2 Ağustos 2009 Pazar

"Küllerimi Yiyebilir ya da Onlardan Kek Yapabilirler"



Çeviri: Tan Tolga Demirci


Soru: Önce biraz kronoloji... Paris’e ilk ne zaman geldiniz?

Yanıt: 1953 yılında, Şili’den... Önce Marcel Marceau’nun hocası Etienne Decroux’dan mim dersleri aldım. Bir yıl sonra Marceu’nun tiyatro topluluğuna katıldım ve orada tam beş yıl çalıştım. Sonra dünyayı dolaştım ve yeniden Paris’e döndüm. Paris’te iki sene boyunca bir müzikholde görev aldım. Sonra Meksika’ya gitmek için Paris’ten ayrıldım. Meksika’da kaldığım süre boyunca pek çok kereler Paris’e gittim. En önemlisi, Arrabal ve Topor’la panik hareketini başlatmak ve Happenings’ler sergilemek üzere Paris’te olduğum zamanlardı elbette. Sonra yeniden Meksika’ya döndüm. Meksika’dan iki yıllığına New York’a geldim ve o sırada ‘The Holy Mountain’ filmini yaptım. Sonra Fransa’ya döndüm ve on beş yıldır da Paris - Vincennes’de yaşıyorum. Ancak seyahat etmeye devam ediyorum.

Soru: Sizi Paris’e çeken neydi?

Yanıt: Daha çok iş yapmak. Önce mim çalışmak istedim ve o sıralar bunu karşılayabileceğim tek okul, Maurice’in mim okuluydu. Sonrasında film ya da tiyatro için pek çok kereler çağrıldım. Son on beş yıldır her çarşamba ‘Cabaret Mistico’ adını verdiğim bireysel bir üniversite için konferanslar verdim. Ayrıca tarot sınıfım vardı orada. Psikosoybilim adını verdiğim bir dalda deneyler yaptım. Kişilerin soy ağacı üzerinde çalıştım. Bir çeşit grup terapisi gibi, psikomaji de öyle... Ayrıca kitaplar yazdım. Burada geniş bir hayran kitlem var.

Soru: Tüm bu çalışmaları nerede yaptınız?

Yanıt: Farklı yerlerde. Bazen mim okulunda, sonra uzun bir zaman Jussieu Üniversitesi’nde ve şimdi de sahibi olduğum bir karate mekanında.

Soru: Mekanın reklamını nasıl yaptınız?

Yanıt: Asla yapmadım. Orayı kurduğumdan beri her şey ücretsiz. İnsanlar, kilisede olduğu gibi bağışta bulunuyorlar sadece.

Soru: Paris sizin için özel birşeyleri, örneğin büyüsel bir atmosferi mi ifade ediyordu buraya gelmeden önce?

Yanıt: Evet çünkü 40’lı ve 50’li yıllarda Şili için en önemli şey şiirdi. Neruda vardı, Huidobro vardı. Vicente Huidobro’nun annesi, Paris’te bir edebiyat merkezine sahipti. Ve kendisi Fransa’da iyi tanınıyordu. Biz Şilili vatandaşların en büyük özlemi, Paris’teki bu edebiyat merkezine gelebilmekti. O mekan bir mit olmuştu adeta. Ben de bu amaç için Paris’e geldim.

Soru: Gençken Huidobro ile karşılaşmış mıydınız?

Yanıt: Hayır, ben edebiyata başladığımda kendisi ölmüştü. Neruda ve Nicanor Parra ile karşılaştım Şili’deyken. Onlar şiirin ustalarıydı. Ve Enrique Lihn elbette, o da hocamın yakın arkadaşıydı ve büyük bir şairdi.

Soru: Paris, beklentilerinizi karşılamış mıydı peki?

Yanıt: Müthişti! Paris’e neredeyse parasız gelmiştim. Tek kelime Fransızca bilmiyordum. İlk gün jambonlu sandviç yedim, sonra markette hangi meyveyi istediğimi parmağımla gösterdim. Fransızcayı caddelerde öğrendim. Paris çok etkileyiciydi, hala da öyle. Uzun bir zaman, New York’un, özellikle 80’lerde ve 70’lerde kültürel olarak Paris’ten çok daha ilerde olduğunu düşünmüştüm. Ama artık öyle düşünmüyorum. Paris’in muazzam bir kültürel yapılanması var.

Soru: 53 yılında geldiğinizde kimleri tanıyordunuz?

Yanıt: Geldiğimde düşünsel ortama varoluşçuluk hakimdi. Araştırma ruhuna sahip olduğum için o sıralar varoluşçuluğun kalıntılarıyla ilgilendim, hippi kuşağından önceydi.

Soru: Onları nasıl keşfettiniz?


Yanıt: Şans eseri Saint Germain des Prés civarında yürüyorlardı. Aralarında bir Şilili vardı. ‘Elixir Parégorique’ adı verilen bir maddeyle karıştırılmış esrar içiyordu. Paregorik ishal içindir ve içinde bolca opium taşır. Nasıl bir insan olduğunu siz tahmin edin. Beni varoluşçularla o adam tanıştırdı. Ancak kendimi onlardan biri gibi hissedemedim. Çünkü tüm gün boyunca kafanız iyi dolaşmak zorundaydınız. Oysa ben bir mim sanatçısıydım ve karşılaştıklarımın buna yardımı yoktu. Paris’te tanıştığım ilk grup onlardı. Şimdilerde bir efsane olmalılar... Sonra, Sorbonne civarındaki Rue Cujas’a gitmeye karar verdim. O zamanlar Sorbonne miti, Gaston Bachelard idi. Onunla tanışmak oldukça şaşırtıcıydı. Örneğin yine aynı sokakta, sürgünde yaşayan şair Nicolas Guillen’i ya da şarkıcı Violeta Parra’yı görebilmeniz mümkündü. Violet arkadaşımdı. Hepsi ülkelerinden sürgün edilmiş entelektüel insanlardı. 53’ten 60’lı yıllara kadar bu böyle sürdü. Ayrıca Rue Monsieur le Prince’te ‘L’Escale’ adı verilen bir mekan vardı. Herkes, Güney Amerikalılar’dan hoşlanan Fransız kızları tavlamak için oraya dans etmeye giderdi. Kendinize bir Fransız kadın bulmanız için gidebileceğiniz tek yer orasıydı. Gece boyunca orada olurduk.


Soru: Latin Amerikalılarla mı yoksa Fransızlarla mı tanışmak için gidiyordunuz daha çok?

Yanıt: Fransızlarla tanışmak oldukça zordu. Kendilerinden olmayanları reddediyorlardı. Bu yüzden Latin Amerikalıları tercih ettim. Marceau’yu tanıyordum elbette. Onun sayesinde bir süre sonra Latin Amerika dünyasından da el ayak çektim.

Soru: André Breton’la ilk tanışmanız nasıl oldu?

Yanıt: Saat bir gibi Paris’e vardığımda, Saint Germain’de ‘Old Navy’ adı verilen bir kafeden onu aradım ve bulunduğu bölgeye geldiğimi söyledim. Bana kim olduğumu sordu. Ben de Jodorowsky dedim. Jodorowsky de kim diye sordu. Ona anlattım; yirmi dört yaşında olduğumu, sürrealizmi yeniden canlandırma hevesi taşıdığımı, dahası onu görmek istediğimi söyledim. O da yarın gelmemi ve saatin geç olduğunu söyledi. Hayır şimdi görüşmeliyim diye ısrar ettim. Israrımı olumsuzladı. Beni görmek istemediği için onun bir sürrealist olmadığını ve bir daha da asla onunla görüşmeyeceğimi söyleyerek telefonu kapattım. Yıllar sonra arkadaş olduk. Ancak ortada acınası bir durum vardı. Geçimsiz bir yaşlıyla başbaşa buldum kendimi. 60’ların en bağnaz adamlarından biri olmuştu.

Soru: Şili’den sonraki deneyimlerinizi ‘sürgünlük’ olarak niteliyor musunuz?

Yanıt: Şili’de durumum iyidi aslında. Ancak orada öğrenebileceğim bir şey kalmamıştı. Ben de bir kayıkla yola çıktım ve bir daha geri dönmedim. Ayrılmayı ben seçtim, kimse beni atmadı. Bu yüzden kendimi asla sürgündeymiş gibi görmedim. Ne zaman istersem dönebilirdim. Fakat kendimi dünyayı dolaşan bir göçmen gibi duyumsamak istedim. Bu yüzden de Şili’den 53 yılında ayrıldım ve ancak 90 yılında yeniden dönebildim.

Soru: Ailenizle iletişime geçtiniz mi peki?

Yanıt: Ailemden ayrılmıştım. Kimseyi bir daha görmedim. Her şeyden uzak tuttum kendimi. Ölüm gibiydi.

Soru: Onlarla Paris’e geldiklerinde görüştünüz mü peki?

Yanıt: Görebilirdim ancak umrumda olmadı pek.

Soru: Kişisel bir nedenle mi ayrıldınız onlardan?

Yanıt: Metafizik bir neden desek daha doğru olur. Kökensiz yaşamak arzusundaydım. Sınırları olmayan bir hayal gücüm olmasını istiyordum. Bir uyruk taşımak umrumda değildi.

Soru: Yeniyetme bir gençken şiirler yazdınız. Sonra tiyatro yapmaya başladınız. Peki ne zaman romanla ilgilendiniz?

Yanıt: Her zaman roman yazdım. Ancak basılmadı. 90’lı yıllarda, Şili’de bastırma girişimlerim oldu. Onlar önerdiler elbette. Orada kısa bir süre içersinde en iyi satan kitaplar arasına girdim. Ancak Şili’de best-seller olmak nedir ki? Son üç yıl içersinde, metinlerim farklı dillere çevrilmeye başladı.


Soru: Yönetmenlik yapmaya ne zaman başladınız peki?


Yanıt: Önce kukla tiyatrosu yaptım. Bu yeteneğim Şili’de çok iyi biliniyordu.

Soru: Pekala skandal hakkında bir soru size! Skandal yaratma özelliğiniz nereden geliyor?

Yanıt: Her sanatçı tanınmak ister. Eğer tanınmazsa bunu gerçekleştirmek için skandal yaratmak harika bir yol olabilir. Aynı zamanda zor iştir de. Çünkü genellikle ‘suçlama’ eylemini kışkırtır. Aslında ben skandal yaratmadım, skandallar beni izledi desek daha doğru olur. Meksika’da olduğu gibi. Bir film yaptım, skandallara yol açtı. Bir oyun sahneye koydum, skandallara yol açtı. Ülkenin sınırları bu kadardı. Toplum, gördüklerine henüz hazır değildi. Meksika’da aileme ve bana cehennem azabı çektirdiler.

Soru: Meksika’nın skandal anlayışı Paris’inkiyle bir olmamalı.

Yanıt: Meksikalılar skandalı sever aslında. Hatta taparlar. Tüm ülke bunun için yaratılmıştır. Meksika’da skandal bir gelenektir.

Soru: Fransa’da öyle değil mi?

Yanıt: Fransa’da skandal yaratmak oldukça zor. İspanya’da da öyle. Ancak ikisi arasında fark var. Fransa’da zor çünkü Fransızlar oldukça kartezyen zihniyetteler. Ispanyollar’ın ise sınırları yok. Onları hayrete düşürmek bu yüzden çok zor. Franco’dan sonra istediklerini yaptılar. Arrabal orada bir skandal yarattı örneğin; Bakire Meryem’i gözleriyle gördüğünü söyledi. Tersine skandal diyelim, çünkü orada hep bir aziz gibi yaşamak istedi.

Soru: On beş yıl önce Paris’e neden geri döndünüz?

Yanıt: Bir film için kontrat imzaladım. Ancak çekimler gerçekleşmedi. Yol paramı ve kalacak yeri ödediler. Sonra da Paris’te yaşamaya başladım.

Soru: Buraya dönmek nasıl bir duyguydu? Neler değişmişti?


Yanıt: Paris çok az değişen bir şehir. Şehirdeki en büyük değişikliklerden biri varoşlar ve yeni binalar. Ancak Paris’in kendisi hep aynı. Dünyanın neresine giderseniz gidin aynı değişiklikleri bulabilirsiniz. İnsanların tek düşündüğü şey para kazanmak. Herkes konfor arayışı içersinde ama benim umudum var. Yirmi yıl sonra asla böyle olmayacak. Her şey değişmeye devam ediyor. Başka bir yere doğru gidiyoruz. Öyle düşünüyorum ki gelecekte dünya, çok daha ruhani bir mekana dönüşecek.


Soru: Kendinizi göçmen gibi duyumsamasanız da bazen bir yabancı olarak nostaljik duygulara kapılıyor musunuz?

Yanıt: Ben bir yabancı olarak büyüdüm. Bakın babam, Rusmuş gibi yaşayan bir Yahudiydi. Annem ise yarı Rustu. Çünkü bir kosağın tecavüzüne uğramıştı. O da bir Yahudi gibi yaşamaya çalışıyordu. Ben hem Şilili idim ve hem de değildim çünkü göçmen bir ana babanın çocuğuydum. Şilili gibi yaşamaya çalıştım ancak bu hiçbir zaman olmadı. Hiçbir şey değildim aslında. Kendi kendimden sürgün edilmiştim. Şu an yaşadığım tek nostalji, kendime geri dönebilmek ile ilgili. Kendime, bir uyruk taşıyarak değil, sınırları olmayan bir ruh olarak geri dönebilirim. Ancak şu anda sınırlarım var. Hergün, kişilik dışı bir bilinmezliğe doğru yol almaya çalışıyorum. Kişilik dışı olma arzusundayım. Bunu gerçekleştirmek için şehrin sınırlarını aşıp gezegenlere taşıyorum. Milliyet sınırları içersinde değil, insani sınırlar içersinde düşünmeye çalışıyorum.

Soru: Hep böyle mi hissettiniz?

Yanıt: Paris’e ilk geldiğimde Şili’deki kız arkadaşıma hergün mektup yazardım. Paris’te yaşamanın ne büyük bir macera olduğunu ve izlenimlerimi anlatırdım. Sonunda sıkıldım ve yazmaz oldum. Eğer yazarsam yaşayamayacağımı anlattım kendime. Ancak bana nerede ölmek istediğimi sorarsanız, size bir yerimin olmadığını söylerim. Hangi topraklarda ölürsem, beni orada yaksınlar. Başka bir şey istemiyorum. Mezara falan da ihtiyacım yok. Peki küllerimi nereye atmalılar? Doğrusu bilmiyorum. Onları yiyebilir ya da onlardan kek yapabilirler. Özellikle küllerimin atılmasını istediğim bir yer yok. Bana milliyetin var mı diye sorarsanız, kendi derinlerime bakar ve size olmadığını söylerim.

Soru: Bu duyguya nereden ulaştınız?

Yanıt: Bakın, on beş yaşındayken tüm fotoğraflarımı yırttım. Kendime dair bir çocuk olarak hiçbir anı taşımak istemiyordum. Sonra ülkeden ayrıldım. Derken Fransa’ya geldim ve oradan da ayrıldım. Meksika’dan da öyle. Her yerden çekip gitmeyi tercih ettim. Hep kaçtım. Şu an en büyük sorunum kim olduğumu, nereye gideceğimi ve ne yapacağımı bilememek. Önümüzdeki altı ay kontratlarım var. Sonrası meçhul. Şimdilerde yazdıklarımı başka dillere çeviriyorlar. Fransa’da bir ünüm var. Oldukça iyiyim. Hep iyi işler başardım. Başarmaya da devam edeceğim. Yaptıklarımı yayınlayacaklar. Peki sonra? Başka bir şeyler yapacağım. Sonra? Başka şeyler... Peki sonra? Başka bir film çekeceğim.

Soru: Siz öldükten sonra çalışmalarınızın nerede saklanmasını isterdiniz?

Yanıt: Herhangi bir yer olabilir, her yer aynı.

Soru: Paris’teki Latin Amerikalı yazarlarla iyi ilişkileriniz var mıydı?

Yanıt: Evet, evet... Jorge Edwards’la yemeğe çıkardım örneğin. Arkadaşımdı. Onu çocukluğumdan beri tanırım. Garcia Marquez’i de öyle. Onunla da yemeğe çıktım. Harikaydı ancak derin bir arkadaşlığımız olmadı kendisiyle.

Soru: Çok farklı işlerle uğraşıyor olmanızın negatif etkileri oldu mu?

Yanıt: Elbette oldu. Çünkü toplum, ‘tek iş yapan kişi’ düsturuna alışmış. Fransa’da Cocteau’yu hor gördüler. Çünkü pek çok işi aynı anda yapabiliyordu. Şimdi Cocteau’nun ne büyük bir adam olduğunu anladılar. Pek çok iş yapma konusunda toplumun hoşgörü gösterdiği önemli bir isim de Chaplin’dir. Birden çok iş başardığınızda size Chaplin ya da Leonardo da Vinci gözüyle bakıyorlar. Bunlar sadece iki örnek... Tamamen ön yargı elbette. Bence sınırlar olmamalı. Ön yargıların kaynağı, bir milliyete, bir diplomaya ya da bir etikete sahip olmakla ilgili. Ancak bu büyük bir hata.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder