30 Ağustos 2014 Cumartesi

Bu Rüyalar Filme Çekilseydi Eğer...


Tan Tolga Demirci ile 'Sürrealizm ve Sinema' Üzerine Zeugma Konuştu...

Soru: Blogunuzdan büyük bir ilgiyle ve epeyce yazı okudum. Özellikle; gördüğünüz rüyalar ile ilgili seriniz çok dikkat çekici. İlk soru seçimim bu seriden olacak. Çünkü onları okurken zihnime yerleşen buydu. Rüyalarınız, her birinden ayrı birer film senaryosu çıkacak kadar detaylı ve çarpıcı. Öyle ki, dilerseniz hepsinden kısa metrajlı birer film çıkarılabilir. Okuduğumuz bu rüyalar en dikkat çekici olanlar mı yoksa gördüğünüz rüyaların genellikle hepsi mi böyle?

Yanıt: Gördüğüm rüyaları beş ayrı içerik dahilinde sınıflandırıyorum. Bunlardan ilki, nesnel gerçekliği birebir taklit eden ve 'sıkıcı' ya da 'travmatik' olarak adlandırdığım rüyalar. İkincisi, birbirinden hayli kopuk fragmanlar halinde kendini teşhir eden rüyalar. Üçüncüsü, gündelik gerçeklikte yaşıyor olduğunuz cinsellik, susamak ya da en basitinden işemek gibi gereksinmeleri karşılayan rüyalar. Dördüncüsü, içinde mutlak anlamda kendimin olmadığı ve fakat kısmen, örneğin yalnızca bir 'bakış' olarak izlediğim, bir 'kulak' olarak duyduğum, bir 'burun' olarak kokladığım ve bir 'ten' olarak dokunduğum rüyalar. Beşincisi ise tıpkı bir film gibi başından sonuna dek kendine has bir tutarlılığı ya da tutarsızlığı olan ve kesintiye uğramaksızın kendini tüm ayrıntısıyla teşhir eden rüyalar... Soruda sözünü ettiğiniz rüyaların bu son maddeyi temsil ettiğini söylemeliyim. Ve evet, bu rüyalar filme çekilseydi eğer, o ülke sinemasında beklenmedik bir devrim yaşanabilirdi!

Soru: Sürrealizm nedir? ''Sürrealist olunmaz, sürrealist doğulur,'' diye bir tez üretsem onay verir misiniz?

Yanıt: Sürrealizmin ne olduğuna dair tanımı, aynı zamanda sürrealizmin mucidi olan André Breton'un kaleminden yapmanın çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Kendisi sürrealizmi 'mutlak psişik otomatizm' olarak tanımlıyor. Aynı zamanda hareketin ana göstereni olan bu tanım, hiç şüphe yok ki otomatizmin ne olduğu sorusuna götürüyor bizi. Bilincin işlevlerinden kaynaklı herhangi bir akli ve mantıki sansürden muaf olarak üretme biçimidir otomatizm. 1919 yılında Breton ve Soupault tarafından kaleme alınan ‘Les Champs Magnétiques’ metni, ilk otomatik metin örneği. Dadaizmin tarihsel süreci içerisinde gerçekleşen bu keşif, 1924 yılından sonra Breton'un manifestosuyla birlikte 'sürrealist yazma' tekniğinin vazgeçilmez bir parçası haline geldi. Bununla birlikte otomatizmin, yazınsal otomatizm, resimsel otomatizm ve biraz da benim zorlama tabirimle 'bedensel otomatizm' olmak üzere üç ayrı uygulama alanı olduğunu ifade edebiliriz. Böylesi bir kuramsal zenginlik içerisinde sürrealist olmanın -doğmanın değil- çok ciddi ve zahmetli bir düşünsel pratik içerdiğini söylemek zorundayım. Bastırılan kısmi dürtüsel enerjinin oluşturduğu 'bilinçdışı temsil'i, her ne kadar sürrealistler karşı da olsa estetize etme sürecinde ciddi bir varoluşsal yıkım yaşandığını ve eğer bilinç işlevlerinizin bir 'yedeği' yoksa bu yıkımın sizi, hiç de üretimin hizmetinde olmayan bir deliliğe sürükleyebileceğini eklemek isterim.

Soru: ''Alfabetik Düşler''i adadığınız André Breton idolünüz müdür? Bu doğruysa, en baskın nedeni nedir?

Yanıt: André Breton, kendimi dışarıdan izlememe olanak sağlayan ve bu noktada çılgın bir virüs gibi zihnimi işgal eden ahlâki bir referans oldu hep. Bir hedef için harekete geçtiğimde, bir durum üzerine karar verdiğimde ya da varoluş nedenimin sağlamasını yaptığımda rüzgarını hissettiğim nostaljik bir figür oldu. Ne var ki insanın içinde ileriye, yalnızca ileriye atılarak kendi özgürlüğünü sonsuza dek meşru kılmaya yönelik doğuştan gelen bir 'eyleme koyma' özlemi var. Breton'u aşabilmek meselesi, ancak bu özleme devrimci ve gelecekçi bir özellik kazandırabilmekle mümkün. Son birkaç yıldır bu pratiğin içinde olduğumu söylemekten kaçınmayacağım. 

Soru: Ünlü bir roman sinema filmine aktarıldı diyelim. Okunduğunda ayrı film olarak izlendiğinde ayrı intibalar bırakıyor. Senaryolarınızı filmleştirdiğinizde biliçaltınızdaki o yansımayı tam olarak görebiliyor musunuz?

Yanıt: Giderek sinemadan uzaklaşmama en önemli neden, yaşamın cevherindeki 'gerçek' ile filmsel 'gerçeklik' arasındaki kaçınılmaz kopukluk oldu. Nasıl ki yüksek çözünürlüklü bir medyayı daha düşük çözünürlüklü bir başka medyaya aktarırken görüntü ya da ses kalitesinde belli oranlar dahilinde bir düşme ile karşılaşıyorsanız, 'bilinçdışı yansıma' dediğiniz 'o şey'i de filmleştirirken benzer bir düşüş ve gerçeklik kaybıyla karşılaşıyorsunuz. Tam da bu yüzden, ikisi de nesnel gerçekliğin dışında dahi olsa, rüyadaki 'kendilik' ile filmde yaratılan 'karakter' arasında uzlaşmaz bir 'algı' uçurumu var. Her ne kadar Breton sinemayı gördüğümüz rüyalara en yakın üretim disiplini olarak kabul etmiş olsa da sinema salonunda uyumayı film çekmeye tercih ettiğimi söyleyeceğim size.

Soru:  Filmlerinizi izlerken kendinizi çocukluğunuza döndürüp an'ı yaşamayı başarabiliyor musunuz?

Yanıt: Çektiğim filmleri izlemek, yara kabuğundan yaranın kendisini görememek gibi içinden çıkılması olanaksız bir hüzün ve doymamışlık duygusu yaratıyor çoğu zaman. Çok sevdiğiniz ve uzun yıllar yaşadığınız bir evin aniden yıkıldığını düşünün. Enkaza baktığınızda sizi çıldırmaktan koruyan şey, o evin belleğinizde yaşayan bütünsel imgesidir. Birinden ayrıldığınızda da benzer bir durum yaşarsınız; ayrıldığınız kişinin sizde kalan imgesidir yataklara düşmenizi engelleyen. Eğer yıkık bir evse çocukluğum ve çoktandır ayrılmış olduğum 'o şey' ise, bu durumda çektiğim filmler de çocukluğumun zihinde kalan yansımasıdır. Bellek, geçmiş ve 'o an' arasındaki köprüyü ne kadar sağlam kuruyorsa, 'çocukluk' ve 'bir çocuk olarak film' arasındaki bağlantı da o kadar güçlü oluyor.

Soru: Filmlerinizde rol alacak oyuncuların seçimi size mi ait? Eğer öyleyse bilinçaltınızdaki figürlerle örtüşmeleri gibi öncelikli kıstaslarınız var mı?

Yanıt: Daha önce de söylediğim gibi 'bilinçdışı temsil' ve film arasında asla örtüşmeyen ve çakışması da mümkün olmayan bir mesafe var. Bunun en önemli nedeni, filmi hiç de size ait olmayan parçalara bölmek zorunda kalmanız. İşin içerisine onlarca insan giriyor; biri ışık kuruyor, diğeri kamerayla uğraşıyor, öteki makyaj yapıyor. Tüm bu hengamede ne için film çektiğinizi ya da daha önemlisi, sizi o filmi çekmeye iten içsel dinamikleri unutur hale geliyorsunuz. Oyuncular da bunun bir parçası oluyor ister istemez; yarattığınız anne figürü başka kadın figürlerine ufalanıyor. Yarattığınız baba figürü, hiç de size ait olmayan öteki figürlere karışıyor. Elinizde olmayan nedenlerle ortaya çıkan bu korkunç kaosa bir son vermek istiyorsunuz. Ancak ne yaparsanız yapın, filmi çeken siz değil, sonunda yine 'filmin kendisi' oluyor. Arzuya doğru yol alıp tam ona ulaşacakken birdenbire makaslar değişiyor ve farklı bir yolda sürüklenirken buluyorsunuz kendinizi. Gomeda'yı çekerken yaşadığım tam da buydu.

Soru: Gerçeküstücü olma hali güncel hayatınıza da zaman zaman karışıyor mu? Örneğin herhangi bir iş/olgu planladığınız anlarda, normal şartlardan dışarı taşan, istem dışı bir sürrealizm devreye girebiliyor mu?

Yanıt: Sürrealizm, birkaç zamandır hayatıma üretim disiplini olarak değil de daha çok sopa gösteren doyumsuz bir ahlak figürü olarak girmekte, yani en tehlikeli haliyle! Neden tehlikeli? Çünkü sürrealizm temelli ahlaki mazoşizmin en dayanılmaz yanı, size bir yandan üretimi tasarlama olanağı sunarken aynı zamanda onun gerçekleşmesini olanaksız hale getirmesi. Bunun en önemli nedeni, daha önce de söylediğim gibi bilinçdışı temsil ve üretilen materyal arasındaki uzlaşması imkansız 'söylem'in zihinde açtığı yara. Sürrealizmin ahlaki boyutu, sizdeki mükemmelliyetçilik takıntısını azdırarak o yaraya sürekli çomak sokuyor. Tasarım sırasında aldığınız zevk, üretim sürecinde kara bir deliğe dönüşüveriyor.

Soru: Yazılarınızdan birinde ''Uzun süredir yeni film çekemiyor olmanın ölümcül günahları'' diye bir girizgâh dikkatimi çekmişti. ''Uzun bir süre daha film çekemeyecek olmanızın'' kökeninde popüler kültür sevdasına tutulmuş yapımcılar var muhtemelen. Doğru mudur? 

Yanıt: Bunun iki nedeni var, birincisi, içten ve dıştan sürekli uyaranlarla dolu bir yaşamsal süreç içerisinde anın hızına sinemanın yetişemiyor ve asla da yetişemeyecek olması. Diğeri ise yine anın izini soğumaksızın paylaşabileceğim birilerinin çevremde olmayışı. Kolektif bir üretim disiplini olan sinemanın en kötü tarafı, sahip olduğunuz fantezinin sizin dışınızdaki kimseyi ilgilendirmiyor olması. 'Arzulanan Şey' tarafından arzunuza verilen yanıt, nasıl ki olanaksız bir cümleye dönüşüyorsa, sahip olduğunuz fantezi ve ötekilerin talebi arasında da benzer bir uzlaşım olanaksızlığı var. 

Söyleşi teklifimi kabul edip blogumu onurlandırdığınız için ve değerli zamanınızı ayırıp sorularıma verdiğiniz yanıtlar için, her şey için çok ama çok teşekkür ediyorum. Yolunuzun her daim açık olması ve başarılarınızın artarak sürmesi dileğiyle...

Metnin Zeugma'nın Blog'unda yayınlanan versiyonuna buradan ulaşabilirsiniz. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder