25 Nisan 2014 Cuma

25 Nisan - Rüya


Babam ve kardeşimle İzmir-Hatay civarında ve kime ait olduğunu bilmediğim bir arabanın içindeyiz. Arabayı babam kullanıyor. Ben kardeşimle arka koltuktayım. Birkaç sokak gittikten sonra anlayamadığım bir biçimde babam arabayı el freni yardımıyla durdurup bir emlakçının (O-gün Emlak) önüne park ediyor. Kararlı bir şekilde arabadan inip emlak ofisine giriyor. Ben de arkasından gidiyorum. Emlakçı, babamı görür görmez arkasında asılı duran paslı anahtarlardan en büyüğünü uzatıyor ve ev sahipleri mekanda olmadığı için evi rahatlıkla dolaşabileceğimizi söylüyor. Babam adama tek söz etmeksizin anahtarı bana veriyor ve ofisten ayrılıyoruz. Kardeşimi arabada bırakıp birkaç sokak yürüdükten sonra devasa bir gökdelenin giriş kapısına ulaşıyoruz. Asansörle binanın 7. katına çıkıyoruz. O katta sadece bir daire var. Dairenin kırık dökük, koyu yeşil kapısını anahtarı zorlayarak açıyorum. Kapının aralanmasıyla birlikte burnuma çürük yiyecek ve uyku sırasında bastırmış ter kokuları geliyor. Midemin bulandığını, huzuru gayet yerinde görünen babama çaktırmamaya çalışıyorum. Girişin sağındaki büyük oda, evin salonu. Oldukça zevksiz döşenmiş bu saçma sapan odanın duvarında bir metre çapında yuvarlak bir delik var. Evin muhtemelen eski yıllarda sobalı olduğunu düşündüren bu deliğin yanında iki küçük delik daha var. Babamı salonda bırakıp koridorun sonundaki iki odadan ilkine giriyorum. Burası bir çalışma odası ve tavan yüksekliği beş metreye yakın. Odadaki tüm eşyalar, yerden en az 2 metre yükseklikteki raflara dizilmiş. Örneğin kocaman bir beton kaidenin üzerine yerleştirilmiş çalışma masasına erişebilmeniz için ev merdivenini kullanmanız gerekiyor. Kütüphaneden kitap almak ise neredeyse olanaksız çünkü ilk raf yerden üç metre yukarıda başlıyor. Kitapların yalnızca bir kısmını görebiliyorum; çoğu boyama ve masal kitapları... Bulunduğum odanın yanındaki diğer oda, bir bebek odası; leş gibi bıngıldak ve çocuk bezi kokuyor. Kara sinekler, aralarındaki mesafeyi koruyarak 'elektrik tasarruflu' gayri estetik beyaz ışık kaynağının çevresinde uçuşuyor. Odadaki ahşap beşiğin içinde düzensizce kesilmiş tomar tomar saç parçaları var. Beşikteki yastığın üzerine lacivert bir işlemeyle 'O-gün' yazılmış. Yastığın yanına bırakılmış biberonun dibinde bir miktar süt var ve sütün içinde yüzmekte olan püre parçaları... Tuhaf ve zorlanımlı bir manevrayla yastığı elime alıp, özellikle 'O-gün' işlemesinin olduğu bölgeyi burnuma götürüyorum. O an sanki dünya başıma yıkılıyor, asla tarif edemeyeceğim bir koku sanki ırzıma geçiyor! Mide bulantısı duymaksızın koku tarafından iğfal edildiğimi hissediyorum. Kaygıyla yastığı yerine bırakıp odayı terk ediyorum. Yeniden salona doğru ilerlerken babamın birileriyle konuştuğunu duyuyorum ve içeri girdiğimde ev sahiplerinin çoktan gelmiş olduklarını görüyorum. Karşı konulmaz bir utanç duygusu içinde evden bir an önce çıkmamız gerektiğini düşünüyorum. Aile bireylerine hırsız olmadığımı kanıtlamak için kendimi tanıtmaya çalışıyorum ancak beni görmezden geliyorlar. Odanın içerisinde üçü erkek altı kişi var. Biri, babamla konuşan altmışlı yaşlarda işçi emeklisi olduğu her halinden belli zayıfça bir adam. Diğeri benim yaşlarımda, serseri tipli, upuzun boylu bir herif ve üçüncüsü ise gözlük camlarının kalınlığından dolayı gözleri zorlukla seçilen, ağzının sürekli açık olmasından gerizekalı olduğu izlenimini yaratan on beş yaşlarında bir ergen... Kadın grubunun en yaşlısı, bir ayağını poposunun altına almış örgü örmekte olan şişmanca biri. Saçları düzensizce kesilmiş, hatta koparılmış! Diğeri benim yaşlarımda, hayli çirkin ve 'bu kadının hayattaki amacı ne' sorusunu sorup yanıt alamayacağınız türden bir aylak ve üçüncüsü ise sevimsiz beyaz külotlu çorabıyla sandalyeyle masa arasına gerdiği ipte 