20 Ekim 2014 Pazartesi

Geste à Peau



Bugün, daha önceleri hiç olmadığı kadar René Crevel'in major depresif hayaletini üzerimde hissettim. 'Özdeşleşme Stratejisi ve Psikopatolojik Yaklaşım Üzerinden Korku Sinemasında Kadının Psikanalizi' konulu verdiğim seminer sırasında oldu ne olduysa! Gösteren zincirinin (S2) ataklarından kurtulmak için baştan aşağı kurguladığım 'yazılı metni' okuduktan hemen sonra, dinleyicilere ilk ve son kez dönerek, 'sorusu olan var mı' diye sordum. Ve gördüm ki, koca bir suskunluktan daha fazlası olmayan sunumuma çalışmış olan tek ölümlü ben değilmişim; dinleyiciler de zikrettiğim sunumu çok iyi anlamış olmalı ki argümanlarıma destek çıkacak biçimde öylesine sessiz kalmayı tercih ettiler. Tam o sırada, yani dinleyicilerle aramdaki 'sözleşme' bitmiş olmasına rağmen, oturumu kapatmamaya dair ani bir gereklilik hissettim. Sanki beyaz perdenin 'bizden öte' yanında barbar bir kavim Roma'yı paramparça ediyormuş da dinleyicileri bu uygarlık dışı katliamdan uzaklaştırmak için konuşmayı elimden geldiğince uzatmam gerekiyormuş gibi... Ne yapacağımı şaşırdım. Elimde teşhir edecek iki video daha vardı ancak salonda bulunan 'bir'i yüzünden o videoları göstermek istemedim. Görsel referanslardan ivedilikle uzaklaşıp adına 'fallus' denen elimdeki son spekülatif kozu da hayli provokatif bir argüman zincirinde oynadıktan hemen sonra, izleyicinin, çokça çalışmış olduğu sessizlik oyununu bozamadığım gerçeği ile karşılaştım. İşte ne olduysa ondan sonra oldu; beni dinleyen kalabalık, ısrar ettiği suskunluğun ertesinde, perdenin öte yanından salonu işgal eden barbar bir kabile tarafından paramparça edildi. Salondaki herkes, kapatılamamış antik bir bavulun içine zorla tıkıştırılmış organ parçaları oluverdi. O an Crevel'in hayaleti dokundu omzuma ve bunca insanı 'evvel zaman içinde' bir katliamdan kurtaramadığım için duyacağım suçluluğu ağırlaştıracak bir 'ceza kağıdı' uzattı bana. Formu doldumam gerektiğini, aksi taktirde tarafımdan gerçekleşecek olası bir intiharın geçersiz kabul edeceğini söyledi. Şükürler olsun, belki de saniyeler içinde, Crevel'in uzattığı ve yokluğun kapısını açan formun basit bir öğrenci yoklama kağıdına dönüştüğünü gördüm. Seminerin son dakikalarında sözüne ettiğim 'gösteren zinciri'ne benzer bir bağla mühürlenmiş onlarca isim vardı o kağıtta. Kırmızı bir tükenmez -hipotetik- kalemle mühürlenmiş olan bu ontolojik grup, bir 'gösteren'in -Akademi'nin Söylemi- ancak başka bir 'gösteren' için -Öteki'nin söylemi- var olabileceğini hatırlattı bana. Ve gördüm ki adına 'öteki' denen 'hani şu şey', halihazırda organize olduğu inancıyla 'söz'ün kudretini kullanan bir logosentrikten çok daha organize bir kastrasyon draması yaratabiliyormuş. 

Bayanlar baylar, her ne kadar Kanlı Seminer bitmiş de olsa, şu meşhur gösteren zincirindeki her bir imgenin, nasıl oluyor da bir diğeriyle yer değiştirebildiği üzerine başka bir örnek var sırada. O halde sizleri, görselleşmiş sözcüklerden daha fazlası olmayan bir rüyada, adına Gestapo denen bir gösterenin, rastlantısal bir dokunuşla yerini bir başka gösterene, yani 'geste à peau'ya nasıl bıraktığını kanıtlayan bir simya deneyiyle baş başa bırakıyorum.

19 Ekim 2014 Pazar

Helin et Moi


Ne demiş Lautréamont, "As beautiful as the chance encounter of a sewing machine and an umbrella on an operating table"

Kendinden hayli sıkılmış görünen Helin Avşar'ın mı daha 'dikiş makinesi' yoksa 'kendinden hayli sıkılmış görünen Avşar'dan sıkılmış olan benim mi daha şemsiye' olduğumu sorgulamak istemiyorum. Çenesinden ve ağzından güç alarak suskun kalmayı başarabilmek, 'söz'ü ama yalnızca 'söz'ü iletmek adına iki zavallı ölümlünün tam ortasında erekte olmuş, erki kızıl kızıl yanan bir mikrofonun sözde iktidarını söndürmeye yeter diye düşünüyorum.

Yine de 'benimle burada ne işin var' diyen bir kadın -soldan okumaya başlayan bizim gibi toplumlarda bakışın ve suskunluğun egemenliği de soldan sağa doğrudur- 'benim burada ne işim var' diyen -sağdan sola doğru bir türlü var olamayan- bir erkekten her koşulda daha baskındır, aklidir ancak görece üstündür.

O halde sıradaki Lautréamont, soldan sağa baksa da 'ontolojik kader' gereği okuduğunu anlayamayan Mrs. Avşar'a gelsin: "…the association of two, or more, apparently alien elements on a plane alien to both is the most potent ignition of poetry."

14 Ekim 2014 Salı

Foucault'yu Unutmak


Oğuz Adanır'ın Baudrillard'dan yaptığı çevirinin coşkusuyla her gece olduğu gibi bu gece de Foucault'yu unutmak istiyorum; hem de %25 indirimli! Ne zaman bu kitabı okusam, alkolden olsa gerek, onu-bunu unutuyor olmanın utanç veren psikopatolojisi, hiperrealist bir konjonktürde yaşamakta olan kitlelerde asla hatırlanmaması gereken 'şey'in post-politik (Baudrillard olsa 'trans-estetik' derdi) durumuna dönüşerek en azından içtiğim şeyin hakkını vermemi sağlıyor.

Onu bunu bırakın da hiç %25 daha ucuza birini unuttuğunuz oldu mu; karınızı, kocanızı, kız arkadaşınızı ya da cinselliğinizin tarihini? Haydi bu gece bir iyilik yapın kendinize ve 6 Liraya, 80 sayfada Foucault'yu aniden unutuverin! Halihazırda tarih olan birini bir kez daha tarihe gömerek endişe verici de olsa yaşıyor olduğunuzu kendinize kanıtlayın; %25 daha az ödeyerek Foucault'nun yerine 'yaşam', Foucault'nun adına 'düşünme' hakkını kazanın. Bu sizin için yapılan son çağrı...

13 Ekim 2014 Pazartesi

Özdeşleşme Stratejisi ve Psikopatolojik Yaklaşım Üzerinden Korku Sinemasında Kadının Psikanalizi


20 Ekim günü saat 13:00'da hiç de adil olmayan çoklu bir cinayet işlenecek; 1971'den bu yana korku filmlerinde öldürülmüş olan tüm kadınlar, çocukluğumun sponsorluğunda, çocukluğumun arzusunu kırmayarak ve bir kez daha öldürülmüş gibi yaparak sizi anında unutabileceğiniz bir zevke ortak etmeye çalışacaklar.

Ağıza alınması neredeyse olanaksız bu akademik zevkin tam başlığı ise şöyle: "Özdeşleşme Stratejisi ve Psikopatolojik Yaklaşım Üzerinden Korku Sinemasında Kadının Psikanalizi"

Size bir sır vereyim; 1970-80'lerde korku sinemasında kurban edilen kadınları baştan çıkarabilmenin ve onları hala 'ölü', hala 'güzel' kılabilmenin tek yolu bu; sondan eklemeli 'akademik' bir sunum başlığıyla onların yeniden dirilmesini sağlamak...

Bu eklektik-ritüelistik harikulade başlığa rağmen aranızda hala ölü olan ve dirilmeye karşı direnen varsa ayılmanız için 20'sinde içkiler benden!

9 Ekim 2014 Perşembe

Leos Carax'la Tek Kişilik Söyleşi


2000'lerin bilmem hangi yılında -yılları vererek konuşabildiğim son yıl 2006'dır- Boğaziçi Üniversitesi'ne konuk olan Leos Carax'ın söyleşisine katıldığımı hatırlıyorum. Kendisine, scan edilmiş versiyonuyla Mauvais Sang (1986) filmine dair beş kare ve beş soru ilettim. Aşağıda görmüş olduğunuz beş kare + 1 karenin soruları şöyleydi:

1) Mauvais Sang filminizde Lavant'ın (Alex) girdiği asal mekanı dış mekandan ayırmak için algılayamadığım biçimde ve ani olarak bir at kafasına kestiniz (Filmsel Kastrasyon: Cut to) Oradaki at, Cocteau'nun 'Le Testament d'Orphée' filmine yok yere bir gönderme miydi?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

2) Lavant (Alex) ve Binoche'u (Anna) tam da hiç bir yere varmayan söyleşilerinin orta yerinde dikizleyen röntgenci sizin gençliğiniz miydi yoksa tüm zamanların size ait arzusu mu?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

3) Lavant ne zaman Carroll Brooks (The American Woman) ile iletişime geçse üst açı kullanmışsınız; gayrimeşru çocukluğunuza üstten bakmak hoşunuza mı gidiyor?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

4) Şimdilerde boyundan büyük sözler ederek ve dahi filmler çekerek yalnız ve yalnız Woody Allen'ın Fransız 'animus'u olmak peşindeki Lise'in (Julie Delpy) arka planında görünen kelebekler onun geri dönüşümsüz bekaretini mi temsil ediyor?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

5) Filmde Lise karakterinin odasında görmüş olduğumuz duvar kağıtları çocukluğunuzu yaşadığınız odanıza mı ait yoksa sanat yönetmeni, kendi dahil kimseye çaktırmadan kişisel tarihini mi konuşturdu?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

BONUS SORU:

6) Söyleşi sonunda anımsıyorsanız sizinle bir fotoğraf çektirmiştik, fotoğraftaki siz misiniz, Fritz Lang mi, yoksa ben mi?

Yanıt: Bilmiyorum, hatırlamıyorum.

Ne var ki sürmenaj ve postmodernizm arasında mucizevi bir ilişki var dostlar; her kim yattığı filmi unutur o ki libidosunu hiç de Deleuzian olmayan kutsal motorlara yatırır. Tanrı Carax'ı ve unuttuğu tüm günahlarını affetsin...

7 Ekim 2014 Salı

The Dance of Reality


Piyonun vezir çıkmasından öte, bir elin kendisinden daha hızlı sevebilen bir kalbe dokunmasıdır Simya... Ne mi saçmalıyorum? Size filmi izlediğimi söylüyorum! Size, tersinden yaşlanmış bir yönetmenin göksel yasalar gereği burnu dibindeki direğin rengini alan kozmik saçlı kızla olan dokunsal ilişkisini sesleniyorum!

Şurası gerçekler içinde bir gerçek ki Jodorowski'nin makyaj kırmızısı bakışlarındaki hiç de ölümcül olmayan sahtekarlığı açıklayabilmek için kutsal-otomatizmle 'organize rüya draması' arasındaki ayrımı iyiden iyiye yapmak gerekiyor. Uyandıktan sonra geriye sıkıcı mı sıkıcı kendinizden başka hiçbir şey kalmayan, hiç bir şey bırakmayan sizler çok iyi biliyor olmalısınız bu ayrımı.

O halde içimden bir slogan üretmek geldi. Askerliğini yapanlar bilir; bölüklerdeki ani müdahale mangasına benzer bir 'film eleştiri' sistemi vardır Amerika'da; kim daha çağrışımsal slogan üretirse o kişi filmi en kestirme yoldan açıkladığını zanneder. Saatler 21'i 34 dakika geçmişken yıllardır üzerine ciddi ya da gayri ciddi konuşuyor olduğum Jodorowsky'nin şu son filmi üzerine bezer bir slogan üretmek istiyorum: 'Pedophilia' meets 'Sisters of Loreto' o da ister istemez meets 'Sonchromatoscope...'

4 Ekim 2014 Cumartesi

Oedipal Üçgen


Londra'da yaşayıp Freud'dan haberi olmayanlar bilir; 'Hazreti Psikanaliz'in evini görmek, onu tastamam görmek demek değildir... Londra'da yaşayıp Freud'u Marx'la karıştıranlar daha da iyi bilir; onun az buçuk yerin altında olan mezarını ziyaret edebilmek için görevlilere düpedüz yalan söylemeniz gerekir. Aksi taktirde en ucuz RPG oyunlarında dahi göremeyeceğiniz türden ucuz bir yontu yığınına rengarenk anti-depresan kapsüllerinizi bağışlayarak ağlıyor pozu vermeniz işten bile değildir.

2005 Şubat ayında söylediğim yalanı hatırlamasam da Romero'nun filmlerinden çıkmışcasına üzerime yürüyen ve bedeninin istavroz koordinatlarını son seviştiği kadının üzerinde unutmuş bir adamı çokça iyi hatırlıyorum. Elinde bir tomar anahtar ve terbiye edilmiş domuz eti kokan rüzgarıyla Freud'un mezar kapısını açan bu adam, üstlerine karşı söylediğim yalanı sezse de aldırmaksızın şöyle demişti bana: "Saçları arkadan taralı gençliğiniz, bir kül yığınından daha fazlası olmayan bu ölümlüye yaptığı her duygusal yatırımda biraz daha yaşlanıp biraz daha çürüyecek..."

Adının Igor olduğundan şüphe duymadığım ve beni Freud'un cürufuna böylesine yaklaştıran o mezar kaçkınını şimdilerde çok daha iyi anlıyorum... Ama size nasıl ve hangi şartlarda çürüyor olduğumun detaylarını vermeyeceğim elbette! Onun yerine, çokça işgüzar mezarlık görevlilerini bir biçimde kandırarak yerin merkezine indiğim o yağmurlu akşamda aklıma takılan bir soruyu soracağım:

"Üçgenlerin en kutsalı olan Oedipal üçgenin (Martha, Freud ve Tan) hipotenüsünü hangi formülle hesaplarsınız?"