleşinizde Türk sineması adı altında bir sinema olmadığını iddia etmiştiniz.

Evet, hala aynı düşüncedeyim. Sürrealizmin içinde olmadığı bir ülke sineması, 'sinema' olarak var olamaz. Bu yüzden Türk sineması yoktur.

Sürrealist anlatıya yaklaşan Türk filmleri var ama.

Sembolist aşamada takılan filmler onlar. Örneğin Ali Özgentürk'ün 'Su da Yanar' filminin Taksim Meydanı sahnesi. Örneğin Ömer Kavur'un 'Gizli Yüz' filminin düşsel atmosferi bir anlatım aracı olarak kurguladığı sahneler. Örneğin Atıf Yılmaz'ın 80 sonrası sinemasına hakim olan absürd karakterler... Ancak tüm bu filmler ya fantastik bir dokuda ya da sembolik bir kurguda takılıp kalmışlardır. Ne kadar Türk filmi olarak kabul edilir bilemiyorum ama sadece Tunç Okan'ın 'Cumartesi Cumartesi' filmi, sürrealizme en çok yaklaşan çalışmadır.

Metin Erksan'ın 'Sevmek Zamanı'?

Hemen her sinema okulunda 'sürrealist film' olarak örneklendirilen Metin Erksan'ın 'Sevmek Zamanı' filmi, kesinlikle bu kategoriden çıkarılmalıdır. Filmi sürrealist olarak tanımlamak büyük yanlıştır.

Sinema dışında çalışma gösterdiğiniz başka alanlar var mı?

Sürrealist nesnelerden oluşan bir sergi açmayı düşünüyorum.

Bitirmiş olduğunuz nesneler var mı?

1984 yılına ait bir Pravda gazetesi geçti elime. Onun içine uzun zamandır haber almadığım bir kız arkadaşımın ince çorabını gererek iğneledim. Her gün uyandığımda, çorabın üzerine gerili olduğu sayfa haberinin değişip değişmediğini kontrol ediyorum. Bunun dışında, 'Klecks' ve 'Felix Und Scorpion' filmlerinde kullandığım buz patenini dev bir kitap ayracına dönüştürdüğüm başka bir nesne çalışmam daha var.

Çalışmada kullandığınız kitabın adı nedir?

Türk Ceza Kanunu.

Söyleşi için teşekkürler.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Öncü Sürrealist Ressamlar (1450-1922)

ALBRECHT ALTDORFER:


GIUSEPPE ARCIMBOLDO:


AUBREY BEARDSLEY:


ARNOLD BÖCKLİN:


HIERONYMUS BOSCH:


ETIENNE LOUIS BOULEE:


RUDOLPHE BRESDIN:


PIETER BRUEGEL:


EDWARD BURNE-JONES:


EDWARD CALVERT:


ANTOINE CARON:


LUCAS CRANACH:


TIVADAR CSONTVARY:


GERARD DAVID:


GUSTAVE DORE:


JAMES ENSOR:


CASPAR FRIEDRICH:


HENRY FUSELI:


GEORG GROSZ:


HANNAH HÖCH:


MARCEL JANCO:


ALFRED KUBIN:


JOHN MARTIN:


GABRIEL CORNELIUS MAX:


GUSTAVE MOREAU:


PIERO DI COSIMO:


HENRI ROUSSEAU:


KURT SCHWITTERS:


LORENZ STOER:


JOHN TENNIEL:


ADOLF WÖLFLI: