29 Aralık 2010 Çarşamba

Masumiyet, Yerçekimine Karşıdır



Yara almış haz ilkesinin havada asılı kalarak ilkel bir gezegene dönüşen fiziksel artığı!

Boşlukta sallanmaksızın öylece duran et yığını; 'masumiyet' adı altında çapraz kodlanmış bir çift ayakkabının kanlı gölgesi.

Verilen ani bir kararın üzerinden yükselerek ruhu terk eden materyal gibi, çıplaklığın üzerinden yükselerek bedeni terk etmekte olan kireç rengi personanın hayaleti.

Birbirlerine dokunarak kısa devre yapan ve vücutta birikmiş ölgün elektriğe yeniden can vermeye çalışan parmaklar.

Asılarak ölüme mahkum olmuş tüm suçlular, yerçekimine karşı durabileceklerini kanıtlayarak tıpkı kendi ekseni etrafında dönen bir düşünce gibi boşlukta öylece asılı kaldılar.

Şemsiye ve Dikiş Makinesi




Öykünün, yakın ve uzak olmak üzere tıpkı bir vikont gibi ikiye bölünüşü, aynı salonda ve aynı anda oynatılan 'iki film birden' atasözünü yeniden canlandırıyor. Şemsiyesi tarafından yüzüstü bırakılmış şu kadın, aniden bastıran bir erotizmin devamlılık yazmanı değilse nedir?

Sek sek taşıyla çizilmiş yerdeki infantil fren izi, kadının elbisesinden taşan ve aynı rengi taşıyan modanın kan rengidir.

Obsesifçe tasarlanmış bir labirent duygusunun içinde ve şemsiyesine rağmen başına düşen tiz bir dikiş iğnesiyle nihayete ermiş 80'li yılların bu yitik imgesi, balataları yenmiş topuklu ayakkabısının içinde giderek bizden uzaklaşıyor.

Ve bayanlar baylar, sesinizi yalnızca başkalarının duyabileceği kadar kısarak şu cümleyi tekrar edin: Daha yakından bakmak arzusu, tanrısal voyeurizmin diyalektiğidir.

28 Aralık 2010 Salı

Herr Jung



Gerçek şu ki metin olarak doğan ve biçimsel bir hız tutkusu ile atmosfere giren azgın bir fikirden geriye sadece gözlükler kalır. Bu yüzden kadınlar, yarısında terk edilmek üzere kurgulanan bir içki masasında ve boşta kalan gözlüklerimi taktıklarında, kışkırtıcı bir 'biçim' icra etmekten alamazlar kendilerini.

Baktığın ve 'yüksek bilinç' gereği donakaldığın boşluğun adı 'kader' ise gözlüklerimi bakışlarında deneyen kadınlar ne görmüş olabilirler? Arkanı döndüğün boşluğun adı ölüm ise gözlüklerimi gözlerinde unutan kadınlar ne hissetmiş olabilirler?

Harita ölçeklerinde bir ağız dolusu duman olarak temsil edilen ruhun, geriye sarılan bir bant gibi yeniden vücuduna dönüyor.

26 Aralık 2010 Pazar

Açık Oturum (Öznesi Devrik Konuşmalar) - I























Katılımcılar: Jacques Lacan, Sigmund Freud, Carl Gustav Jung.

Lacan: Göğüsleri yaşına göre biraz aşağıda.

Freud: Yılan engerek sanırım.

Jung: Mucalinda!

Freud: Nasıl Mucalinda?

Jung: Yılanın cinsini merak etmiştiniz. Engerek değil Mucalinda.

Lacan: Ben daha çok kadının cinsini merak ediyorum.

Freud: Kıskanç bir kadın. Eliyle destek vererek gönderme yaptığı kendi anatomik eksiğine rağmen kıskanç evet.

Jung: O bir gardiyan sevgili Freud. Ve kıskandığı, kendinde olmayan değil, tam da gizlediği ‘şey’in kendisi.

Freud: Babasına karşı kontrolsüz teşhirci dürtüler! Gizlediği kesinlikle bu.

Jung: Angkor Wat hazinesi!

Freud: O da nesi?

Jung: Angkor Wat! Kadının gizlediği hazine!

Lacan: Gizlemek, yokluğun inkarıdır. Bize yaşam konusunda ilham veren en büyük sır, bir sırrımız olduğuna inanmak ve dahası bunun bir sır olduğuna başkalarını inandırmaktır.

Freud: Fotoğrafta inkar edilen anatomik eksik, başka bir fallik nesne yardımıyla gizleniyor. Benim gördüğüm bu.

Lacan: Sizin fallik nesne dediğiniz, kadındaki eksiği ödünlemiyor, tersine onun eksiğini vurgulayarak teşhir ediyor.

Freud: Yılan, sırrın kendisi olarak eksiğin yerini tutan sembol-nesne.

Jung: Yılan, başka bir sırrın bekçisi olarak kadının ta kendisi.

Freud: Şu müthiş Wat hazinesinin sırrı değil mi Jung?

Jung: Kesinlikle!

Freud: Merak ettim doğrusu.

Jung: Bundan tam 700 sene evvel Budist bir rahip, açlığının ve susuzluğunun beşinci gününde bir rüya görüyor. Rüyasında, tapınağın temizliğinden sorumlu bir kadına arkadan yaklaşıyor ve onu kolları arasına alarak kaçmasına engel oluyor. Kadın çaresiz çırpınırken, rahip bir eliyle de kadını soymaya çalışıyor. Üzerindeki tüm elbiseleri yırtarak çıkardıktan sonra onu bir hamlede yere yatırıp iğfal ediyor. O sırada dile geliyor kadın: ‘Durun lütfen’ diyor, ‘eğer durmazsanız, gençliğimden çaldığınız kan, tapınağınızın kanı olacak.' Rahip dinlemiyor ve daha da hızlanıyor. Kadın bir kez daha dile geliyor: ‘Tüm müritler, bozduğunuz cinsel perhizin kurbanı olacak.’

Freud: Daha fazlasını kaldırabileceğimi sanmıyorum.

Lacan: Lütfen devam edin Jung.

Jung: O sırada tapınağın duvarları çatlıyor ve çatlaklardan kan sızmaya başlıyor. Rahip, hayretle duvarlara bakıyor. Çatlaklardan kanla birlikte yılan başları ortaya çıkıyor. Sayısız yılan, çatlaklardan sürünerek tapınağın duvarlarını işgal ediyor. Rahip, büyük bir şaşkınlıkla duruyor ve kadının içinden çıkıyor. Çatlaklardan sızan kan hızlanıyor ve tapınak kanla dolmaya başlıyor. Korku içinde nefesi kesilen rahip, duvarlardan gözünü alıp da altındaki kadına baktığında basıyor çığlığı. Kadının kuru dudakları arasından çıkan yılan dili, ergen göğüslerinde patlayıp yeniden dudakları arasında kayboluyor. Rahip bu müthiş görüntünün dehşetine dayanamayarak uyanıyor.

Freud: Nihayet!

Jung: Sonra öğrencilerinden birine, rüyasındaki kadını bulup getirmesini emrediyor. Öğrenci, tapınağın alt katında kadını buluyor ve rahibin huzuruna çıkarıyor. Rahip, rüyasında gördüğü bu kadını tapınağını koruması için görevlendiriyor ve ona, sepetinde beslediği zehiri alınmış yılanlarından birini armağan ediyor. Kadın on gün on gece tapınağın dışında nöbet tutuyor. Sonra bir gün rahibin öğrencisi şaşkınlıktan gözleri fırlamış bir şekilde odaya giriyor ve kadının ortadan kaybolduğunu, ancak nöbet tuttuğu yerde bir elmas parçası bulduğunu söylüyor. Sonra da cebinden elma büyüklüğündeki elması çıkarıp rahibe veriyor. Rahip elması dikkatle incelediğinde kadını, koynundaki yılanla birlikte elmasın içine sıkışmış olduğunu farkediyor ve elması koruma altına alıyor. İşte size Angkor Wat hazinesi.

Freud: Fotoğrafı mı yoksa rahibin düşünü mü çözümleyeceğimiz konusunda kafam karışmaya başladı.

Jung: Kadının verdiği poz, ‘Wat’ arketipinin duygusal canlanışından başka bir şey değil.

Freud: Bunu söylediğiniz iyi oldu. Artık sizi dernekten uzaklaştırdığım için suçluluk duymuyorum.

Jung: Kollarımda bayıldığınız o gece böyle söylemiyordunuz ama.

Lacan: Aktarımın sırası değil beyler!

Jung: Kadın, yüzyıllar öncesinden gelen arketipal enerjiyi mekandan soyut, duygusal bir tonda yaşatıyor bize.

Freud: Onu eksik dünyaya getiren annesine meydan okuyarak ve çıplaklığını teşhir ederek yapıyor bunu.

Jung: Buna inanmamı beklemeyin lütfen.

Freud: Bana kalırsa babasına sürünerek yaklaşmalıydı; ayakta durduğunda teşhir edecek bir organı olmadığından sürünmeyi tercih etmeliydi.

Lacan: Jung’un arketip dediği, kişisel tarihin kolektif kaybı ile sınırlıdır. Bu noktada tek hazine, simgesel gerçeğe yaptığımız sürtünmeli geçişte bir daha asla kazanamayacak olduğumuz kendilik imgemizdir. Fotoğraftaki kadın, kadın olduğu, dahası çirkin olduğu için bu yitikliği ve eksiklik sırrını iki kat daha güçlü yaşıyor elbete.

Jung: Bana kalırsa ‘sır’ olan bir şey varsa o da kuramlarınızın altına gizlenmiş seksist yorumlarınız!

Lacan: Bunun Wat hazinesinin sırrından daha güçlü bir sır olmadığı ortada!

Jung: Ve kadını değil de giderek sizi eksilten bir sır!

Lacan: Katolik ahlakınız ne zamandan beri kafanızdaki kiliseye çıplak kadınları kabul etmeye başladı Bay Jung?

Jung: O kadın çıplak değil!

Freud: Demiştim size, ayakta durmak yerine sürünseydi en azından kadrajın dışına çıkacaktı ve siz de bir ‘hiç’ uğruna tartışmak zorunda kalmayacaktınız.

Lacan: Üzeri çizilen her konu tartışmaya açıktır, bu sadece özneler için geçerli değil.

Freud: Bakışlara odaklanın lütfen. Size neyi anlatıyor?

Jung: Kendisinden bile daha keskin excalibur kılıcını!

Lacan: Başarısız rock gruplarının cinsiyet değiştirmiş davulcularını.

Freud: Meydan okumanın kader kipi!

Jung: Bu tartışmaya daha fazla devam edebileceğimi sanmıyorum.

Freud: Ben de hastama geç kaldım. Gitsem iyi olacak.

Lacan: Pekala, ben tek başıma devam edeceğim o halde.

Jung: Anı bir enerjidir ve enerji kaybolmaz! Bu yüzden, asırlar öncesinde yaşanan tüm büyük olayların anıları, duygusal imgeleriyle arketipal varlıklarını korumaktalar. Bunu unutmayın rica ederim.

Freud: Libido bir enerjidir ve enerji kaybolmaz ancak yön değiştirebilir. Bu yüzden çocuklukta yaşanan tüm büyük travmaların anıları, nevrotik semptomlarıyla varlıklarını korumaktalar. Siz de bunu unutmayın lütfen.

Lacan: ‘Gerçek’ bir enerjidir ve enerji kaybolmaz ancak paralel gerçekliklere nüfuz ederek onların kaderini değiştirir. Bu yüzden uygarlık tarihinde yaşanan tüm sosyal felaketlerin anıları, simgesel düzende varlıklarını korumaktalar. Ancak siz bunu gönül rahatlığıyla unutabilirsiniz beyler.

Jung: Kravatınızı değiştirmişsiniz Lacan, ucu her zamankinden daha sivri.

Lacan: Ne yaparsınız, dil her şeye kadir olamıyor kimi zaman.

Freud: Yeni bir fotoğraf için gerçekten de geç kaldım. İzin verirseniz ayrılıyorum ben.

Jung: Durun, bekleyin beni. Size yeni aldığım tinsel plazma küremi göstereceğim!

24 Aralık 2010 Cuma

Açık Oturum (Öznesi Devrik Konuşmalar) - II




Katılımcılar: André Breton, Jacques Lacan, Wilhelm Reich.

Breton: Ölümümden sonra yapılan spekülasyonlar karşısında duyduğum şaşkınlığı gizlemek istemiyorum. Sürrealist bir şahsın, yani benim, kelimenin geniş anlamıyla göklere çıkarılıp planlanmış bir fetiş nesnesine indirgenmesi bağışlanamaz bir kusur içeriyor!

Lacan: 'Planlanmış fetiş nesnesi...' Bu harikulade tanım, simgeselleşmeye karşı direnen ama yine de özneye kendini ele vermekten kurtulamayan bir imgesel mekanı hatırlatıyor bana.

Breton: Mekanın, üzeri çizili özne tarafından ağzına kadar doldurulamaz olması, elbette fetişin enerjisini özerk kılıyor.

Lacan: Fetişizmin bir anonimden ibaret olduğunu söylerken tam da kastettiğim buydu.

Reich: Düpedüz sapkın sınırlar taşıyan ve kendisi olmasının dışında başka bir anlamı olmayan, bu sayede kesinlikle olanaklı bir terimi baştan çıkarmaya çalışan şiirsel metniniz bana, kendilerini faşistlerden gizlemesi için SS subaylarına yüklüce para sunan Yahudi zenginlerini hatırlatıyor.

Lacan: Söz konusu Yahudiler bile olsa kim tarafından ele geçirildiğiniz, kendinizi ele verme arzunuzun yalnızca arka planı olabilir.

Breton: Özneye yatırdığınız bu artı değerin nedenini sorabilir miyim?

Lacan: Öznedeki 'eksik' diyelim.

Reich: Benim 'eksik'ten anladığım, öznel ve nesnel şartların tam bir uyumu içerisinde boğazlanmış olan dirimsellik.

Lacan: İktidarsızlığı bu kadar dolaysız açıklamanızın ardında yatan dürtünün, arzusundan uzak ve talebe indirgenmiş, bu yüzden de kısmi bir parça olma özelliğinin dışına çıkamayan cisimleşmemiş bir yapısı olduğuna inanıyorum.

Reich: Neyi açıklamaya çalıştığımı gayet iyi biliyorum.

Lacan: Neyi açıklarsanız bir eksik açıklarsınız.

Breton: Sürrealizm hep bunun tersi bir yol izledi, ne açıkladıysa fazlasıyla açıkladı.

Lacan: Ama açıklamalarınızdan kimse bir şey anlamadı.

Breton: Sürrealizmin talep ettiği, paralel bir gerçeklikten yola çıkarak nesnel gerçekliğin şu çokça tanıdık rasyonel oyununu bozmaktı.

Lacan: Simgesel gerçeklikle özne arasına mesafe koyarak biraz da estetik bir çabayla özneyi imgesel bir kurguya indirgemeye çalışmak, sonunda öğretinizin akademiler tarafından kabul edilmesi sonucunu doğurdu. Gördüğünüz düş, herkes tarafından görülerek 'şu çokça tanıdık' rasyonalizmin bir parçası oldu. Bu süreç ne yazık ki sizin, sizdeki eksiği fark etmenize yol açtı.

Breton: Eksiklik yapısal değil ideolojiktir. Sistem tarafından üretilen gerçeklik temsilinin aslolan gerçeği gizlemek amacıyla uyguladığı ve adına 'ideoloji' denen birer tuzak olmasıdır sizde eksiklik duygusunu yaratan.

Reich: İktidarsızlık için de geçerli aynı tanım. Bu yüzden de sistem tarafından üretilen iktidar temsilinin, asıl iktidarı gizlemek için uyguladığı ve adına 'politika' dediği tuzağın karşısına cinsel politikayı çıkarmak zorunda kaldım.

Lacan: Yani bu bir zorunluluktu öyle mi? Yanlış hatırlamıyorsam FBI, tutuklanmanızın hemen ertesinde ve size dair sunduğu bir sağlık raporunda 'sağlam kişilik yapısında paranoya' gibi bir teşhisle akladı sizi.

Reich: Her şey kurallara uygun olarak yargılanmam için düzenlenen bir komploydu. Ama bu konuyu açma nedeniniz sizi ve sorularınızı tuzak olarak algılamaya başlamamsa...

Lacan: Asıl neden, sağlam kişilik yapısında paranoyanın kendi içinde tutarsız bir teşhis gibi görünmesine rağmen bu ilginç patolojinin öznenin 'gerçek' karşısındaki bağışıklık derecesini yükseltmesi ile ilgili olduğunu düşünüyorum.

Reich: Bir ideolojiyi analiz ederken o ideolojinin kendisine karşı olan virüsleri tanıyarak ve dahası o virüslerden biriymiş gibi davranarak kendi gücünü meşrulaştırması ideolojik gerçeğin zaferidir yoksa ayrıksı bir 'gerçeğin' değil. Bu durumda adıma konan teşhisin gülünçlüğü, sizin deyiminizle 'simgesel' bir tanı alanına aktarılarak resmiyet kazanmıştır, yani durumun psişik gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktur.

Breton: Aktarım alanınıza girmek istemem ama sürrealizmin savunduğu gerçeğin daha çok Baudrillard’ın iki boyutlu imge tanımına uyduğunu ve bu noktada sistemin gerçeklik anlayışına 'simgesel boyut' taşıyan bir alternatif gerçeklikle saldırmak yerine kendi gerçeğiyle saldırmayı tercih ettiğini belirtmek isterim.

Lacan: Bu bir tercih meselesi yani. 

Breton: Bilinçdışının bir dil gibi yapılanması ama onun dışında bir varsayım olmasına benzer biçimde sürrealist gerçek de gerçeklik gibi yapılanmış ama her daim onun dışında kalmıştır.

Lacan: Miro ya da Matta’nın resimleri üzerinden de aynı şeyleri iddia edebilir miydiniz?

Reich: Şu politik gerçekliğin yanılsamasına dönelim yeniden.

Breton: Yanılsama imgenin üçüncü boyutudur ve düşünceyle değil daha çok algılamayla ilişkilidir. Bu yüzden yanılsama yerine 'temsil' diyelim.

Reich: Eğer sizi mutlu edecekse, pekala, öyle diyelim. Politik gerçekliğin karşısına çıkardığım seksüel politika, dünyevi gerçekliği kontrollü bir haz ilkesiyle yönetmek anlamını taşıyordu. Tüm patolojik oluşumların kaynağının seksüel kitlenme meselesine dayanmasından yola çıkarak önerdiğim bu libidinal ekonomi, toplumsal yabancılaşmanın nedeni olan sömürüye dayalı üretim biçimi ve ilişkilerine farklı bir çözüm sunuyordu.

Breton: Ben de zaten sürrealizmin hayati boyutunu böylesi bir artı keyif ortamına taşımak için çıkardığım üçüncü derginin adını ikincisinden hareketle 'Surrealism au Service de la Revolution' olarak değiştirdim.

Lacan: Kendi içinde tutarlı gibi görünen bu zihinsel ortaklığınızı yaralamak istemem ama ben cinsel ilişkinin mümkün olmadığına inanıyorum.

Reich: Belki de bir üroloğa görünmelisiniz.

Lacan: Sözüne ettiğim, fantezi alanının arzunun gerçekleştirildiği değil de arzunun kendini gerçekleştirdiği bir boyut olmasıyla ilgili. Böyle bir boyutta tasarlanmış ve kurgulanmış olan öykünün, fizyolojik olarak cisimleşen iki kişiyi taşıması olanaksızdır.

Reich: Sizin düşüncenizde bu alanı erkeğin yarattığını söylemeye bile gerek yok sanırım.

Lacan: Elbette, çünkü bu mekanda kadın ancak erkeğin semptomu olabilir.

Reich: Erkeğin kendisine sunduğu bu fantezi mekanını yöneten bir 'dış güçler' birliği olduğunu hesaba katmaksızın düşüncelerinizi böylesine tutucu bir noktaya taşımanız doğrusu anlaşılır gibi değil. İddia ettiğiniz fantezi mekan, erkeğin sahip olma dürtüsünü ayartan ve sonra da sözde boşaltan bir ideoloji tarafından estetize edilmiş sentetik bir fetiş alandır. Siz, bu sentetik dokuyu yapısal bir boyutta hiçleştirerek seksüel ilişkinin olmadığı kaydına varıyorsunuz.

Breton: Sürrealizme göre kadın, özenle imgeleştirilerek özensizce kaybedilmiş bir iç nesnedir ve enerji yönü dışarıdan içeriye doğrudur.

Lacan: Sürrealizme, 'kadın' ara başlığında getirilen en büyük suçlama, yanlış hatırlamıyorsam onun, kadının kullanım değeriyle değişim değeri arasındaki gerçeklik farkını hesaba katmamış olmasıyla ilgilidir.

Reich: Kadın pazarlarında görevli olarak çalışan ve geçinebilmek adına kadın haklarını korumak zorunda kalmış sendika / işveren 'olumsuz' diyalektiğinde gezinip duran bu özlü sözleriniz, korkarım, içinde bulunduğunuz durumun patolojik haritasını tüm açıklığıyla gözler önüne seriyor.

Lacan: Cinsel ilişkinin olmadığı gerçeği ile 'seksüel politika' ütopyanız arasındaki çelişki, ütopyanızın nesnesiz olmasından ileri geliyor. Bu anlayışın ayrıksı bir patoloji üretmesi gereksiz, çünkü durum zaten yeterince patolojik.

Reich: O halde sağaltın beni lütfen. 

Lacan: Bu olanaksız, çünkü bizi taşıdığımız eksiğe rağmen olanaklı kılan şey tam da bu patolojinin kendisi.

Breton: Cinsel ilişki diye bir şey yoksa cinsel haz duyamamaktan dolayı korkmama da gerek yoktur. O halde ölüm dürtüsü de yoktur.

Lacan: Ölüm dürtüsü, arzunun ardında kalan rüzgarıdır.

Reich: Ölüm dürtüsü, protoplazmadaki acunsal akışın kireçlenmesi sonucu tinselliğe doğru elektriklendirilmiş uyduruk bir duyumdur. Neredeyse 'cinsel ilişki yoktur' önermenizin altında, böylesi bir kireçlenmiş biyolojik arazın olduğunu düşünmeye başlayacağım.

Lacan: Size inanılmaz gelen küçük bir 'gerçek' parçasını simgesel evreninize sızdırdığım için üzgünüm. Tarih olarak benden büyüksünüz, adınız ise neredeyse 'babamın adı'yla aynı yaşta ama korkarım bilimsel gözlemleriniz sürecinde sorgulamış olduğunuz sözde bilimsel gerçekliğin kontrolü altına girmiş gibi konuşuyorsunuz. Bilimsel hedefle olan terapötik bağınız, hedefin size doğruyu, yalnızca doğruyu söylediğine inandırmasıyla negatif bir aktarıma dönüşmüş.

Reich: Belki de böylesi bir çıkarımda bulunan siz, benimle pozitif bir aktarıma girmişsinizdir.

Breton: Yeniden aktarım alanınıza giriyorum ama ‘orgon’ denilen muğlak enerjiyi keşfinizden sonra kendinizi uzaylı olarak gördüğünüz iddialarına inanmak istemediğimi söylemeliyim.

Reich: Lacan’a bakılırsa aktarımın dini imanı yok, belki de gerçekten öyledir. Belki de o sıralar uzun süre bir kadınla yatmamış olmamın libidinal yankısı, bir uzaylı olduğuma inandırmıştır beni.

Lacan: Sizi bir uzaylı olduğunuza inandıran şey Maleviç’in resmettiği beyaz fon üzerine sızıntı yapan siyah karesidir.

Reich: Metaforik gözlem gücü diyelim.

Lacan: Metafor analdır çünkü bir eksiği başka bir eksikle doldurmak ister. Simgesel değiş tokuş ve tabirimi mazur görün ama 'bok' arasındaki ilişki gibi. Oysa benim sizin üzerinizde iddia ettiğim şey belki de gerçekten uzaylı olduğunuzdur.

Breton: W.Reich’ın uzaylı gibi göründüğüne bakmayın, çünkü o gerçekten bir uzaylı.

Reich: Dildeki mizahi açmazlarınız ve 'yeni başlayanlar için felsefe' tandanslı söz oyunlarınız, ataerkil burjuva dayatmacılığının cinselliğin önünü tıkayarak kendi sermayesini aklama stratejisi karşısında etkisiz kalıyor. Yatakta sevişmek yerine konuşmayı tercih eden Fransız filmleri gibi siz de dil boyutunda geriliyor, atmosfer yaratıyor, boşalıyor ama ne yazık ki gevşeyemiyorsunuz. Kas zırhınızın döktürdüğünüz sözcükler yardımıyla gün geçtikçe daha da okunmaz hale geldiğini söylemeliyim.

Breton: Bu sözcüklerin Troçki’yle birlikte kaleme aldığımız 'özgür sanat, özgür toplum' bildirisi için geçerli olmadığına inanıyorum.

Reich: İçinde 'orgazm' sözcüğü geçmeyen hiçbir bildiriye inanmam.

Breton: Yaşasın sürrealizm!

Reich: O halde yaşasın seksüel politika!

Lacan: Kimsenin sizi duymadığı bir yerde slogan atmanızın altında inandığınız şeye gerçekten inanıp inanmadığınıza ilişkin şüphelerinizi geçiştirme çabası seziyorum.

Reich: Seksüel politika, bilimsel sosyalizmi esas alan bir araştırma disiplini içinde tüm toplumların eş zamanlı orgazm olabilecekleri bir haritanın yazılımındaki en önemli kuramdır.

Lacan: Yazılım ve yazım arasındaki sayısal farkın cinselliğin geri sayımına angaje olduğuna inanıyorum.

Reich: Dilim sürçmüş olmalı, 'yazımındaki' diyecektim.

Lacan: Freud olsa 'özrünüz kabahatinizden büyük' derdi.

Breton: Magritte olsa 'bir pipo bazen yalnızca kötü çizilmiş bir pipo resmidir' derdi.

Lacan: Pipo demişken, aranızda yalnızca Magritte’i sevdim. 'Gerçek' ve 'simgesel' evrenin kesiştiği sarkık lekeyi bulup çıkarabilen tek ressamdır kendisi.

Breton: Bir akşam yemeğinde, güzel karısının boynuna taktığı haç kolye yüzünden tüm aileyi sıra dayağından geçirdiğimi hatırladım birden.

Lacan: Ben bu tepkinizden o kadını çatur çutur düzmek istediğiniz sonucunu çıkarıyorum.

Reich: Oral seksi de unutmayalım lütfen.

Lacan: Zaten seksüel politikanızda ilgimi çeken en dolaysız kuram oral seksle ilgili söyledikleriniz oldu.

Reich: Dile bu kadar önem vermenizden anlamalıydım.

Lacan: Gerçekten de üç hastanıza aynı anda oral seks yaptınız mı?

Reich: Beni karalamak isteyen idealist aktöreci ahmakların aptalca spekülasyonları!

Lacan: Peki ya Amerika’da kurduğunuz gözlem evine civardaki pek çok köylü kadını attığınıza ve onlarla aynı anda orgon akümülatörüne girdiğinize dair kuşkular, hem de çırılçıplak!?

Breton: Yanlış hatırlamıyorsam Cronenberg o aletin ışınlayanını yapmıştı şu sinek öyküsünde...

Reich: Cronenberg’in yaptığı gizemci / psikoseksüel bir zaman makinesi! Benim yaptığım, tam anlamıyla doğabilimsel işlevlere dayalı statik orgazmı toplayan bir elektrik süpürgesi.

Lacan: Peki hakkınızda geliştirilen olumsuz kuşkuları yanıtsız mı bırakacaksınız?

Reich: Haz ilkesini ötekinin hazzına endekslemiş bir histerik gibi konuşmaya başladığınızın farkında olmalısınız.

Lacan: Gariptir ama siz de benim gibi konuşuyorsunuz.

Reich: Beni pornografikleştirerek yok etmeye çalışıyorsunuz.

Breton: Arayı yumuşatmama izin verin. Eski karım Jacqueline’den ayrılma nedenim, basit bir ailevi düzen kaybı değildi. Sorun seks ilişkimizdi daha çok. Lacan’ın iletişimi başarılı bir yanlış anlama olarak değerlendirmesi boşuna değil. Bizim yaşadığımız seks ilişkisi de başarılı bir yanlış anlamanın sonucu olarak...

Reich: Lafı uzatmadan neyin yanlış, neyin başarılı olduğunu söyler misiniz?

Breton: Jacqueline’in uterusu bir mobius şeridiydi.

Lacan: Geri dönüşlü bir seksüel politika!

Breton: Durum düşündüğünüzden de karmaşık. Onun balta altında kırılan odun kalçalarından süzülerek orman ısısı düşünceli kasık kıllarının tam odağında görülen kırılmış ordöv tabağı yarığına girdiğim zamanlar, penisimin, tıpkı bir matkap ucunun kıvrımlarını takip ederek sonunda üzerine binlerce düğüm atılmış bir çamaşır ipine dönüştüğünü görmek inanın tam bir kabustu benim için.

Lacan: Size cinsel ilişkinin mümkün olmadığını söylemiştim.

Reich: Sanki Kinsey Raporu’nu Baudrillard kaleme almış gibi...

Breton: Penisin girme anında zaten çıkmış olduğunu bilmenin kadın üzerindeki iktidarımı ne hale getirdiğini düşünebiliyor musunuz?

Lacan: Mobius şeridi falliktir. Fallik olan bir şeride fallik olan başka bir şerit soktuğunuzda...

Reich: Babanın süperegosuyla karşılaşırsınız.

Breton: Bu şikayetimi o yıllarda Freud, Jung ve Adler’e ayrı ayrı yazdım ve her birinden ilginç mektuplar geldi. Freud durumumu Jung’un çözebileceğini, Jung, Adler’in çözebileceğini, Adler ise kendisine bakan hizmetçi kadının çözebileceğini yazdı. Doğrusu hizmetçiye yazmaktan utandım.

Reich: Çözüm basitmiş aslında. Jacqueline için günde iki kez orgon terapi. Acunsal yaşam enerjisi, mobius şeridini tren yolu haline getirebilecek tek çözüm.

Lacan: Mobius’ta etten bir perspektif yaratma çabalarınız korkarım imkansız. Çünkü zamanın dördüncü boyut olmasına benzer biçimde cinsellik de gerçekliğin dördüncü boyutudur. Bu nedenle vajina nostaljiktir. Sizi her girişinizde bir önceki ilişkide kaybettiğiniz ‘şeyi’ aramaya yönelten statik bir zaman makinesidir. Yani orgon akümülatörünün ters açısıdır.

Reich: Açı ve karşı açı olmadan diyalog da olmaz.

Lacan: Ters açı ve karşı açı arasında tribün farkı olduğunu unutuyorsunuz.

Reich: Kendi kaleme gol atmış gibi görünmeyi severim.

Lacan: FBI: 1 W.Reich:0

Breton: Saussure: 3 Lacan: 2

Lacan: Sartre 1: Breton: 0

Reich: Kant 2: Lacan: Daha da 2.

22 Aralık 2010 Çarşamba

Double Bind


Deniz kıyısına kurduğum çadırımdaydım. Ucuzluktan yararlanarak aldığım 'Albertson Splendid' marka pipomda, fena halde kazıklanarak aldığım 'Amaretto' marka tütünümü körüklerken dışarda ayak sesleri duydum. Kafamı çıkarmaya kalmadan, pembe çerçeveli güneş gözlükleri olan sarışın bir kadınla karşı karşıya kaldım. 'İçerden dumanlar çıkıyordu, yanıyorsunuz sandım ve merak ettim' der gibi bakan bu kadın, sadece içeri girip giremeyeceğini sordu. Yanıt vermeksizin olumladım. Kızın saati, bilekliği, bandanası ve ayakkabı topukları da pembeydi. Oral engelli bir ses tonuyla açılışı yaptım:

- Klasik bir filmde atmosferin kurulabilmesi için üç şey gerekir: Zaman, mekan ve karakter. Eğer bunlardan ilki olmazsa film sürrealist, ikincisi olmazsa absürd ve üçüncüsü olmazsa 'Vertov' filmi olur. Şu anda çadırımdasın, yani mekan konusunda sorunumuz yok. Zaman, öğleyi biraz geçmiş. Tanrıya şükür zamanla ilgili bir sorunumuz da yok. O halde geriye Vertov'u sevip sevmediğin kalıyor.
- Vertov'u tanımıyorum ama sen, az önce yanından kaçtığım adam gibi konuşmaya başladın.
- O halde ben de o adamı tanımıyorum.
- Kanıtla bunu.
- Fakat nasıl?
- Göğüslerime dokun!

Birkaç kez okusam da yanımda taşımaktan zerre kadar üşenmediğim Reich'ın 'The Cancer Biopathy' kitabını rastgele bir sayfasından başlayarak okumaya başladım. Sayfa, göğüs kanserini yenebilmek için yapılması gereken yatak egzersizlerinden söz ediyordu. Reich'a göre, sol göğüs kanseri, tarih ve ideoloji çatışmasından doğuyordu ve tedavisi, haftada üç kez anal pozisyonda seksti. Yine Reich'a göre kanserli kadının pozisyon alması, onun hem kişisel ve hem de kolektif tarihine çektiği bir rest olarak yorumlanmalıydı. Elm Sokağı Kabusu'nun ilk bölümünde Freddy'ye dış gerçekte arkasını dönen Nancy, nasıl ki enerjiyi düşlere itmeyi başarmıştı, aynı şekilde erkeğine arkasını dönerek pozisyon alan kadın da tüm ataerkil enerjiyi, göğüs bölgesinden başlayıp arka bölgesinde eriterek tarihe karıştırıyordu. Burada diyalektik, giriş ve çıkışın aynı organdan ve çatışma olmadan yapılabilmesiydi. Sonra kitaba aldığım bir notla göz göze geldim. Şöyle yazmıştım 93 yılında:

'Çatışma olmaksızın diyalektikten söz edilebilir mi, yoksa anüs / penis ortaklığı, tıpkı orgon enerjisi gibi tekçi bir felsefenin ürünü olarak mı kodlanmalı?'