'ip atlama' oyunu oynayan bir kız çocuğu... Benim yaşlarımda olan kadın korkak adımlarla yanıma yaklaşarak evi satın alıp almayacağımızı soruyor. Ben de kibarca yalan söyleyerek çok güzel bir evleri olmasına rağmen bunun imkansız olduğunu ifade ediyorum. Bunun üzerine ağlamaya başlıyor kadın ve bekaretini kaybetmesinin ancak bu evden ayrılmasıyla mümkün olabileceğini, bu yüzden mutlaka evi satın almamız gerektiğini söylüyor. Onu avutmak için sırtını sıvazlamak istiyorum ancak pek yaş farkı olmasa da abisi olduğunu sandığım adamın durumu yanlış anlayabileceğinden kaygılanıp kendimi tutuyorum. Omzuma dokunan babam, evi satın aldığını ve İzmir'de yaşlanıp ölecek olmaktan gayet mutlu olduğunu söylüyor. Bu kadar pespaye, kelimenin tam anlamıyla zevk yoksunu bir evin nesini beğenip de satın aldığını soruyorum. Sonra da üslubumdaki hadsizliğin farkına varıp babamdan özür diliyorum. O kadar neşeli ki babam, ne söylediğimin farkına bile varmaksızın salonun içinde dolaşıp etrafı incelemeye başlıyor. O sırada duvardaki koca delikten iç mimarlık mezunu, dekorasyon işinde oldukça usta bir arkadaşım çıkıyor. İstanbul'da oturan S.O. isimli bu kızın İzmir'de ne işi olduğunu, üstüne üstlük duvarın deliğinden çıkıp da beni nasıl bulduğunu merak ediyorum. Pek samimi olmamamıza rağmen hızlı adımlarla yanıma yaklaşan ve boynuma sarılan S.O, kendini alamayıp bir de dudaklarımdan öpüyor beni. Evin dekorasyonundan sorumlu olduğunu, burayı pırıl pırıl bir mekana dönüştüreceğini söylüyor. Sonra da çantasından kağıt kalem çıkarıp odada düzenlenmesi gerekenleri not etmeye başlıyor. Duvarların 200 liraya ve koyu kızıla boyanacağını, deliklerin 1500 liraya kapatılacağını, yerdeki halıların 50 liraya yıkanacağını söylüyor. O sırada kızın ağzını sertçe kapatıp sesini kesmesini çünkü bu saçma sapan evde kesinlikle oturmayı düşünmediğimi söylüyorum. Bunun üzerine neşesi zerre kadar kaçmayan S.O, babamın aslında evi kendisi için değil bizim için aldığını, Ağustos ayında evleneceğimizi ve burada yaşayacağımı söylüyor. O an babamın yanına gidip gerçekten de bu korkunç planın bir parçası olup olmadığını sormakla evden kaçmak arasında bir mücadele yaşıyorum. S.O. güzel bir kız olmasına rağmen bana yakın yaşı gereği onunla evlenmemin mümkün olmayacağını çünkü ileride benden daha yaşlı görünüp 'güzele bakma' takıntımı zedeleyebileceğini düşünüyorum. Tüm bu acı gerçekleri onunla paylaşmaya hazırlanırken salona aniden bir televizyon ekibi giriyor. Işıkçılar, ışık ekipmanlarını hızlıca kurmaya başlıyor. Sunucu olduğu her halinden belli güzelce bir kadın, elindeki küçük kağıtlara bakarak canlı yayında söyleyeceklerini ezberliyor. Kameraman da ağzında sakız, kamerasının ayarlarını kurcalıyor. Babam ve işçi emeklisi olduğunu düşündüğüm adam, hayli sıcak bir sohbet eşliğinde kendi dönemlerinin öğrenci olaylarını anlatıyorlar birbirlerine. Salonun içinde bir televizyon ekibinin olduğundan haberleri bile yok. O sırada sunucu kadın, kocaman bir ayı kostümüyle yanıma gelip bir boks maçı çekeceklerini, dövüşeceklerden birinin ben olduğumu ve vakit kaybetmeden ayı kostümünü giyinmem gerektiğini söylüyor. Daha 'hayır' diyemeden de devasa kostümü önüme bırakıp elindeki kağıtlarda yazılanları ezberlemeye devam ediyor. Kafa ve gövde olmak üzere ikiye ayrılmış kostümün önce gövde tarafını giyiyorum. Sonra da ayının kafasını kafama takıyorum. Göz hizama denk gelen çok ufak iki delik sayesinde etrafımı görebiliyorum. Kostümü giyer giyinmez yaptıkları işleri aniden bırakan ev halkı beni görüp çılgınlar gibi gülmeye başlıyor. Babam bile o sıcak sohbetten kopmuş, neredeyse gülmekten altına işeyecek; dizlerini döverek ve parmağıyla beni göstererek öylesine kahkahalar atıyor ki sesi duvarda birkaç kez yankılanıyor. Onca gürültü arasında kameramanın 3, 2, 1 komutunu duyuyorum. Sunucu yayına başlayan konuşmasını yapıyor. Az sonra gerçekleşecek boks müsabakasından ve müsabakayı kazanacak olanın ödülünden söz ediyor. Ancak o sırada kadının sesi parazitlendiği için ödülün ne olduğunu duyamıyorum. Açılış konuşmasından sonra yanıma yaklaşan sunucu, ailenin hangi ferdiyle maç yapmak istediğimi soruyor. Tereddüt etmeden koca pençelerimle gözlüklü çocuğu gösteriyorum. Çocuk isteksizce yerinden kalkıyor ve aptal bakışlarla yanıma geliyor. Sunucu maçı başlatıyor. Çocuk, sürekli ellerine bakıp onların birer yumruğa dönüşüp dönüşmediklerini kontrol ediyor. Bunu yaparken de açık olan ağzı bir türlü kapanmıyor. Ellerine bakmasını fırsat bilerek suratına ilk yumruğu indiriyorum. Gözlüğü gözünden düşüyor. Acı çekmediği her halinden belli. Kendini tanımaya çalışan bir bebek gibi ellerine bakmaya devam ediyor. Bir tane daha patlatıyorum. Dudağı açılıyor. Yüzü kan içinde kalıyor. Aile bireyleri çocuğa destek vermek yerine kendi işleriyle uğraşmayı tercih ediyor. İp atlayan kız, gözünü oynadığı oyundan, yani ipin seviyesini aşan ayaklarından ayırmaksızın sürekli '...önüme gelene bir tekme, annen güzel sen çirkin' cümlesini tekrar ediyor. Kilosu düşük de olsa her zıplayışında salonun parke zeminini titretiyor. Örgü ören kadın ise ne olup bittiğine bile tanık olmaksızın 'haydi bastır, kapana da kıstır' şeklinde abuk subuk tezahüratlarda bulunuyor. Bir yastık kılıfına dönüştüğü her halinden belli örgü materyalinin üzerindeki lacivert işlemeli 'O-gün' figürü dikkatimi çekiyor. Yaşıtım görünen upuzun boylu adam, bir eliyle 'Bilim Teknik' dergisinin sayfalarını hararetle açmaya çalışırken pantolonunun içine soktuğu diğer eliyle penisini uyarıyor. Her açtığı sayfada dudaklarını daha çok ısırıp zevk içinde tuhaf sesler çıkarıyor. Baba ise ağzında sönmeye yüz tutmuş sigarasıyla çayları tazeliyor. Mırıldanmaya çalıştığı 'Karadır Kaşların' türküsü, 'Bitlis'te Beş Minare' türküsüne karışıyor. S.O, salonu dolaşıp dekorasyonla ilgili not tutmaya devam ediyor. Arada çok müthiş bir keşif yapmışçasına histerik kahkahalar atıyor. Babam, hipnotize olmuş bir ifadeyle kucağında uyuyakalmış evin büyük ve çirkin kızının saçlarını okşuyor, kızın saçları elinde kalıyor... Bu çıldırtan manzaraya daha fazla dayanamayarak ve karşımdaki rakibi öldüreceğimden emin bir inanmışlıkla son yumruğu onun suratına indiriyorum. Alt dudağı koparak yere düşüyor. Acı yoksunu çocuk, ellerine bakmayı sürdürürken dengesini kaybediyor ve ağır çekim estetiği ile sunucunun ayaklarının dibine düşüyor. Kameraman, çok önemli bir şey yakalamış gibi yerdeki çocuğun yanına diz çöküp detay görüntüler alıyor. Sunucu nedense 10'dan geriye saymaya başlıyor. Bir yandan da yerdeki çocuğa odaklanmış kamerayı kıskanarak kadraja bacaklarını sokmaya çalışıyor. Nihayet sayma işini bitiren kadın yanıma kadar gelip pençemi yukarı kaldırıyor ve şampiyonluğumu ilan ediyor. O sırada evin duvarında açılmış üç delikten konfetiler yağmaya başlıyor. Ortada hiç şampanya şişesi olmasa da şişelerinden ayrılan mantar sesleri duyuluyor. Yere yığılmış çocuk dahil odada bulunan herkes alkışlıyor beni. Babam hariç, çünkü o kucağındaki kızla uyuyakalıyor. Sunucu kadın, sıra ödülü açıklamaya geldiğini söyleyerek pençemden tutuyor ve büyük bir coşkuyla kameraya bakarak içinde bulunduğumuz daireyi kazandığımı söylüyor! Beni tebrik ediyor. Başından beri dışında olmak istediğim bu lanetli evi kazandığımı duymaktansa kaçmayı, hem de arkamda ne varsa bırakıp kaçmayı tercih ediyorum. Kalabalığın arasından hızla uzaklaşıp asansörü bile beklemeden ve hatta kostümü bile çıkarmadan merdivenlerden aşağı iniyorum. Zar zor da olsa koşarak güvenlik görevlisinin şaşkın bakışları altında gökdelenden ayrılıp arabayı park ettiğimiz caddeyi bulmaya çalışıyorum. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder