24 Ağustos 2011 Çarşamba

24 Ağustos 2011 - Rüya


İtalya'da, geniş bir meydandayım. Saitek marka uçuş simülasyonu için konsolların satıldığı, teknoloji ürünlerinin olduğu bir mağaza arıyorum. Dolaştığım yerleri aynı zamanda google map aracılığı ile kontrol ediyorum. Sonunda meydanın güney bölgesinde böyle bir mağaza olduğunu haritadan buluyorum ve oraya doğru ilerliyorum. Birkaç restoran ve dükkan geçtikten sonra, aradığım mağazanın aynı zamanda Türk elçilik binası olarak kullanıldığını görüyorum. İçeride jöleli saçları arkaya taranmış Türkler var ve içlerinden biri, oldukça şişman, sürekli bağırıp çağırıyor ve elemanlarını azarlıyor. Adamla konuşmaya çekiniyorum ve dükkan raflarında Saitek marka uçuş konsolu arıyorum. Oysa raflara dizilmiş yüzlerce paletle karşılaşıyorum. Sonra Türkiye'deki bir arkadaşımın, İtalya'daki Türk elçiliğinin palet kaçakçılığı yaparak cebine para indirdiği ile ilgili iddiaları geliyor aklıma ve dükkanı kaygıyla terk ediyorum. Yolun uç tarafında, bar ve restoran karışımı bir mekana giriyorum. Aniden karnım acıkıyor ve yemek alabilmek için restoran içinde sıralanmış yüzlerce insanın arkasında kuyruğa giriyorum. Önümde 1.50 boylarında sarışın, oldukça seksi, 20'li yaşlarda bir kız duruyor. Bir süre sonra kızla sohbet etmeye başlıyoruz. Kız, İtalyan olmasına rağmen Türkçe konuşuyor. Onu otele götürmek istediğimi ve bu gece odamda kalabileceğini söylüyorum. Memnuniyetle kabul ediyor. İtalya'da olmamıza rağmen günün programını, Cihangir'de yemek yeyip Beyoğlu'nda içki içmek ve sonra da otele gitmek üzerine yapıyorum. Bu plan ertesinde yemek kuyruğundan çıkıp sarmaş dolaş yürümeye başlıyoruz. Onun her adımıyla titreşen terli, çıplak bacakları, müthiş bir heyecan duymama neden oluyor. İçki ve yemek planını unutup kaldığım otele gidiyoruz. Otele ekstra para vermemek için kızı gizlice yangın merdivenlerinden tırmanarak içeri sokuyorum. Oda kapısını açtığımda, yanımdaki kızla aynı yüze sahip ancak daha az seksi duran, makyajı dağılmış, suratı asık bir başka kızla karşılaşıyorum. Türk olan bu kızın aniden benim kız arkadaşım olduğunu hatırlıyorum. Suratı asık kız, kendisiyle aynı yüze sahip İtalyan kızı görünce müthiş sinirleniyor ve kendini tuvalete kitliyor. İtalyan kız, üçlü sevişebileceğimizi, kendisi için sorun olmayacağını söylüyor. O sırada odadaki televizyona bakıyorum. Humphrey Bogart'ın saçma sapan filmlerinden biri oynuyor. Kız arkadaşımı, bu saçmalığı izlediği için içten içe aşağılıyor ve onu terk etmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Bu sırada sarışın olan kız, çılgın gibi öpmeye ve bir yandan da soymaya başlıyor beni. Tam tişörtümü çıkardığında, tuvaletten ağlama sesleri geliyor kulağıma. Sarışın kıza durması gerektiğini ve bu yaşananlardan dolayı suçluluk duyduğumu söylüyorum. Sinirleri alınmış gibi gülüyor kız ve Türk olan kız arkadaşımın burcunu soruyor. 'Kelepçe' diye yanıt veriyorum. Sonra yatağa bağdaş kuruyor ve yoga hareketleri yapmaya başlıyor. Bunu fırsat bilip tuvalete doğru ilerliyorum ve kıza oradan çıkması gerektiğini, üçlü sevişebileceğimizi, böylece yalnız kalmayacağını söylüyorum. Ses aniden kesiliyor ve bir süre sonra da anahtar sesi duyuluyor. Kapı açıldığında, kız arkadaşımın makyajını tazelediğini ve diğer odadaki İtalyan kızla tamamen aynı yüze sahip olduğunu görüyorum. Mutlulukla belime sarılıyor, içeri geçiyoruz. Sonra tarif edilemez bir şaşkınlıkla içeride kimsenin olmadığını görüyorum. Kızın yoga yaptığı yatak örtüsünün üzerine yüzüstü bırakıyorum kendimi. Yüzümü yatağa sürterek onun parfüm kokusunu tenime yaymaya çalışıyorum. Ve bu olanaksız çabayla müthiş bir hüsran ve hırs içinde uyanıyorum.

21 Ağustos 2011 Pazar

Yaka Sürçmesi


Yakanı düzelt Breton, hep aynı şey oluyor, ya yakan ölen bir tesbih böceği gibi içe kıvrılıyor ya da yağmurdan kaçan bir kedi gibi saçakların altına saklanıyor.

Fotoğraftakiler, soldan sağa: Le nom du pere, avida dollars, Mr.Suicide, the wreckage of the secondhand goddess Gala.

Juraj Jakubisko'nun 'The Drummer For The Red Cross' Filmi

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Dipnotlar IV


* Bir film yönetmeni için 'aşk' ve 'intihar', olsa olsa birer prova kayıttır.

* Çimento arabaları, otomotiv sanayinin anal döneminde takılmışlardır.

* Durumu ciddi hastalara serum şişesi yerine kum saati takılmalı.

* Doğumevinden çaldığım ultrason ekranını projeksiyon cihazına bağlayıp 'çocukluk aşklarım' konulu çektiğim belgeseli her Pazar Aya İrini'de göstermek istiyorum.

* Üniversitede kadınları idrar renklerine bakarak seçen bir arkadaşım vardı. Şimdi Saint-Vincente'de degüstatör, kız arkadaşı yok.

* Devrik cümle kuran kadınlar, düşük yapmaya en meyilli kadınlardır.

* Eski kadınlarımın sözcükleri, zamandan düşen cam parçaları.

* Sadece trafik kazaları sonrasında ölenlerin yüzünü örtmek için bir gazete çıkarılmalı. Fransız sermayesi ile basılacak ve en az 'Le Monde' kadar tiraj yapacağına inandığım bu gazetenin adı, muhtemelen 'La Mort' olurdu.

* Makyaj malzemelerinin genetiği ile oynayarak provitamin ve proletarya arasındaki kimyasal sınıf farkını ortadan kaldırabilecek bir ürün keşfettim: Marx Faktör!

* Öğleye doğru apar topar çıkan kız, odamdaki büyük aynanın üzerine kırmızı rujla 'out of order' yazmış.

* Kiliselerin günah çıkarma odalarına Freud'un fotoğrafları asılmalı.

* Bir kadının cinsellik organını dezenfekte etmesiyle bir savaş alanındaki gerillaların öldürülmesi paralel kurgulanır.

* 'Stalin' bir cadde adı olduğu sürece hep aynı kapıya çıkacaktır.

* Rüyamda bir kadın bana doğru yaklaştı ve 'filmlerinizi izledim, sizin Tan'la iyi anlaşabileceğinizi düşünüyorum' dedi.

* İnsanlar öldüklerinde çocukluk aşklarıyla birlikte toprağa verilmeliler.

* Işık hızıyla uzaklaşan bir anının, açılan mesafeye rağmen sahip olduğu sıcaklığı koruyan imgesi.

* Bana karşı fren yapan kadınların balata koleksiyonunu yapıyorum. Kültür Bakanlığı destek verirse sergimi, bu yıl henüz sonlanmadan Tuzla otomobil mezarlığında açmayı düşünüyorum.

* Şair kendini şiirden korumak için şair olur, onun olası intiharı, yüz çevirdiği arzusuna bir felç gibi inen şiirin intikamıdır.

* Sevgili sanat sever kadınlar, orgazm taklidi yapmadan önce lütfen cep telefonlarınızı kapatın.