Bu sorunun yanıtını 99 yılında ve aynı notun altına düştüğüm bir başka notta şöyle vermiştim:

'Eğer kadının orgazm sırasında attığı çığlık monoysa, bu kadının göğüs kanserine yakalanma riski, stereo olarak attığı çığlıklı sevişmeden %30 daha fazladır. Mono çığlık, arkadan çıkan dirimsel enerjiyle penisin nesnel fiziki devinimi arasındaki çatışmayı gösterir. Oysa stereo çığlık, aynı delikten, aynı anda ve fakat çarpışmadan çıkan iki enerjinin tanımıdır.'

Son notu okuduktan sonra şöyle düşündüm:

'Bu olguya dair 99'dan beri başka not düşmemiş olmam, dilimle zihnim arasındaki anal münasebeti mono olmaya indiriyor ve rahim kanseri değil belki ama beyin tümörü olmamı kolaylaştırıyor olmalı.’

Kadın organları şeklini alarak fraktalize olmuş duygu dolu anılarımı erteleyip yeniden kadına odaklandım:

- Bana yanından kaçtığın adamı anlat.

- Önce beni Fransız sandı. Elinde 'The Capital' vardı ve sırtıma güneş yağı sürerken bile Marksizmden ve Penti'nin siyah ince çoraplarından söz ediyordu.

- Adı André.
- Anlamadım.
- Az önce yanından kaçtığın adamdan söz ediyorum.
- Onu tanıyor musun?
- En az Leonor Fini'yi tanıdığım kadar.
- O da öyle dedi.
- Ne dedi?
- Leonor Fini'yi tanıdığını söyledi ama sorun ne biliyor musun?
- Hayır.
- Beni sürekli zeki bir kadın olarak hayal edip sonra da zekamdan dolayı aşağılaması.
- Double bind.
- Evet, ben de öyle dedim.
- Ne dedin?
- Double bind dedim! Tanrım bu gerçekten korkunç, hem olmadığım bir karakter haline sokuluyorum ve hem de olmadığım benliğim aşağılandığında sinir krizi geçiriyorum. Şimdi soruyorum, onun hayal ettiği kız bile olamazken nasıl olur da o bu hayali aşağıladığı zaman sinirleniyorum?
- Erken dönem üstben özdeşleşmelerine olan gerilemen, bölme mekanizmanı kullanarak seni hem orada ve hem de burada yapıyor. 'Burada'yı aşağılayan ilkel üstben, yeni üssünü 'orada' kuruyor. Sonra, 'orada' sular altında kalınca, geriye dönecek bir benliğin kalmıyor. İkincil üstben, ilk dönem üstben örgütlenmesine kırptığın gözünü oyarak seni cezalandırıyor. Yani sen, kendi ağzınla sinirleneceğine, annenin ağzıyla sinirlenmiş oluyorsun.
- Peki o halde oyulmuş gözlerimi teşhir edip seni hadım edilme korkunla yüzleştirmemek için mi pembe gözlükler takıyorum?
- Bu soruyu, bir de gözlerim kapalıyken ve akıl almaz bir dinginlik eşliğinde pipo dumanını içime verirken de sorar mısın rica etsem?
- Elbette. Oyulmuş gözlerimi teşhir edip seni hadım edilme korkunla yüzleştirmemek için mi pembe gözlükler takıyorum?
- Pembe gözlüklerinin nedeni, 'bakış'ını markalaştırarak onu insanlığın ortak malı haline getirmenle ilgili. Böylelikle pembe gözlük takan tüm kadınlar gibi bakmış oluyorsun. Yani bakış, gözlüklerin sayesinde özelde markanın ve genelde ise 'kapital'in hizmetine girmiş oluyor.
- The Capital?
- Hayır canım, Das Kapital.
- Evet, ondan da söz etti André.
- Tam olarak ne dedi?
- Bronzlaşmak, kapitalin doğayı egemenliği altına alarak onu estetize edip bir fetiş nesnesi halinde dışarı kusmasının görseliymiş.
- Sen buna inanmıyorsun öyle mi?
- Eğer inanırsam gözlüklerimi çıkarmak zorunda kalmaz mıyım?
- Ayakkabılarını çıkarmanı tercih ederim.
- Her istediğini yaparım.
- O halde ona geri dön.
- Kaçtığım bir adamın yanına dönmek ölüme yakın olmaktır, uğursuzluktur.
- Batıl inançların var demek.
- Evet, örneğin dolunayda adet görmem asla.
- Bunu sen mi ayarlıyorsun?
- Elbette.
- Nasıl başarıyorsun peki?
- Beni utandırıyorsun.
- Unutma ki cinselliğin üç düşmanı vardır; utanma, iğrenme ve baştan çıkarma.
- Seni utanarak baştan çıkardığımı mı düşünüyorsun?
- Hayır, utanarak aramızda yaşanacak olası bir seksi berbat edebileceğini.
- Korkma, bacaklarımın arasındaki bekaret bir kelebek gibi uçup gideli yıllar oluyor.
- Böyle şiirli konuşmayı da nereden öğrendin?
- Babam iş adamı ve şairdir. Bana küçükken tuvalette oturma, keman ve şiir dersleri vermişti. Sonra işleri bozuldu ve Bağdat Caddesi'nin bir arka sokağına taşınmak zorunda kaldık. Bu yüzden hep beni suçladı.
- O da batıl olmalı.
- Evet, tüm lümpen kapitalistler gibi.
- Kapital sözcüğü ne de yakışıyor pembe italik dudaklarına.
- Kelimelerini ağzıma almak istiyorum. Her istediğini yapmak ve her sevişmemizde babamı biraz daha unutmak istiyorum. Dile benden ne dilersen!
- Dedim ya, André'ye dönmeni istiyorum.
- Neden bu kadar ısrarcısın?
- Çünkü hikayesiz kalmak istemiyorum. André için öncelikle Fransız olmanı, sonra da ayağına oje sürerken ona ikonografinin öneminden söz etmeni istiyorum.
- Bunu yaparsam boşalacak mısın?
- Eluard aşkına evet, boşalacağım, söz.
- O halde gidiyorum.

Adını sormayı unuttuğum kız, geldiği gibi ve daha da önemlisi geldiği yere gitti. Ben de yanmayan pipomu dudaklarımdan ayırıp kitabıma kaldığım yerden devam ettim. Şöyle diyordu Reich:

"Arzu ve penisin ters kasları çalıştıracağını iddia eden ve tıpkı tarih gibi cinselliğin sonunun geldiğini müjdeleyen postmodern yavşaklardan kendimizi koruyabilmek için 'her eve bir orgon biriktireci' kampanyasını olabildiğince yayın. Bakışı kapitale dönmüş her kadına, üzerinde 'sol göğüs cephesinin kurtulabilmesi için haydi klitoral seferberliğe' konulu bildirilerimi dağıtın. Bu da yetmiyorsa, deniz kıyısına kurduğunuz çadırların sayısını arttırıp toplantılarınıza, stereo yayın yapan kadınlar dahil edin. Unutmayın, geleceğin çocukları, orgazm işitseline doğasını kazandıran dirimsel ekolayzırların muhteviyatında gizlidir.”

Svetlena'nın Öyküsü


Kadınları en son arkalarından görmeyi ve onları ufkumdan çıkarıp parçalayan keskin köşe başlarının varlığını kabul ediyorum. Uzun zamandır dinlenen bir şiirin ansızın kesilmesi gibi, hassas vücutlar tarafından taşınan hassas kadın yüzlerinin, ilahi bir perspektifle önce içime doğru büyüyüp sonra geçmişime doğru kaybolmalarını kabul ediyorum. Ve törenle yok olmayı istiyorum. Ufalanan bedenim, yüzlerini benden koruyan kadınlara ve olmayan ikiz kız kardeşlerime doğru esip geçmeli. Sırtını bana dönen kadınların tinsel bir cılk yara olan enselerine, aristokrat bir mikrop ciddiyetinde bulaşmak istiyorum. Bakire kadınların nefesleriyle dağılan küllerime, sadece yandan bantlı, yuvarlak burunlu ve alçak topuklu ayakkabı giyen kadınların yas tutmasını istiyorum.

Onun görünmeyen varlığına uzattığım el, yarı yolda ağaç kesiyor ve uzanıp tam yakalayacakken kendisinin olmayanı, ani bir karşı evrimle ufalanıp kurtlanıyor. Onlarca elim ufalandı cennetin yarı yolunda. Onlarca arzum taş kesti, ağaç kesti, antik bir değer kazanıp, başkalarının birikimleriyle, kültürleriyle tokuştu. Başkaları tarafından okundu kadınlarım, başkaları tarafından yorumlandı gırtlağımda sıkışan haz ilkesi. Birkaç zamandır sadece onu istiyorum. Yamuk kesilmiş kaküllerini, çocukluğunun gözleriyle bakan yüzünü istiyorum. Kadınsı çabaya karışmış göksel teşhir yasasıyla kendi ilahi varoluşunu simyevi bir etkiyle 'tepkiye' dönüştüren bu kadının sessiz hırsını ve statik devrimini seviyorum. Bordo deri pantolon giyen ve konuştuğu sözcükleri yalnızca düşlerimde gördüğüm açık sırtlı ve sözlü bu kadını, kendi maymun iştahıma rağmen seviyorum. Oysa onun beklenmedik sözcükleri, tıpkı bir klakson sesi gibi tam ortadan üçe bölüyor geleceğimizi:

- Bana para ver!
- Bordo deri pantolonun içinde, kendi evrim süreciyle sürekli hijyenleşen kirli beyaz bacaklarının üzerine yuva yapmak istiyorum.
- Karnım aç. Beni sadece doyurman da yetmiyor. Diğer kadınlarına benzeyebilmem için daha çok, daha çok para vermelisin!
- Makyaj malzemen bittiğinde, birikmiş personalarımı paylaştıracağım yüzüne, sahtekar bir sözün retoriğini süreceğim dudaklarına, kendisine anlam bulabilmek için dilbilimcilere yalvar yakar yaşayan ikonlar takacağım bakışlarına.
- Çift katlı yara bandı istiyorum gözüne girerken kesikler yiyen tenime. El değmeden paketlenmiş pamuk istiyorum nefes aldıkça kanayan göğüslerime bastırmak için. Para istiyorum! Çok para istiyorum! Hiç bitmesin istiyorum sahip olamadıklarım!
- Sürekli eğilip bükülebilen ve yalnızca sözcüklerin gerildiği bir haç şeklinde vücudun.
- Sağlıklı beslenebilmem için farklı besinlere ihtiyaç var. Para olmadan hiçbirini alamayız. Senin için anıtsal ayakkabılar yerine çürük terlikler giymeye başlamadan, bana en az on kadını baştan aşağı süsleyebilecek ve en az on şairi doyurabilecek kadar para vermelisin.
- Kucağında yatmama izin ver. Diğer kadınlar gibi gizini taklit etmeni ve karıncaların yediği bir ağaç gövdesi kadar doğal olan yitikliğini yeniden yitirmeyi istemiyorum.
- Soğuk kış gecesinde, zengin arkadaşlarından birinin kır evinde seninle aynı yatağa uzanıp siyah ince çoraplı bacağımı sallamayacağım. Ne başımı diğer kadın başlarıyla çürüyen omzuna koyacak ne de elimi sırf sana güven versin diye göğsüne... Soğuk bir sabaha karşı, zengin arkadaşlarından birinin kır evi şöminesinde seninle patates pişirmeyeceğim. Parke döşemeli zeminde, tam da siyah eteğimi sıyırdığın anda, yağlı yağmurlar sürdüğüm ama sadece paralı bir erkeğin kanındaki arzuyla açılıp kapanan organıma girmeni engelleyeceğim.
- Heveslerini sanki benim heveslerimmiş gibi kendilerine yaşatan kadınları seviyorum.

21 Aralık 2010 Salı

9:15


Üç gece önce rüyamda Kadıköy’den Beşiktaş’a geçmek üzere 9.15 vapuruna bindim. Tam altı saat vapur kalkmayınca ben de sıkılıp uyandım. Uyandığımda saat 8.35 idi ve düşümde yarım kalan bir şeyler olduğunu düşünerek kalkıp Kadıköy’e gittim, 9.15 vapuruna jeton aldım ve yanaşan vapurun, yolcu çıkışına göre sağ alt açığına oturup beklemeye başladım. Elimde, André Breton’un sabahları kırk beş dakikamı vererek yeniden okumaya başladığım Arcanum 17 isimli metni vardı. Vapur, tam 9.15’de kalktı. Bunun üzerine 'düş kırıklığı'nın, düşsel mi yoksa nesnel gerçekliğe ait bir kavram mı olduğunu düşünürken, birkaç gece önce görmüş olduğum bir rüyadan (Renault fabrikasında çalışan bir kızın yerel politik bir ayaklanma sırasında düşürdüğü makyaj çantasını aramasına rağmen bir türlü bulamamasıyla ilgiliydi rüya) fırlamışçasına, demirlere uzatılan ayakları yararak oturduğum bölgeye yaklaşan bir kız gördüm. Güneş gözlüğü takan her kızın güzel olabileceği olasılığını güçlendiren kıvrak bir vücuda sahipti. Vapurun hızından aldığı şevkle yanıma oturup ayaklarını öndeki demirlerin en altta olanına uzattı. Bunun üzerine başımı okuduğum kitaptan kaldırıp (o anda, Melusine mitiyle Possession filmi arasındaki bağlantıyı yakalamaya çalışıyordum) kızın ayaklarına baktım. Sonra ani bir rüzgarla, Arcanum 17’nin sayfalarından biri açıldı. Sayfa, Bonaventure adasının yakınlarındaki Percé Rock kayalığı üzerine Breton’un kurduğu analojilerle doluydu. Yeniden kızın ayaklarına baktım. Eğik gelen güneş, ayak üzerindeki damarları gölgelendirmiş ve pembe ojeye rağmen, onları asil bir western kayalığına dönüştürmüştü. Kitabı kapatıp kıza doğru döndüm:

- Eğer ayaklarınız, 'Percé Rock' kayalığının ortadoğuya düşmüş yalın bir gölgesiyse, sürdüğüm yol doğru demektir.

Kız, bakış yönünü değiştirmeden ve benimle yüz yüze gelmekten kaçınarak sakızını çiğnemeye devam etti. Ben de üstelemeyerek kitabın sonlarına doğru bir sayfa açıp, az önce kurmuş olduğum cümleyi birkaç kez aklımdan geçirerek kendi kendime tahrik oldum. Kafam kızdaydı, bu yüzden kitabı takip edemiyordum. Bir süre sonra kız, çiğnediği sakızı eline aldı ve 'wash my face and my sins' diyerek denize fırlattı. Acımasızca denize karşı sırıtıyor ve durmadan tekrar ediyordu sihirli sözcüklerini. Kızın yabancı uyruklu olabileceğini düşünüp onun duyabileceği bir ses tonuyla kitaptan bir pasaj okumaya başladım:

'We want to explore goodness, enormous land where all is silent.'

Sonra okuduğum pasajın, Apollinaire'in bir şiirinden alıntılandığı gerçeğiyle karşılaştım. Fransız komünist partisinden, tarot ezoterisine kadar türlü mistik/maddeci fantezileri sonunda Rimbaud, Baudleaire, Sade ya da Lautreamont'a bağlama alışkanlığından uzunca bir süredir kurtulamamış olan Breton'u içten içe ayıplarken, birdenbire yanımdaki kızın sorusuyla irkildim.

- Benimle gerçekten yatmak istiyor musun?

Arcanum 17'yi, arasına sağ işaret parmağımı koyarak kapadım ve ayaklarımı, kızın ayaklarıyla aynı hizaya getirdim.

- Dilimizi konuştuğuna göre hayır, istemiyorum. Ama bunu neden sorduğunu merak ediyorum.
- Çünkü sabahın daha ilk çeyreğinde, kartvizit gibi dolaştırdığına emin olduğum bir kitabın 24. sayfasını okuyorsun on dakikadan beri.
- Beni takip ettiğini düşünmemiştim.
- Seni değil, kitabı takip ediyordum.
- Breton sever misin?
- Tanımam.
- Peki dilimizi nereden öğrendin?
- Babamdan.
- Başka ne öğretti baban sana?
- Topuklu ayakkabılarımı, havuz kenarındaki amonyak mazgallarına sokmadan nasıl yürüyebileceğimi.
- O halde babanın ölmüş olmasını dilerim.
- 58 kiloyum. İlk kez on beş yaşında, yerel bir basketbol takımının oyun kurucusu tarafından tecavüze uğradım. Babam ben on beş yaşındayken, kendisinden çalınan bir arabayı takip ederken trafik kazasında öldü ve erkek kardeşim yok. Sıradan bir üniversite bitirdim. Godard'ın adını hiç duymadım, Tarkovski'den nefret ederim ve Guernica'yı gözüm açık üç dakikada, gözüm kapalı dört dakikada yorumlayabilirim.
- Tam istediğim gibi.
- Biliyor musun, geçen hafta kürtaj oldum. İlk kürtajımdı ve bebek 6 aylıktı. Ortalık kan gölüne döndü. Zemini satranç taşlarını andıran bir hastane odasındaydım. Kürtajı bayıltmadan yaptılar, çünkü bayılırsam ölebilirmişim. Hayatımda böylesine büyük bir acıyı iki kez hissettim. Birincisi, 2001 yılında ve gebe kalmayı istediğim halde adet gördüğüm zaman ve ikincisi, Kristeva’nın lezbiyen olduğunu öğrendiğim zaman... Daha operasyonun ilk dakikasında bebeğin sağ kolu E2'ye fırladı. Sonra kafası F4'e, sol bacağı ise R6'ya düştü. Cinsiyetini göremeden bayılmışım.
- Satranç bilmediğin anlaşılıyor. Çünkü tahtada R6 adında bir koordinat noktası yoktur.
- Her şeyi ciddiye alan bir arkadaşımı hatırlatıyorsun bana.
- Breton, Kara Mizah Antolojisi kitabında şöyle der: 'Cinsellik, ciddiye alındığında basit bir kitaba dönüşür.'
- Aynı zamanda her şeyi cinsellikle açıklayan bir arkadaşımı da hatırlatıyorsun.
- Bu arkadaşın baban olabilir mi? Eğer öyleyse, keşke ölmeden önce satranç oynamayı da öğretseymiş sana.
- Babam uzun süre Cezayir'de yaşadı, yani annemden ayrılınca. Ayrılma nedeni, Renault düşünde gördüğün o makyöz kızın, babamla olan ilişkisiydi ve annem, bu büyük skandalın üzerine ciddi bir sinir krizi geçirerek, babamın Türkiye'deki lolipop fabrikalarından birinin yönetimini üstlendi. Kadın öylesine bir bunalım içindeydi ki, babamın ayakkabılarını giyip toplantılara katılıyor, onun pahalı elbiselerinin içinde düzdürüyordu kendini fabrika işçilerine.
- Bu hikaye bana Tatlin ve Kinsey raporlarını hatırlattı.
- İşin Tatlin kısmı şu oldu; sonunda, annemin üretken bedeni sayesinde fabrika, kol işçiliğinden bant sistemine geçti. Yani şekerler, içi oyuk olarak değil, dışları çıkıntılı olarak üretilmeye başladı. Kinsey kısmı da şu oldu; annem, ambalajlamada çalışan bir forklift sürücüsü tarafından hamile kalınca, fabrika genel greve gitti. Babamın fabrika bahçesindeki heykeli, kendilerini DNA (Dialectic National Action) askerleri diye çağıran bir grup tarafından yağmalandı. Bir gecede ev havuzumuza 4 ton çimento döküldü ve tüm bunlar olup biterken ben, 'Wild At Heart' filminin ezberlediğim repliklerini, yatak odamın tavanına yapıştırdığım samanyolu takım yıldızına bakarak tıpkı bir dua gibi tekrar ediyordum.
- Bu vapurda ne işin olduğunu merak ediyorum.
- Bir adamı bekliyorum ama onun yerine sfinkter doktorası yapmış, ağzı kulaklarında kitap okuyan, sabah ereksiyonunu saklamak için güneşi arkasına almaktan kaçınan epistemofilik bir başkasıyla karşılaştım.
- Sanırım o ben oluyorum.
- Tebrikler, bir buzdolabı kazandınız!

Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. Bir kadını, sabahın ilk saatlerinde kendi beklentisine terk edemeyecek kadar yufka yürekliydim.

- Albinolar için özel olarak inşa edilmiş bir yer biliyorum. Yılın dört mevsimi karanlıktır. Kahvaltı için oraya gidiyorum ve belleğimde bir kişilik boş yer daha var.
- Bellek kesenin idrar kesenden daha geniş olduğuna eminim. Seninle geliyorum.

Kız, ayaklarını demir parmaklıktan indirerek vapur çıkışına doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı. Ben de yarım kalan 9.15 rüyasını tamamlamak üzere uzun zamandır aynı sayfaya bastığım parmağımı Arcanum 17'den ayırarak kızı takibe koyuldum.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Suzan, İnfantilizm ve Erkeksi Protesto


Almanya'dan kesin dönüş yapmamış orta yaşlı adamlar, bir oturuşta koca bir tencere patates kızartması yiyip, birbirlerine Berlin varoşlarında öğrendikleri akışkan karate hareketlerini gösterirken, bense kenarda oturur ve orta yaşlı adamların genç karılarının bacakları altında, tıpkı bir kapıcı sakızı gibi ezilme düşleri kurardım. Bu düş, daha sonraları, tam da bulunduğunuz ülkede, sürrealizmin tek kalesi olmamı sağlayacak en yalın düş olarak kaldı. Chris De Burgh'un 'Delial' güneş yağı reklamlarına fon müziği olarak çalındığı o yıllarda, hemen her mevsim esen evimizin balkonundan tenis oynayanların kafalarına tükürük nişanlamaya çalışırdım. Tıpkı bir mühendis gibi kafası çalışan babam, bir tenis sahasının üzerine ev inşa etme fikrine nasıl kapılmıştı bilemiyorum ama bu fikrin, 70'lerin sonunda tenis oynayan kadınların neye benzedikleri üzerine hayal gücümün gelişmesine neden olduğu yadsınmayacak bir gerçekti. Özellikle içlerinde bir kadını korkunç biçimde hatırlıyorum. Adı Suzan'dı ve 180 derece kuralını ihlal eden backhand vuruşlara sahipti. Photoshop kullananlar bilir, eğer bir görüntünün kıçıyla başını yer değiştirmek isterseniz, 'flip canvas horizontal' seçeneğini tıklar ve böylelikle değiştirmek istediğiniz görüntünün kas zırhını yerle bir edersiniz. İşte bu kurala uymayan kafamdaki tek fotoğraf, Suzan'ın backhand sırasında çarpıklaşan ve vuruş ertesinde bir anda çözülen o akılalmaz bacaklarıydı. Donunun perhiz yapan sosyal demokrat ağzı gibi koktuğuna emin olduğum bu kadın, yılın dört mevsimi bronzluğunu korurdu. Bu bronzluğu, koyu acunsal sarıdan, kirli orta sınıf beyaza degrade olmuş sonradan görme bir kadın vücudunun bronzluğuyla sakın karıştırmayın. Söz ettiğim bronzluğu yakalamanız için, photoshopta vermeniz gereken değerleri sıralıyorum:

R:209 G:112 B:7

Bu değerler, aton sarısının değerleridir ki sadece eski Mısır günahlarında ve Suzan'ın görsel bir efekt olarak kullandığı hayranlık uyandıran kıçında bulunabilir. Sınıfsız topluma olan inancımı daha o yaşlarda sarsan bu mimik bombası, bu jest makinesi kadın, günlerden bir gün, kafasına tüküren bacaksızın ben olduğumu anladı ve işaret parmağını dört kat aşağıdan gözüme uzatarak hızla sahayı terk etti. Az sonra evin kapısının çalınacağını, annem evde olmadığı için kapıyı benim açacağımı ve uzun süredir boşalamamış frijit bir vajinanın, o vajinayı çevreleyen kas zırhını delerek nasıl kişiliğe sıçrayacağını, son çözümlemede ise ne büyük bir rezalet yaratabileceğini o yaşta dahi anlamıştım. Düşündüğüm gibi de oldu. Kapı çaldı. (Babam Almanya'dan, Karl Valentin'in 'Das capital ist leicht auf dem kopf zu stehen' isimli şarkısını söyleyen bir kapı zili getirmişti. İlk iki sözcüğün üzerine oturan melodi daha güçlü olduğu için ilerde Marxizme ilgi duyacak ama nedense Boğaziçi Üniversitesi’nde iktisat okumayacaktım). Kapıyı açtım. Aton tanrısı Suzan karşımdaydı. Beyaz mini bir tenis eteği, gece elbisesinden bozma, yine de spor havası veren göğüs dekolte bir bluzu ve tıpkı şarap gibi, bekletildikçe kalitesi artan yandan patlamış Dexter marka spor ayakkabıları vardı:

Dexter Spor: Chris Rea'nın 'Wired to the Moon' şarkısı eşliğinde dans eden 80 dönemi kadınların klişe pist ayakkabısıdır. Bu kadınlar, dans ertesinde öldürüleceklerini bilseler de sırf hayal gücümü zedelememek için dans etmeye devam eder ve sonunda beni mutlu etmek için, sırtlarından yedikleri bıçağa ve ağızlarından fışkıran köpüklü kana aldırmadan, yüzüme gülmesini bilirler. Beni aldatmayan kadınlar, Dexter marka ayakkabı giyer ve ölüm döşeğinde bile bana aldıkları armağanları verirler. Dexter ayakkabı giyen ve ölmeden önce kendisinden armağan aldığım son kadın Hanna olmuştu ve armağanı, Chris Rea'nın 'On the Beach' albümüydü. Son sözleri şöyleydi Hanna'nın:

"Ölmek üzere olan kadınları kıskandığını biliyorum. Bu yüzden hızlandıracağım ölümümü. 10. parça (Auf immer und Ewig) anlatıyor her şeyi; sağ çorabımın niçin kaçmış olduğunu, niçin ellerinde ölmem gereketiğini ve niçin ölen kadınların sana en yakın kadınlar olduğunu... Hoşçakal Tan! Yatak odamdaki oyuncaklara iyi bak. Çocukluğunu öldürecek bir kiralık katil tuttuğunda sözlerimi daha iyi anlayacaksın."

Seni hep hatırlayacağım Hanna. Ve tabi yüzüne ölmeden önce nedensiz bir biçimde vuran kırmızıyı. Jung ölmeden önce de açık olan hava aniden kapamış ve tuhaf bir biçimde gökte, bebek kakasını andıran bir yeşillik oluşmuştu. Hanna'nın kırmızısı için Photoshop'ta vermeniz gereken değerler:

R:128 G:39 B:0

Jung'un bebek kakasını andıran ölüm yeşili için vermeniz gereken değerler:

R:25 G:75 B:0

Suzan'dan gelen ani bir yumrukla başımı kapı kirişine vurdum. Kafamdan oluk oluk kan akıyor ve buna rağmen kesintisiz vurmaya devam ediyordu Suzan. Böylesi bir kadın öfkesiyle karşılaşmamıştım hiç. Bir yandan suratıma tükürüyor, bir yandan, özellikle kafamın arkasını yumruklamaya devam ediyordu. Parmağındaki yüzük, önce göz akımı patlatmış, ardından kaşımda 24 ayar bir yarık açmıştı. Kafamdan akan kan, annemin Nivea krem kokulu ellerine karışmış şehir suyu kokusuna dönüşmüştü. Suzan, inlemelerimi maskelemek için sürekli kapının zilini çalıyor, bir yandan da çekip kopardığı ve ellerinde biriken saçlarımdan kurtulmak için şaman dansına benzer vücut hamleleri yapıyordu. Küfürlü nefesi, içine mafya esansı katılmış Tennesse vodkası kokuyordu. Annemin karnında yapılanan o muhteşem karaciğerimin HCO değerini dört katına çıkaran ve beni, şimdiye dek yaşamadığım genital öncesi bir kapının eşiğine getiren bu koku, kafamdan akan et parçaları ve Karl Valentin'in zili eşliğinde yere ufalanıyor ve ileride aşık olacağım tatil köylü kızların, dikiş izli suratımdan tiksinip havuza kusacakları sanrısını yaratıyordu. Yan komşunun kızı, yine her zaman olduğu gibi müziğin sesini açmış ve son yaptırdığı kaseti dinliyordu. Bu kasetin en sevdiğim yeri, 5 yıl önce 10 yıl sonra grubunun anlamlı bir şarkısının, Abba'nın 'I'm Just a Girl' parçasına olan yumuşak geçişiydi. Adı Tülin'di komşu kızının ve ne zaman evimize gelse, mutlaka halının ortasına işeyip giderdi. Annem, çiş kokusunu çıkarmak için ritmik bir biçimde halıyı ovalar ve bir yandan da ağlayarak şöyle derdi:

"Çiş kokusu, kötü bir günahtan daha kalıcıdır. Babası girişimci olan kızların inatçı sidiklerini, emekçi sınıfın kolalı atletlerinden çıkarabilecek bir sosyal siyaseti takip etmelisin oğlum. O siyaset ki, kökü seyislikten daha metafizik, cinsi tımardan daha inorganik bir fonetiğe ev sahipliği yapmakta. Bu kızın çişi, senin için karşı devrimci bir yolun ışığı olsun. Nasıl ki Peyami Safa okumadan Nazım'ı anlayamazsın, öyle ki bu kızın sidiğiyle vaftiz olmadan bir burjuvanın filmini finans etmesini de sağlayamazsın."

Son çözümlemede annem sözünü tamamlayamadan, halının orta yerinde uyuyakalır ve rüyasında, babamın en sevdiği plaklarını, üzerinde tenten çıkartması olan bir bastonun püskülüyle temizlediğini görürdü. Bu hep böyle olmadı tabi. Tülin, günlerden birgün bize gelmedi. Anneme, bunu niçin engellediğini sorduğumda, üzerinde okuyamadığım yazılar olan bir kağıt uzattı gözüme. Çok sonraları anlamıştım. Bir idrar ritüeli ertesinde annem, halıdan aldığı çiş numunesini, laboratuarda inceletmiş ve 18 Kasım 2005 tarihinde Tülin'in ter bezi kanserinden öleceği tanısına ulaşmıştı. Bir kadın yüzünden mutsuz olmamı istemiyordu annem ve sırf bu yüzden, havuza girerken bile, Trabzon'dan gelen bir at gözlüğünü gözüme takıyor ve boynuma bağladığı zincirle yüzdürüyordu beni. Havuzun kenarındaki kokanalar, annemin bu davranışını, İngiliz yüksek sosyetesinin bir yeniliği olarak kodluyor ve ertesi hafta havuz, anneleri tarafından zincirle yüzdürülen 7-10 yaşlarında ve 90-110 kiloluk, osuruğu Hakkari'den kaçak giren Golden sakızı kokulu çocuklarla doluyordu.

Yüzüm kandan görünmez olduğunda, yani ben, kandan başka hiçbir şey göremez olduğumda, Suzan ablaya durmasını, eğer durmazsa gerçekten ölebileceğimi söyledim. Durmadı Suzan ama tanrıya şükür yavaşladı. Tırnakları suratımda kırılmıştı. Şöyle dedi nefes nefese:

"Öylesine zevkli ki küçük ve savunmasız bir çocuğu döverek, kanının son damlasında onun yere serildiğini görmek, bir daha böylesi bir hazza erişebilmem mümkün değil. Babam, bu ülkede adam gibi bir burjuva devrimi yaşanmadığı için, solumakta olduğumuz yarım yamalak kapitalist sistemin, sonsuza kadar süreceğini söylemişti. Ondaki bu sonsuzluk duygusu, annemi sonsuza kadar sikememiş olmasıyla çelişse bile, ideolojilerin soyut olduğuna inandığımdan olacak, onun hep izinden gitmemi sağladı. Burnundan akan mavi kabarcıklı kan, T basillerine pıhtılaşacağı ana kadar döveceğim seni. Her haftasonu evinize gelecek ve annenin elbiselerini giyip sana zehirli yemekler yapacağım. Annenin topuklu ayakkabılarını giyip pastelden yaptığın resimlerin üzerinde dolaşarak delik deşik edeceğim onları. Her pazartesi, babanın üstü açık vosvosunu, Pagan yüzüğümle çizip, arabanın tam üzerine, 'senin çocuğunun sidik torbası sökük' yazacağım. Akşam yemeklerinde, masanın altından taciz edeceğim seni. Öyle utanacaksın ki, gözlerin yuvalarından fırlayacak ve annenin yaptığı o güzelim yemekler boğazında kalacak. Kıpkırmızı olacak suratın ve yemek borunun tarihsel dinamizmi tersine dönecek, o nefis yemekleri kusuk içinde bırakacaksın. Ben de düştüğün duruma aniden sönen bir güneş gibi güleceğim, dağıtacağım aileni!"

Suzan dediği gibi o gün beni bayıltıncaya ya da belki de öldürünceye kadar dövdü. Babam, kafatasımın kırıldığını ve yüzümün yarısının olmadığını ancak üç ay sonra gördü. Çünkü ilk gördüğü, üzerine kan bulaşmış kapı ziliydi ve hemen yurtdışındaki hekim arkadaşlarını arayıp, bu sefer de Joe Dassin'in 'Wahre liebe ist ganz liese' isimli şarkısını söyleyen bir zil sipariş etti. Annem, çişli olmasa da evin tüm halılarını, aynı ritmde ovalamaya devam etti. Bense suçluyla özdeşleşip, harçlığımla aldığım topuklu ayakkabılarla ve daha da önemlisi Suzan'dan önce, yaptığım resimleri delik deşik etmeye başladım. Giderek Suzanlaşmak kaçınılmaz olmaya başlamıştı. Bundan sonraki tek hedefim, teniste Hülya Avşar'ı yenmekti.

19 Aralık 2010 Pazar

Protez


Beyoğlu Pasajı'nın alt katındaki boş masaların birinde vakit öldürüyordum. İki masa ötede, yanıma gelmek ve birkaç söz edebilmek için kıvranan bir kızın farkında oluşum, ağır akmakta olan zamanı biraz daha çekilebilir kılıyordu. Sonunda dayanamayıp aksak bir el işaretiyle çağırdım kızı. Soluk soluğa bir hevesle koşar adım gelip oturdu yanıma.

- Merhaba, söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum. Uzun zamandır sizi ve filmlerinizi takip ediyorum. Hayatımın Özeti'nden Klecks'e dek bana yaşattığınız o olağanüstü duygusal serüvene inanamazsınız, adım Çiçek.

Bastırılmış libidonun, Çiçeğin avuç içlerinden boşalarak buharlaştığı o an dilimini farklı bir ayrıntıyla dağıtmak istedim.

- Kışın ortasında dahi göbeği açıkta bırakma takıntısı ile engellenmiş gebelik arzusu arasındaki bağlantıyı biliyor olmalısın.
- Bilerek açıkta bırakmadım göbeğimi. Sadece üzerimdekiler iki beden küçük.
- Pekala, anlat bakalım Çiçek, nedir filmlerimde seni bu denli etkileyen?
- Bilmiyorum, şey gibi, hani uzun zamandır söyleyecek bir sözünüz vardır da bilemezsiniz ya, sonra kalkıp biri çıkar ve sizin yerinize konuşur, öyle bir şey.

Bu saçmalıklara dayanma gücümü sorgulamak için saatime baktım. On dakika sonra 'Çokkültürcülük ve Anti-kapitalist Spiral' konulu konferansa katılmak için başka biriyle buluşacaktım. Biraz daha sabredebilirim diye düşündüm.

- Çiçek, 'Zizek' adını duydun mu hiç?
- Ne güzel, adıma benziyor, hayır duymadım.
- Zizek fallusu, ezici erkeğin kudret simgesi olarak değil, tam tersine büyük ötekinin öznenin başarısızlığını telafi ettiği bir protez olarak tanımlar. Sana inandırıcı geliyor mu bu?
- Bilmem, düşünmedim hiç. Ama isterseniz biyoloji öğretmenime telefon edip onun ne düşündüğünü öğrenebiliriz.
- Konunun biyolojik olduğuna dair inancının kaynağı nedir Çiçek?
- Fallus dediniz ya.

Çiçeğin, eğitilmemiş kadın toplumu içinde fallus değil belki ama bir beyin protezi işlevi gördüğüne inandığım o dakikalarda içimdeki sıkıntı giderek büyümekteydi. Son bir çabayla ortamın havasını dağıtmaya çalıştım.

- Çiçek, ayakkabının bağını çözmeni istiyorum.
- Sağ mı, sol mu?
- Farketmez, hadi başla çözmeye.

Hem modern ve hem de klasik kesimi aynı ara yüzeyde barındıran güzel, siyah ayakkabıları vardı.

- Oldu işte!
- Tebrikler Çiçek. Şimdi sağ ayakkabının topuğuyla, bağını çözdüğün diğer ayakkabının topuğuna baskı yapıp, ayakkabını ayağından çıkarmanı istiyorum.
- Tamam yaparım. Bir yandan da sorunuzu düşünüyorum. Şu protez meselesiyle ilgili soruyu.

Siyah ayakkabının içinden çıkan ve çorabın transestetik dokusu arasından görünen kırmızı ojeli ayağın ayakkabı üzerindeki duruşu, bağırsaklarıma tarifsiz bir ağrının saplanmasına neden olmuştu. 'Genital Öncesi Cinsel Duraklara Zaman Yolculuğu' isimli organik bilim-kurgu kitabından öğrendiğim kadarıyla anal dönem civarında seyrediyor olmalıydım.

- Şimdi Çiçek, sandalyemi senin sandalyene biraz daha yaklaştıracağım. Sakın kendi sandalyeni gereksiz bir beden lapsusuyla geri çekme. Bana saygı duyduğunu biliyorum ama yine de olduğun yerde kal olur mu?
- Tamam, peki.

Sandalyemi Çiçeğin sandalyesinin tam cephesine sürdüm.

- Şimdi ayağını yavaşça kaldırıp avucumun içine yerleştir.
- Bakın işte bunu yapamam. Özür dilerim.
- Neden Çiçek?
- Çünkü size olan saygımın yara almasını istemiyorum.
- Bak Çiçek, Bunuel’in filmlerinde basit bir arzu vardır ve bu arzu, filmin sonuna dek imkansız bir biçimde asla gerçekleştirilemez. Oysa biz izleyiciler, filmin başından itibaren bu arzunun nasıl gerçekleşmesi gerektiğini çok iyi biliriz. Burada senle ben arasında, daha doğrusu benim içimde, yine basit bir arzunun varlığından söz etmek mümkün. Üstüne üstlük, bu arzunun nasıl gerçekleşmesi gerektiğini ikimiz de biliyoruz. Hadi, şimdi uzatma da ayağını avcumun içine koy!
- Özgeçmişinizde Bunuel'i sevdiğiniz yazıyor. Bunu yaparsam ideal sinema anlayışınızı zedelemiş olmaz mıyım?
- Tıpkı adın gibi ince düşünüyorsun Çiçek. Ama biz bir sinema filminde değiliz değil mi? İstersen emin olmak için sanat tarihi öğretmenini arayabilirsin. Erich Fromm, 'İnsanda Yıkıcılığın Kökenleri' kitabının birinci cildinde, engellenmiş bir arzunun insanda nasıl saldırganlığa dönüştüğünü anlatır. Okumuş muydun o bölümü?
- Fromm’dan sadece 'Sevme Sanatı'nı okudum. Orada karşımızdakini sevmek için önce kendimizi sevmemiz gerektiğini anlatan bir bölüm vardı. Altını defalarca çizmiştim o bölümün. İsterseniz fotokopisini çekip size gönderebilirim.
- Peki Çiçek, gönder ama lütfen dediğimi yap önce.
- Çok istiyorsanız peki, sizin dediğiniz gibi olsun.

Çorabın üretim biçimi ve üretim ilişkilerine dair tüm tarihsel töz, politik imgesinden soyutlanarak tıpkı besili bir güvercin gibi avucuma konuverdi. Çorabın içinde şekillenen ayak, biraz soğuk olmasıyla birlikte ereksiyon sınırlarımı zorlayan statik bir ideolojiyle tüm ağırlığını hissettirdi. Bu soğuk ideolojiyi ağzıma götürmem için hemen her şey hazırdı. Bir şey dışında, Çiçek!

- Şimdiye kadar her şey istediğimiz gibi gitti değil mi Çiçek?
- Ne istediğimden pek emin değilim ama siz öyle diyorsanız.
- Kesinlikle öyle! Ama şimdi senden bu güzel iletişimi nasıl noktalayacağımızı tahmin etmeni istiyorum. İki tahmin hakkın var.
- Bir düşüneyim, ayağımı bırakacaksınız?
- Bilemedin, sıra ikinci hakkında.
- Ayağımı tutmaya devam edeceksiniz?
- Hiç şaşırmadım ancak yine bilemedin.
- Madem yitirdim haklarımı, siz söyleyin o halde.
- Ayağını ağzıma götürüp bir süre orada tutacağım.
- Ne?!
- Sakın ayağını avucumdan çekeyim deme! Ne demişti Fromm, arzu engellendiğinde yırtıcı bir kaplana dönüşür.
- İyi ama arzunuz çok sapıkça geliyor kulağa.
- Sapıklık nevrozun negatifidir, korkacak birşey yok.
- 12 yaşımdan beri bayılma nöbetleri geçiriyorum. Lütfen ayağımı bırakın, aksi halde bayılabilirim.
- Histerik bayılmalar, bayılmanın protezidir Çiçek, kaygılanma lütfen!
- Size inanmıyorum.
- İstersen fen öğretmenini arayabilirsin, ama şimdi şu ayağını öpmeme izin ver.
- Sadece filmlerinizde sapkın imgeler kullandığınızı düşünüyordum. Lütfen yanılmamış olduğumu söyleyin bana.
- Kafandaki ideal kahraman mitosu ölüyor Çiçek, bırak ölsün. Kendi içindeki solmuş bahçeyi ancak böyle sulayabilirsin: 'Sevme Sanatı' 4.bölüm.
- Lütfen bırakın ayağımı!
- İnan, ezici erkeğin kudret simgesi değilim ben.
- İnanmıyorum size!
- Meteorologlara de inanmıyoruz ama söylediklerini yapıyoruz. Soyun diyorlar soyunuyoruz, sıkı giyin diyorlar, giyiniyoruz.
- Peki, anlaşılan kurtulamayacağım... Söylediğinizi yapacağım ama bundan pek hoşlanacağınızı sanmıyorum.

Büyük kas gücü gerektirmeyen bir hamleyle Çiçeğin avucumdaki ayağı yavaşça yüz hizama yükseldi. Sonrasında ağzımın içine doğru yapılanan bu diz altı erotizmi, umulmadık bir tatla karşı karşıya bıraktı beni. Paslı vida tadına karışmış polyester tadına benzeyen bu iştahsızlık yaratan sert kütle, ağzımın içinde dolaşmaya başladı. Tam o sırada Çiçeğin gözyaşlarına hakim olamadığını gördüm. Gözyaşları hızlanırken, Çiçeğin kalçasında garip bir kıpırdanma oluştu. Bir yandan ayak kütlesini ağzımda tutmaya çabalıyor, diğer yandan kızın kalçasındaki insanüstü devinime odaklanmaya çalışıyordum. W.Reich'ın cinssiz kalça ereksiyonu dediği şey bu olmalı diye düşündüm. Sonrasında gördüklerim, Reich ile konu arasında kurmuş olduğum zoraki çabayı yerle bir etti. Çiçeğin bacağı, yavaşça kalçasından ayrıldı ve bacağın kökü, halının çiçek motifleri üzerine düşüverdi. Kızın ağlaması güçlenmişti. Ağzımda ayak, düşen 'şeyin' kime, daha doğrusu neye ait olduğunu algılamaya çalıştım. Öznesinden koparak hızla nesneleşen bir düşüncenin mitoloji yaratmadaki şiirsel ustalığına dair okumuş olduğum bir yazıyı hatırladım. Gördüğüm her anı 'yazı dizgesi' olarak kodlama sapkınlığım, ancak gündelik gerçekte kalmaya çabalayan bir zihnin dilbilimsel savunma mekanizması olarak açıklanabilirdi. Ağzımdaki ayağı tükürdüm ve refleks bir devinimle dudaklarımı gömlek kolumla sildim. Bunu gören Çiçeğin ağlaması durdu ve negatif bir ivmelenmeyle ağlama gülmeye, hatta kahkahaya dönüştü. Şaşkınlıkla kıza baktım. Ağlarken aniden gülmeye başlayan kadınlardan, gittikçe ivmelenerek kurutma moduna geçen bir çamaşır makinesinden korktuğum kadar korktuğumu saklayacak değilim. Benzer bir korkuyu yaşarken, yeni yeni uyanmaya başlayan süperegomun etkisiyle yerdeki kansız bacağı alıp kıza uzattım. Çiçek, protez bacağını yerine monte ederken gayet soğukkanlı bir tercihle şunları şöyledi:

- Ne demiş Zizek: 'Fallus, ezici erkeğin kudret simgesi değil, tam tersine büyük ötekinin öznenin başarısızlığını telafi ettiği bir protezdir.'

17 Aralık 2010 Cuma

Marcuse, Nick Cave ve 30.000 Devirli Ağda Makinesi


Nick Cave, No More Shall We Part, 9.Şarkı.

Piyano gamları... Telefon sesi... Beni terk ettiğine emin olduğum kadın telefonda:

- Uyandırmadım umarım.
- Yo, hayır. Müzik dinliyordum.
- Nick Cave galiba. Duyuyorum sesini.
- Evet Nick Cave.
- Eşyalar için aradım, ben mi alayım, sen mi getirirsin?
- Sen gel, evde olacağım bütün gün.

Ortalığı toplamam gereksiz çünkü tüm geceyi benimle geçirdi ve sabaha karşı ne olduğunu anlayamadığım bir nedenle çarpıp kapıyı gitti. Adı Marcuse. İki yıla yakın bir süredir benimle. Kadıköy Teachers'da tanıştık. Yan masaların birinde, Sartre okuyordu. Kitabın renginden, 1964 baskısı olduğunu tahmin ederek yaklaşmıştım yanına.

İki yıl önce:

- Varoluş, eskitilmiş bir eylemdir.

Yüzüme öylece bakakaldı. Bu durgunluğu fırsat bilerek, elindeki kitabı yavaşça alıp bira bardağımın altına koydum.

- Adım André ama herkes bana Tan der.
- Ben de Marcuse.
- Oturabilir miyim?
- Oturuyorsunuz zaten.
- Öyle mi, farkında değilim.
- Varoluşla bir sorununuz olduğunu düşünmeye başladım.
- Daha çok varoluşçularla.
- Sartre sevmez misiniz?
- Erken boşaldığım zamanlar dışında, hayır.
- Anlamadım.

O anlamadıkça heyecanım kabarıyor, anladığını düşündüğüm zamanlarda ise daha çok kabarıyordu. Bacaklarının arasında sıkışan öfke, ortaya biber gazına benzeyen ama kimyasal olmayan bir madde yayıyordu. Bu maddeye kimi filozoflar 'geist', kimi doğabilimciler 'orgon', kimi çevirmenler 'acun', kimi sanatçılar 'katharsis', kimi sosyalistler 'emek' ve Nick Cave ise kısaca 'Ma' diyordu. Söyleşinin ilerleyen dakikalarında Marcuse'ün bakire olduğunu öğrendiğimde, Sartre'ın aşağılık bir adam olduğu yönündeki iddialarım güçlenmişti.

- File çoraplarındaki şu figür ne anlama geliyor Marcuse?
- Eski Mısır'da bekaretin sembolüdür.

Yine de derinden gelen bir arzuyla onu evime davet ettim.

- Söyleşiye bende devam edelim mi?
- Sürekli sendeyiz, seni konuşuyoruz zaten.
- Yani, evde demek istedim.
- Bilmem.
- Soya soslu makarna sever misin?
- Babam yaparsa, evet.
- O halde babanı da alalım.
- Babam, geçen yıl hızlı tren kazasında öldü.
- Hızlı giden bir trende, başını pencereye yaslamış ve sanki nefes almıyormuşçasına dingin duran bir kadının gözyaşı trenin dışından nasıl algılanır biliyor musun?
- Bilmiyorum.
- Gidelim, evde anlatırım.
- Dur bir dakika! Hesabı ödemedik.
- Bardan seninle birlikte çıkarsam içkileri bedavaya getireceğim üzerine barmenle iddiaya girmiştim.
- Ne zamandır içki parası ödemediğini merak ediyorum!

İstanbul'da yalnızca özel zamanlarda bastıran yoğun sisi aşarak eve geldik.

- Biliyor musun Marcuse, sen güzel bir kızsın.
- Bu da nereden çıktı şimdi?
- Yemek boyunca bunu düşündüm.
- Demek dinlemiyordun beni.

Hayatımda bu kadar biçimli kesilmiş bir ayak tırnağı daha görmemiştim.

- André seninle konuşuyorum!
- Dinliyorum.
- Ayaklarım heyecanlandırıyor mu seni?
- Kütüphanemdeki tüm kitapları tutuşturacak kadar.
- Biliyor musun André, tuhaf bir adamsın sen.
- Biliyor musun Marcuse, az sonra bekaretini alacağım.
- Bakire olduğumu da nereden çıkardın?
- Çoraplarındaki figürlerden söz ettiğinde anlamıştım.
- Peki bekaretimi sana vereceğimden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?
- Kütüphaneye git ve üst rafta, sağdan dokuzuncu kitabı getir bana.

Kitabı ararken işaret parmağını ağzına soktu. Kalçaları, müziğin ritmiyle sallanıyor ve üst rafa doğru ayaklarının ucunda yükseldikçe, bir Meryem tablosunu kıskandıracak akıl almaz bir figüre dönüşüyordu bedeni. Nihayet buldu kitabı. Sonrasında karşıma geçip, bacaklarını çaprazlaştırdı, burnunu çekti ve dinleme pozisyonuna geçti. Kitap, doktor W. Reich'a aitti: Dinle Küçük Kız... Kitabın en sevdiğim pasajını okumaya başladım:

"Bekaret, tıpkı bir kelebek gibi uçup gittiğinde bacakların arasından, sakın bakma geriye küçük kız. Ailenle yaptığın asalak kontrat, doğandan gelen cesaretle havaya uçtuğunda, kimseye hesap vermek için duraksama. Rahminde koruduğun sıcaklık, hücresel meteorolojik bir dizgedir. Sakın bu dizgeyi soyutlaştırıp otorite korkusuna boyun eğen ikinci elden bir sıcaklık metaforu yaratma küçük kız. Sevdiğin ve hakça gözyaşı döktüğün bir erkekle vücudunu paylaşmaktan korkma. Takozlama dokularındaki ışınsal biyolojiyi. Rahminin arzuları, mekanik çelebilikten uzak düş gücünün yol gösterici ışığıdır küçük kız. Brian Eno'nun müziğinden ve Bergman filmlerinden uzak dur küçük kız. Onlar ki meme dokunda oluşacak kanser hücrelerini tetikler ve sahtekar bir iç çekişle donatır rahim hücrelerini. Haydi küçük kız, şimdi doğru yatağa! Sevdiğin erkekle el ele, omuz omuza! 19 Mayıs hareketlerinden uzak bir libidinal aksiyon çizgisine! Haydi küçük kız, özgürlüğe, protoplazmik krallığa! Haydi küçük kız, André'nin kollarına! Yaşasın biyolojik orgon duruşu, kahrolsun podyum yürüyüşünün haz ilkesinden yoksun çürümüşlüğü!"

Etkilenmişe benziyordu küçük kız. Kitabı kapattım. Bunun üzerine tek bir kelime etmeden ışığı söndürdü ve yatağa yöneldi. Elbiselerini çıkarmadan yüzükoyun yattı ve beklemeye koyuldu.

- Demek saklıyorsun kendini benden.
- Bekaret, tıpkı bir kelebek gibi uçup gittiğinde bacaklarımın arasından, asla bakmayacağım geriye büyük adam.

Elimi, önce eteğinin altına soktum. Sonra da çorabının bittiği yerden tenini okşamaya başladım. Hala yüzükoyun yatıyordu. Klitorisine doğru yaklaştığımda, 4.omurga halkasından ilginç bir uyarı aldım. Şöyle diyordu halka özetle: Yavaş ol adam! Daha aşağılara indim ve klitorisin o dudaksı mimarisine eriştim nihayet. Tahmin ettiğim gibi kupkuruydu.

- Demek saklıyorsun gözyaşlarını benden.
- Ailemle yaptığım asalak kontrat, doğamdan gelen cesaretle havaya uçtuğunda, kimseye hesap vermek için duraksamayacağım büyük adam!

Geçici bir psikoz yaşadığını düşündüm. Aldırış etmedim.

- Müziği değiştirmemi ister misin?
- Rahmimde koruduğum sıcaklık, hücresel meteorolojik bir dizgedir. Bu dizgeyi soyutlaştırıp otorite korkusuna boyun eğen ikinci elden bir sıcaklık metaforu yaratmayacağım büyük adam.

Psikoz sürüyordu. Marcuse'ün üstünü örttüm ve pipomu şahlandırmak üzere diğer odaya geçtim. İçerden şöyle bir özür geldi:

- Brian Eno ve Bergman'ı çok severim. Sanırım bu yüzden yapamadım. Özür dilerim.

2 yıl sonra:

Kapı çaldığında ve Marcuse eşyaları için geldiğinde yine Nick Cave ve yine aynı şarkı çalıyordu:

Come on, help me babe!
I was blind.
The grass here grows long and high
Twists right up to the sky
White clouds roll on by
Come on now and help me babe

Gözlerini kaçırarak gülümsedi.

- Hala aynı şarkı çalıyor.
- Farkında değilim.
- Ev havasız kalmış, pencereleri açmamı ister misin?

Marcuse arkadan, Ludivine Sagnier'nin 'Water Drops on Burning Rocks' filmindeki kostümlü haline, önden ise yine aynı filmdeki aynı aktristin çıplak haline benziyordu.

- Şarap ister misin?
- Teşekkürler, eşyaları alıp çıkacağım.

Sıra eşyaları paylaşmaya gelmişti.

1.eşya: Lautreamont'un Maldoror'un Şarkıları. Ama bir farkla: Gece Yayınları, Nisan 1989 baskısı.

'Senden daha yaşlıyım, bende kalacak' dedim. Bende kaldı.

2.eşya: Max Faktör, 4 numara ruj. Ama bir farkla, aynaya orgazm yüzdelerini yazmak için kullanılanlardan.

'En çok ben orgazm oldum, bende kalacak' dedi. Onda kaldı.

3.eşya: Tom Waits'in 'Closing Time' albümünün 'Ballet' plaktan çıkan versiyonu.

'O zamanlar sesi inceydi, sende kalsın, istemiyorum' dedi. Bende kaldı.

4.eşya: 500 numara Parizyen süper ince siyah çorap. Ama bir farkla, başıma geçirip Marcuse'ün tüm düş gücünü soyup soğana çevirdiğim çorap.

'Bende kalacak' dedi. 'Peki ya içindekiler' dedim. 'Sende kalsın' dedi. Yarısı onda, yarısı bende kaldı.

5.eşya: Saniyede 30.000 devir dönen ağda makinesi. Ama bir farkla, aygıt, Marcuse bir ayda okuması gerektiğinden fazla kitap okuduğu zaman çalışıyordu.

'Maskülen kültürleşmeye hayır! Bende kalacak' dedi. Onda kaldı.

6.eşya: Yves Tanguy'ın 1927 yapımı 'Et Voila!' tablosu. Ama bir farkla, on liraya sokak tezgahlarında satılan versiyonu.

'Tanguy ile Dali arasındaki farkı öğreninceye kadar bende kalacak' dedi. Onda kaldı.

7.eşya: A.Breton'un Kara Mizah Antolojisi. Ama bir farkla, kitabı Londra'da bir kitapevinden çalmıştım.

'Senin için çaldım, bende kalacak' dedim. Bende kaldı.

8.eşya: Reich'ın 'Dinle Küçük Kız' kitabı. Ama bir farkla, kitabı Reich'la ortak yazmıştık.

'Allah kahretsin ki hala bakireyim, bende kalacak' dedi. Onda kaldı.

9.eşya: Nick Cave'in 'No More Shall We Part' albümü. Ama bir farkla, Marcuse beni terk ettiğinde çalan versiyonu.

'Terk edildim, bende kalacak' dedim. Bende kaldı.

Marcuse, kendisine düşen eşyaları aldı ve çürük portakal rengi ayakkabılarını takınıp gitti. Hava aniden karardı, Marcuse'ün açtığı pencereden garip bir hüzün dalgalandı. O an karnımın acıktığını hissettim. Uzun süredir çalan şarkı, nihayet olması gereken şarkıya bırakmıştı kendini:

And no more shall we part
It will no longer be necessary
And no more will I say, dear heart
I am alone and she has left me