17 Ağustos 2011 Çarşamba

Varoluş Denemeleri, Epizot IV -


Ne yaparsam yapayım, iki belirtiden kaynaklı onlarca işaretin, sahip olduğumu iddia ettiğim varlığı, hayatımın bir döneminde ve bir süreliğine de olsa kıstırdıkları gerçeğinin üstesinden gelemiyorum. Ses ve görüntü olarak dahil olduğum kurgusal düzene saldıran bu işaretler, onları kabul ettiğim, ancak zihinsel kronolojinin dipsiz noktalarına kadar itelediğim zamanlar farklı, asla kabul etmediğim ve kendi gerçeklik duygumun dışına ötelediğim zamanlar ise daha farklı bir mesajın taşıyıcısı oluveriyorlar. Görüntü ile ses uyumsuzluğundan kaynaklanan, yüzleri tam anlamıyla silik öteleştirilmiş kabuslar ve görüntü ile sesin muhteşem uyumundan türeyen, yüzleri yüzüme dönük, olduğum noktayı damgalayan, böylece orada hiç olmamış olduğum hakikatinin üzerini çizen tanıdık figürler arasında, bakışıma dair öncelikleri sıralarken buluyorum kendimi. Klorlu suyun derinlerinde ve zamansız görülen bir düşün manyetik etkisi altında eğilip bükülmekte olan havuz fayanslarından kopma bir çift bakış görüyorum. Kendisine bile inanmayan inatsız bir ruhun eklemli vücudundan kopup gelmiş bir çift bakış... Tasarım zırhına yenik düşerek esnemeksizin sonsuza uzanan bir tramplenden bakışlara değil ancak bakılan noktaya kendimi bırakmak, dört ses duyumunu da beraberinde getiriyor; dalma anının tanıdık hazzını, ağıza fermuar çekme jestiyle sınırlanmış ebeveyn gürültüsünü, aniden fren yaparak verdiği tüm kararları hareket imgesinin karşı merkezindeki kararsızlığa dönüştüren henüz terk edilmiş bir kadın mırıldanışını ve yapıştırdığı sakızları takip ederek oyun kağıtlarından yaptığı evin içinde yolunu bulmaya çalışan küçük bir kızın ayak seslerini... Kahve falında, kahve falı baktığını gören birisinin kendi zihinsel ikizi ile aynı zamanda, aynı anı yaşıyor olmasına benzer biçimde, ben de bakışın odaklandığı yerde, bakılan yer olmanın hazzını yaşıyorum.

16 Ağustos 2011 Salı

Varoluş Denemeleri, Epizot III -


Uzak bir sahil kasabası düşüncesinin, içinde arzunun kendisini belli belirsiz hissettirdiği varoluş vurgusundaki düzensizliğe karşı bir savunma refleksi olduğu şu anda, yalnız başına yolculuk ediyor olmanın anlamını yaşıyorum. Kimseye ait olmayan bir arabanın içinde, sonsuzluğu yok etmekle onu tarihime bir damga olarak vurup sınırlamak arasında bir kararsızlık içindeyim. Yol arkadaşı istiyor muyum? Kendimi farklı zamanlara bölerek çoğaltmak ve böylelikle yalnızlık duygumu güçlendirmek yerine, sürekli aynı zamana, yani arzu ettiğim bir şeyi bulduğum anda onu çoktan yitirmiş olma anına çakılarak kalabalıklaşıyorum. Tekil olanın, kendi sözcük anlamına tavır alarak iletişim yoğunluğuna dair müthiş bir çeşniyi harekete geçirmesi, zamanlara bölünen kendiliğin, her bölünen zamanda duyumsadığı yalnızlığı ortadan kaldırıveriyor. Aynı zamana geri dönüşlerle hapsolmuş düşüncenin coşkusu, farklı zamanlarda kendini duyurmaya çalışan varlığımın üzerini çizerek yeni bir yol arkadaşının fiziksel dünyadaki varlığını müjdeliyor. Takıntılı bir onarım mekanizmasının sürekli aynı zamana ve kaybedilmiş olanın trajik tarihine yaptığı yatırım, yanımda oturan kadının kendi tarihimin bakışını çalarak yola odaklanmasına neden oluyor. Henüz tanıştığım ve keşfediyor olma coşkusunun evvelinde çoktandır kaybetmiş olduğum bu kadın, kullanmakta olduğum arabaya karşı teslimiyet odağını güçlendiriyor. Arabanın onu taşıyor olması, varılacak hedefe yaklaştıkça arabaya karşı yönelen tarifsiz bir suçluluk duygusuna neden oluyor. Bu duygu, takıntılı geri dönüşlerle hapsolduğum ve kendimi, yalnızca benzerlerimle anlamlandırarak karşı konulmaz bir yabancılaşmanın pençesine düştüğüm geçmiş zamanlara ait. Geçmişin tanınmaktan uzak yüzlerine ihanet ettiğim sanrısı ile arabanın kendi mekanik ağırlığı arasında can çekişen suçluluk duygusu, işlenmese bile kendini duyuran bu affedilmez günahı, olmayan fitilinden ateşleyiveriyor. Kullandığım araba, yerinde bir manevrayla ihanet ettiğim yüzlere dönüşüyor. Onun hem ihaneti ve hem de işlediğim öne sürülen günaha rağmen yanımdaki kadını taşıyor olması, kendi mekanik aksamını, ne kadar itaat etseniz de bir günah geriye düşeceğiniz ilahi bir güçle yer değiştiriyor. Bu gücü arabaya kazandıran bir başka neden de onun her şeye rağmen sessiz kalarak yoluna devam etmesindeki erdemin kendisinde gizli. Benim dışımda beliren ve duygularımın ötesinde yapılanmış bu cansız erdem duygusu, ayaklarını ön cama uzatmış uyuyor olan kadını, yalnızca kendi hacminde var olmuş bir nesneye bütünlüyor. Onun ayak bileklerine yansıyan durağan çırpınış -özgül beden duruşu- olağan dışı bir güçle, haz ile kaderin yanılsamalı işlevlerine dair ne kadar gönderme varsa birbirine karıştırıyor. Radyoyu açma kararının beklenmeyen bir haber alma korkusuyla ertelendiği, camı açma arzusunun, yarısı içinde kalmış bir dondurma ambalajı kılığında asfalta düşüp paramparça olma düşlemiyle doyumsuz bırakıldığı bir anda belirli belirsiz arabayla konuşurken yakalıyorum kendimi. ‘Lütfen’ diyorum, ‘lütfen bize zaman içinde yol aldıran mekanik aksamının gizlerini bağışla...’ Soru haline getirdiğim yakarışın, yanıtı başından beri dışladığı içindir ki soru olabilme hakkını kendinde var ettiğini görmezden geliyorum. İhaneti taşıyan ve giderek onun kendisine dönüşen aksam, eril sesten boşalan organize olmuş bir öğüdü başıma kakıyor: ‘Ne kadar kadın seversen sev, hep bir kadın geriye düşersin. Onu ne kadar seversen sev, hep bir ömür baştan başlamak zorunda kalırsın’ Yolu, sonsuzluğun ‘ebediyet’ ile sınırlanmadığını iddia eden inatçı bir kanıt gibi uzatan bu ses, yani başkasının dilinde ikamet eden arzum, kapıları kireç tutmuş eski model bir mahkeme salonunun suça odaklanmış sessizliğine dönüşüyor. Sesi, alışık olduğum zaman kiplerine geri dönerek tekrar duymak istiyorum, olmuyor. Vites küçültüyorum, olmuyor. Vites büyütüyorum, olmuyor. Kafamda yaşattığım bu çaresizliği yok edecek nedeni, benden ‘artık’ bir noktada kendi gerçekliğini yapılandırmış yanımdaki kadına odaklanmakta arıyorum. Ayakların cama yansıyan, yani yansıtan ile yansıyan arasındaki yarı idealist uzamı mutlak yanılsamaya dönüştüren estetiği, üzerinde yol aldığım hayatı katederek onu yok etme oyununa sürüklüyor beni. Bir sonraki benzin istasyonuna kadar nefes tutma oyunu oynuyorum, olmuyor. Boğamıyorum kendimi, bir türlü gerçekleşmiyor beklediğim kaza. Cama dayanmış ayaklar, eziyeti içinde saklayan kuyruksuz birer notaya dönüşüyor, yalnızca onların sesi duyuluyor. Şöyle diyorlar çukura düşen arabanın mekanik aksamını da yanlarına alarak: ‘Ne yaparsan yap, koskoca bir sileceğin mekanik büyüsü, düşünsel bir ayakkabı izini silmeye yetmeyecektir...’

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Varoluş Denemeleri, Epizot II -


Ben, içinde pek çok isim taşıyan, kan fırtınalarıyla ortasından ikiye yarılmış çürük bir soy ağacıyım. Hiçbir düzensizliğe neden vermeyecek şekilde her şeyin yerli yerinde olduğu bir tren istasyonunda, kendi gecikmişliğini bekleyerek kökünden irin sızdıran bir zavallılık temsiliyim. Olağanüstü olanı içerden çökerterek kendi geçmişimin bir tarafını asil, diğer tarafını ‘yok’ kılan genetik lekeyim. Yaşamın dışına çıkmaya çalıştıkça onu büyük bir özenle kirletip kendi sınırlarıma dahil eden ön görülmeyen mucizeyim. Ve arzu ediyorum. Belleğimde başka birinin ismi, üzerimde başka birinin elbisesi var. Farklı saatlerde sokaklarında dolaştığım bu şehir, bir an sonra tüm zamanların tüm saatlerini aynı sokağa taşıyor. Yaşamdan uzak, ansızın bastıran bir ölüm gibi kendi yalnızlığımla yüzleştiğim, şarjı tükenmiş bir girdap gibi yutmaksızın beni sürekli yüzeyde tutan bu sokak, yolun sonuna geldiğimi, gidecek ya da çıkacak hiçbir yer olmadığını gösteriyor. Kemik kırıntılarının, alev almış tül perdelerin ve sancısız doğum ilanlarının arasında bir oraya, bir buraya turluyorum. Kırılmak üzere olan ve metreler boyunca uzayan şeffaf bir cam parçasının üzerindeyim. Günahlarımı taşıyan bu şeffaflık, her temizlik darbesinde simsiyah köpürerek başkalarının günahlarına dönüşen bu lanetli kirli beyaz, beni bir an önce karar vermeye zorluyor. O an, üzerinde durmakta olduğum cam parçasına yansıyan ve belki de ilk kez bir bütün olarak duyumsadığım bedenime bakıyorum, kemiksiz ruhun ağına yakalanmış, kendilikten uzaklaşma korkusunu, bir başkasının attığı düğümle savuşturma hünerini göstermiş bedenime...

Oradan uzaklaşmak istiyorum. Hapsedilmişlik duygusunu aşarak kan pıhtısı kılığına girmiş bir meteor gibi ruhsal duvarımı kırıp geçmeye çalışan bedenimden kurtulmak istiyorum. Gözlerimi kapatıyor ve zor da olsa birkaç adım atarak kenarları kadar yüzeyi de keskin cam bölmeyi aşıyorum. Belleğimde başka bir kadının ismi, üzerimde başka birinin elbisesi var. Attığım her adımda, kırmızı gül yaprağına benzeyen iri fasulye büyüklüğündeki cıvıl cıvıl simler, üzerimde taşıdığım elbisenin gizli kapaklı deliklerinden yürüdüğüm yola doğru dökülüyor. Etrafa dağılan ve masallar ötesi bir kadının takma tırnaklarından irice ufalanarak kendi şeklini almış bu rengarenk simler, nereden geldiği belirsiz beyaz bir ışığın altında kendi enerjik gölgelerini yaratıyorlar. Yürüdüğüm yolun sonlarına doğru arkama bakıyorum ve saçları önüne düşmüş bir kadının dökülen simleri dikkatlice toplayıp, simlerin ters renginde giderek büyümekte olan çantasına koyduğunu görüyorum. Kendine ait olmayan ancak kendi geçmişinden kırılarak yükselen anıları önünde diz çökmüş bu kadın, aniden bastıran bir yağmurun altında kalıveriyor. An içinde korkak bir jest salgılayarak yağmur şeklini alarak vücudu, atmosferde birbirine giderek yaklaşan iki doğru çiziyor. Doğruların kesişme noktası, utangaç bir spermin tarihsel geçmişini yeniden üretiyor. Üretilen biyolojik pıhtı, tarih ve kemik, kan ve zihin, söz ve düş arasındaki sınıf ayrımını ortadan kaldırıyor. Ona doğru yürüyorum. İçi boşaltılmış şehir, onun ağırlığı altında ve giderek ondan tarafa doğru eğiliyor. Üzerine renkli yara bantları yapıştırılmış beyaz ipeksi çorapları var. Kafatasına yayılmış durgun ateşin özenle aydınlattığı bir duvar yazının önünde, iri sim parçalarını çantasına doldurmayı sürdürüyor. Gecenin ortasında hayal edilen güneşin ters ışığında, vücudunda patlayan kas izleri, saç izleri...

Mutsuz olduğunu saklarcasına attığı kendine dönük her adım, yas ve rüzgar arasında kalmış ölüm duygusunu canlandırıyor. Kıvrımlı vücudu, güneşin kanattığı dipdiri bir savaş alanıyla evrensel söylencenin ve gözden kaçanın birleştiği mitsel bir yakarış arasında uzanıyor. Her hareketi, yoktan yanmış bir ateşi ören sıcak bir tepkime gibi; karar veriş anındaki durgunluk, eğimli bir karanlık, ıslanmış bir fişek, kendi varlığını olumsuzlayan bir ön yargı gibi. Başkaları tarafından atılmış bir vücut imzasının içinde ve kendi yalıtkan geçmişinde yaşayan bu kadın, zorlanımlı bir bellek tarafından çoğaltılmış naftalinli bir kusursuzluk taşıyor.

Giderek kendisinden uzaklaşan her hareketi, kendini yalnızca kendisine kurban eden melek fazlası bir kütleyi anımsatıyor. Nefes alışlarımda nefesini vererek soluk tarihime ayak uydurmuş bu kendiliğinden evren, başı giderek serinliğe çekilen bu iki boyutlu varlık, düşüncelerimin kaldırma kuvvetini kan basıncıma dengeliyor. İçimde batmadan, öylece asılı kalıyor, batmadan boğuluyor. Onunla aramdaki boşluğu doldurabilmek için daha kaç mesafe zaman gerekiyor? Bir mevsim gücünde düşen her yaprakla ölüme sıkıştığım bu sokakta, gölge ve ışık arasındaki anatomik yalnızlığı yaşıyorum. İçinde 'sıcaklık' saklanan bu kadının şeklini alarak bileşik bir sıcaklık belleği yaratmanın umutsuz çabasıyla yalnızlıktan kaynaklı acıyı pıhtılaştırmak adına bir gözümü ona, diğerini kendime kapıyorum.

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Varoluş Denemeleri, Epizot I -


Farkındalık sınırının aşılması, sıkıca tutulan ‘anlam’ bilgisini elden kaçırır ve gündelik gerçek, kendi üzerine yansıyan ‘mizansen’ duygusunu tek kişilik bir hava boşluğuna dönüştürür. Boşluğu oluşturan, dişi belleğin, tıpkı işlevi dumura uğramış bir organ gibi çıkarılıp saklanmasıdır. Belleksiz kadın, onun eylemlerini yalnızca kendi düşünce sınırlarınız dahilinde kestirebileceğiniz yatay bir boşluktan ibarettir. Ve o boşluğa düşmeksizin korumaya çalıştığım bellek, zamansız olan, ancak kendi olmayan dişi imgeye ulaşabilmemdeki tek sırdır. Genetik süreçlerden uzak, zamanla oluşan ve sonrasında kendi sonsuzluğunu kazanan bu sır, kemik iliğinin iç yüzeyine gömülmüş ilahi bir sarmal çizgide saklıdır. Konuştukça kendinizi gizlediğiniz ve gizlendiğiniz ölçüde yaklaştığınız belleği olmayan boşluk, ancak ilikte bulunan sarmal gücün yardımıyla sizi yutan değil de kusan bir boşluk haline gelir. Bir boşluk tarafından dışarı fırlatılmak, ‘varoluşun’ zavallı bir yaşama hırsına dönüşmesinden başka bir şey değildir. Gündelik gerçekliğin neredeyse dışında ve boşluğa doğru açmış olduğunuz kapının basit bir dil sürçmesiyle ya da sendelemeyle suratınıza kapanması, ‘kendilik’ tanımınızı yeniden cisimleştirir, yaşadığınız ‘an’ı zamanın kendisinden soyutlayarak onu gelecekçi çizgileri korunmuş bir fosil haline getirir. Uzun süredir saklanmak adına bulunduğunuz şehir, kendi kafanızda yarattığınız bu olağanüstü sıcağa dayanamayarak nefesini tutar ve çok geçmeden ölüme karşı direnen topal bir arzuya dönüşür. Hemen hergün, hiç de mucizevi olmayan bu arzunun merkezine yaptığım yolculuklar, çocukluğumdan çıkan sinir uçlarını gündelik yaşam kaygısının sıradan zorunluluklarına iliştirir. Kazara çiftleştirilmiş birbirinden bağımsız iki imgenin, kendilerinden bağımsız bir üçüncü imgeyi doğurması, yaşadığınız şehri sadece size ait kılan ölümlü bir enerjinin serbest kalmasına neden olur. İç kanamayı çağrıştıran ve kabuğunu sıyırdıkça etkisi artan ‘sıcak’la birlikte size terk edilen şehir, travmatik bir yalnızlığı da beraberinde getirir. Çoğu zaman yaşadığım bu yalnızlık duygusu, paha biçilmez bir deniz kabuğunun içinde can çekişmekte olan yeşil bir çekirgeye benziyor. Güçlü bir görsellik yaratsa bile ölümün bellek dışı görkeminden kaçamayarak kendi sıçrama fantezisinin ayak ucunda yok olmayı bekleyen yeşil ve biçimsiz bir yalnızlığa aitim! İç organları çıkarılarak tütsülenmiş bu kalabalığın içinde yalnız bırakılmış İstanbul şehrinin sonradan olma duvarlarına asılmış topal bir arzuyum. Uzun süredir kendimi böyle tanımlıyorum çünkü herkesin aç bir köpek gibi saldırıp yapışarak sütünü emdiği şu zamana ait olmadığımı düşünüyorum. Devasa bir yastığın içinde sıkışarak kumaşı yırtmak adına tekmeler savuran bir fikrin, yastığın biçimini bozması, ancak asla onun dışına çıkamayışının döngüsel kaderine benzer biçimde ben de bedensel jestimin biçimini ruhsal bir manevrayla bozup onun tanıdık işaretlerini şaşırtmaya çalışıyorum. İçrel kılınmamış nesnenin dışarıya yansıtılarak tarihi reddeden bir uydu bilgi alanı oluşturması gibi, ben de mekanın hacmiyle birlikte tükettiğim kronolojik zamanı bükerek, kendim ve kendilik arasında paralel bir kurgu, kitabi bir refleks yaratıyorum. Kendim ve kendilik arasında, düşünsel bir refleks sonucu açılan boşluk! Şayet ‘O’ diye birisi varsa, şayet ‘O’, arzunun çıktığı yer ve onun hedefi arasında süregiden yanılsamalı devinimin çürümekte olan zaman algısıysa, şayet ‘O’, kırılmış bir çarkın kendi çevresi etrafında dönerek çıkardığı sözcük sesleriyle aşkı ölümden koruyan ‘şey’ ise O’nun, kendim ve kendilik arasında ‘O’ olmayan bir öteki tarafından yaratılmış olduğuna eminim. Giderek hacimlenen boşluk duygusu, kendi sınırsızlığını O’nun sayesinde yanılsamalı bir gerçeklik algısına dönüştürdüğünde, aşk eyleminin koordinatları da kişisel tarihinize yazılmış olur. Yaşayamadığınız anda yasa bürünen, kendisinden uzaklaştıkça peşinizi bırakmayan, gözlerinizi açtığınız anda sizi yok sayan o büyük aşk, tıpkı bir nefes ya da ruh gibi genleşerek sahip olduğunuz her şeyi daha da yüksekten izleme fırsatını sunan bir prova kayıttır. Ne yaparsanız yapın, o büyük aşk karşısında yaşadığınız çaresizlik, er ya da geç başkalarının trajik zaferiyle gözyaşı olarak düşecektir.

12 Ağustos 2011 Cuma

12 Ağustos 2011 - İki Rüya Birden


1.Rüya: Oyuncu İ.A'nın yeni bir oyun sahneye koyacağını öğreniyorum ve oyun hakkında bilgi toplamaya başlıyorum. Bu iki kişilik oyun için seçilen erkeğin, Yeşilçam'ın eski oyuncularından İhsan Yüce olduğunu öğreniyorum. Oyunun adı: A White Healty Girl... İ.A'nın evi önünde saklanıyorum ve bir süre sonra kendisi 60'lar modeli kirli beyaz, alçak topuklu ayakkabılarıyla görülüyor. Takip ediyorum. Hava aniden kararıyor. Yürüyerek Bursa Devlet Hastanesi'nin bahçesine geliyoruz. Orada park etmiş kırmızı Renault 12 marka bir araba ve içinde İhsan Yüce duruyor. İ.A. arabaya biniyor. Onları dışardan izliyorum. İ.A, cebinden 'A White Healty Girl' isimli kitabı çıkarıp okumaya başlıyor. Böylelikle sahneye konacak oyunun kitaptan uyarlama olduğunu anlıyorum. Bir süre sonra İ.A. ve İhsan Yüce tartışmaya başlıyor. Bunun oyun gereği olduğunu düşünüyorum. Ancak daha sonra araba, tartışmanın etkisiyle dehşet verici bir hızla sallanmaya başlıyor. Camları hızla buğu oluyor. Heyecanlanıyorum ve hastanenin tuvaletine giriyorum. Tam işemeye başlamışken biri arkamdan itiyor ve işediğim pisuvara yapışıyorum. Ardından alaycı bir kahkaha sesi geliyor. Kafamı çeviriyorum ve uzun süredir görmediğim K.G'yi yan pisuvara işerken görüyorum. Sonra sinirlenip onun üzerine işemeye başlıyorum. Her tarafı çiş içinde kalıyor ama gülmeye devam ediyor. Ona İ.A ve İhsan Yüce arasındaki oyundan söz ediyorum. İlgilenmiyor. Yeniden arabanın olduğu bölgeye gitmek için hastane kapısından çıkıyorum. O sırada büyük bir topluluğun hastaneye doğru ilerlediğini görüyorum. Grubun çoğu polislerden oluşuyor. Ancak dikkatle baktığımda, İ.A'nın, grubun ortasında ve yakalanmış olduğunu görüyorum. Üzerinde koyu mavi mini bir etek, beyaz bir tişört ve bu kez siyah topuklu ayakkabılar var. Sorgulamak üzere karakol yerine neden Bursa Devlet Hastanesini tercih ettiklerini merak ediyorum. Görünmemek için saklanıyorum. Yanımdan geçip gidiyorlar. Sonra başımı çeviriyor ve arabanın olduğu yerde durduğunu görüyorum. Camlarındaki buğu biraz daha dağılmış. İlerleyip yolcu ön kapısını açıyor ve içeri giriyorum. O sırada İhsan Yüce'nin cansız bedeniyle karşılaşıyorum. Boynunda, kollarında darp izleri var. Tüm bunları İ.A'nın topuklu ayakkabısıyla yaptığını, adamı, sahneye koydukları oyun gereği tekmeleyerek öldürdüğünü düşünüyorum. Bundan müthiş bir haz ve aynı zamanda korku duyuyorum. Sonrasında arabadan inip merakla İ.A'nın sorgudan çıkarılmasını bekliyorum.

2.Rüya: Ankara'nın ortasına beş kilometre çapında ve yerin içine doğru derinleşen spiral şeklinde devasa bir kompleks yapılıyor. Spiral kompleksin yüzeyindeki dükkanların çoğunda yaşlı adamların bilgisayar oynadıklarını görüyorum. Arkadaşım J.D. ile yerin merkezine doğru inen kompleksin tamamını görmek istiyoruz. Spiralin etrafında gerçekleştirdiğimiz birkaç turdan sonra -ki her turun beş kilometre olması gerekiyor- en aşağı inmeyi başarıyoruz. Burada, zenginlerin oturacağı apartmanların inşa halinde olduğunu görüyoruz. Ortama yoğun bir çalışma temposu hakim. Onlarca işçi kazma sallıyor ve henüz hiçbir bina tamamlanmış değil. O sırada J.D. bana bir arkadaşını tanıştırıyor ve onun eşcinsel olduğunu söylüyor. Adamın varlığı müthiş bir nefret duygusu uyandırıyor bende. Sorduğu hiçbir soruya yanıt vermiyorum. Biraz yürüdükten sonra bir kum birikintisinin üzerine oturuyoruz ve eşcinsel olan çocuk, yukardaki inşa halinde olan bir yapıyı gösteriyor. Yapının ön yüzündeki duvardan çıkma yuvarlak iki kubbe dikkatimi çekiyor. Eşcinsel olan, yapının Türkan Şoray'ın heykeli, ön yüzündeki kubbelerin de onun göğüsleri olduğunu söylüyor. O sırada yapının yanındaki işçiler, kazmalarıyla göğüs biçimindeki kubbeleri kırmaya başlıyorlar. Eşcinsel olan çocuk birden hiddetleniyor ve bu yaptıklarının suç olduğunu bağıra çağıra iddia ediyor. Yakınımızda çalışan işçiler işlerini bırakıp eşcinsel çocuğa sinirli bir ifadeyle bakıyorlar. Eşcinsel oğlan, hızını alamayıp yakınımızdaki işçilerin yanına gidiyor. O sırada bir kavga olacağını hissederek ayağa kalkıyorum. Bir süre sonra gerçekten de onun işçilere vurmaya başladığını görüyorum. J.D. arkadaşına yardım için onun yanına gidiyor ve ben de kimseye çaktırmadan kaçmaya başlıyorum. Hızla beni spiralin merkezine indiren yolu buluyor ve bu kez yüzeye çıkmaya başlıyorum. Uzun bir çabadan sonra, nihayet bitmiş dükkanların ve bilgisayar oynayan yaşlıların arasına katılmayı başarıyorum.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Dipnotlar III


* Yemek yaparken sağ ayağını diğer bacağının baldırına koyan ve başını hafifçe sola eğmiş kadınlara arkadan yaklaşan kamera hareketi gibi hissediyorum.

* Bakışmak, biyolojik terördür.

* Yaklaşık on gündür, nostaljik hemşire Florence Nightingale'in süperego haritasını tamamlamaya çalışıyorum. Şu aralar kasık bölgesindeyim.

* Arzu-nesne ilişkisinin doyum sürecinde, adına 'özenip bezenilmiş plan' denen biçimci tavrın tamamen etkisiz hale getirilmesinden yanayım.

* Cinayetin estetize edilmesi, cinayeti yaratan nedenin estetize edilmesidir.

* The Brothers Quay, İngiliz sinemasına olan haklı-köklü nefretimi uzun yıllar sonunda ambivalansa dönüştürebilmeyi başardı.

* Yasadışı oyuncak fabrikaları kurulmalı.

* Yaşamı boyunca hiç aşık olmamış bir aktör, oynayacağı aşk filmi için dublör ister.

* Önümüzdeki hafta, iletişim fakültelerinin aynı zamanda baz istasyonu olarak kullanılmaları gereğine dair bir yasa önerisi hazırlayacağım.

* Postmodernizm: Yanmış bir kibrit çöpünün yeniden yanması.

* Kendimi son kullanma tarihi geçmiş bir prezervatif gibi hissediyorum. Varoluşumdan gebe kalmam an meselesi.

* Evrensel yineleme nevrozu dünyanın kendi etrafında dönüşüdür.

* Bir psikiyatrist, hastasının anal dönemini incelemek için dışkısından 'kültür' örneği alır.

* Dünya savaşlar tarihini yalnızca ultrason cihazında gösterebileceğim bir format uzantısı üzerinde çalışıyorum. Adı 'ULT.avi' olacak.

* Varoluş tiyatraldir.

* Kadıköy'de biri, üzerinde kendi kayıp ilanının olduğu bildirileri dağıtıyordu.

* Az önce, ünlü bir sinema eleştirmeninin Jan Svankmajer'in çizgi film yaptığı iddiası ile ilgili bir yazısını okudum. İzninizle kusmaya gidiyorum.

* Nesne, kendi cansızlığının imgesinde yaşar. Bu yüzden insandan önce keşfetmiştir ölümsüzlüğü.

* Issız adaya götüreceğim tek kitap: 'Kinsey Reports, Sexual Behavior in the Human Female'