12 Kasım 2014 Çarşamba

12 Kasım - Rüya


Rüyayı üç açıdan görüyorum; aile evinin televizyonundan, bir zamanlar çalıştığım TV kanalının stüdyosundan ve kimin çektiği belli olmayan ve konusu 'Ben' olan bir belgesel filmin görüntüleri olarak...

Aile evinin televizyonunda babam ve annemle birlikte İran haberlerini izliyoruz. Söylenene göre son çatışmalarda çokça insan silahlı saldırı sonucu öldürülmüş ve saldırıların hepsi de bilinmeyen bir nedenle İran'daki çay bahçelerini hedef almış. Babama, 'niçin çay bahçeleri' sorusunu sormaya hazırlanırken yayın akışına ara veren TV'de 'Trenler mi Terk Edilmiştir Yoksa İstasyonlar mı' isimli kısa filmim gösterilmeye başlıyor. Herkesin haberleri izlediği bir saatte niçin kısa filmime öncelik tanıdıklarını anlayamıyorum. O sırada bulunduğumuz odaya kar yağmaya başlıyor. Ne annem ve ne de babamın aldırış ettiği bu kar yağışı beni öylesine büyülüyor ki aileme daha çok sarılma ihtiyacı duyuyorum.

Evin içine yağan karı izlerken kendimi aniden 'Trenler mi Terk Edilmiştir...' filminin setinde buluyorum. 25 yaşındaki Tan, ekibiyle birlikte filmdeki 'Haber Spikeri Sahnesi'ni çekiyor. Ben de onları köşeden izliyorum. Fakat, o sahnede spiker rolünü oynayan Barış'ın yerinde Mesut Yılmaz'ın olduğunu şaşkınlıkla görüyorum. Genç Tan, Mesut Yılmaz'a direktifler vererek nasıl oynaması gerektiğini söylüyor. O anda tüm gördüklerimin bir belgesel filme ait olduğunu anlıyorum. Belgesel, 'Trenler mi Terk Edilmiştir Yoksa İstasyonlar mı' filminin kamera arkasını konu alıyor. Bir yandan, 'Ben' ve 'Genç Tan'ın aynı mekanda bulunmadığı gerçeğiyle içim rahatlıyor, bir yandan da çektiğim filmi bu denli çarpıtan bir belgeselin yapılmış olması içimi acıtıyor. Yine de izlemekte olduğum belge görüntülere o kadar değer veriyor ve öylesine dikkatle inceliyorum ki o yıllarda bambaşka bir Tan olduğu gerçeğiyle karşılaşıyorum. Örneğin belgeseli çeken kamera, 25 yaşındaki Tan'a odaklandığında, onun bıyıksız ancak sakallı olduğunu görüyorum. Hayatımın neredeyse hiçbir anında böylesi bir görünüşü tercih etmediğimi düşünürken bir de gözlerimde masmavi bir lens olduğu dikkatimi çekiyor. Hiç lens takmamış olmamla belgeseldeki Tan'ın lensli hali arasında bir gerçeklik kurmaya çalışıyorum. Bununla birlikte müthiş alaycı, aşağılayıcı ve ukala tavrıyla filmini yönetmekte olan Tan'la kendi karakterim arasında karşılaştırmalar yapıyorum. Bir süre sonra, izlemekte olduğum belgeselin beni hiçbir biçimde yansıtmadığı düşüncesiyle öfkeleniyorum ve o anda kendimi filmin çekildiği stüdyoda buluyorum. Mesut Yılmaz, ciddi bir özenle filmdeki spikerin repliklerini çalışıyor. Genç Tan da moladan yararlanarak setindeki kızları eğlendirecek espriler yapıyor. O an cesaretimi toplayıp Genç Tan'a doğru ilerliyorum. Ona yaklaşmakta olduğumu gören Tan, ani bir manevrayla yerinden kalkıp yolumu kesiyor ve sete girme iznini kimden aldığımı soruyor. Aklımdan 'babam' demek geçiyor ancak aklımdan geçen ağzımdan bir türlü çıkmıyor. Genç Tan'a onunla konuşmak istediğimi söylüyorum. Olduğu yere çöküyor Tan ve yarım ağız bir ses tonuyla acele etmem gerektiğini söylüyor. Tan'ın yanına oturuyorum. Sonra da istemsiz bir biçimde elinden tutarak onu kucağıma oturtuyorum. Endişelenmemesi gerektiğini, homoseksüel olmadığımı ve kucak kucağa oturmamızın sadece bir sevgi işareti olduğunu söylüyorum. Genç Tan, hayli mutlu bir biçimde sarılıyor bana. Ucuz deterjan kokusu alıyorum üzerindeki gömlekten. Bana ne hakkında konuşmak istediğimi soruyor. Bunu sorarken gözlerindeki parıltı müthiş etkiliyor beni ancak yine de taktığı mavi lense anlam veremiyorum. Lensi ne zamandır taktığını soruyorum. "İran'daki çay bahçelerine yapılan saldırılardan sonra" diye yanıt veriyor. Babam ve annemin Genç Tan'la beni tam o anda televizyonlarından izledikleri paranoyasına kapılıyor ve duyabilecekleri korkusuyla onlar hakkında yanlış bir şey söylememem gerektiğini düşünüyorum. Cesaretimi toplayıp Genç Tan'a gelecekten geldiğimi ve onun 15 yıl sonraki hali olduğumu itiraf ediyorum. Kahkaha atıyor Tan ve bunun mümkün olmadığını söylüyor. Ben de ona, madem öyle, tanımadığı bir adamın kucağına oturmasının büyük bir hata olduğunu dile getiriyorum. Gülmeye devam eden Genç Tan, bana karşı hızlı gelişen bir sempati duyduğunu ve bu ani duygudan kendini alamadığını söylüyor. O sırada setteki kızlardan biri yanımıza geliyor ve Genç Tan'ı kucağımda görünce bir kahkaha da o atıyor. Sarmaş dolaş halimizin tedavisi için bir an önce ıhlamur içmemiz gerektiğini söylüyor. Sonra da Bursa Kapalı Çarşı'dan alındığı her halinden belli zevksiz topuklu ayakkabılarıyla diğer arkadaşlarının yanına dönüyor. Yalnız kalışımızı fırsat bilerek Genç Tan'a filmi yanlış çektiğini, Mesut Yılmaz'ın filmde olmaması gerektiğini ve onu oynatarak nasıl bir politik yanlışa düştüğünün farkında olmadığını söylüyorum. Genç Tan da üzerinde çalıştığı projenin bir reklam filmi olduğunu, dolayısıyla ürünü satması gerektiğini ifade ediyor. "Hangi ürün" diye soruyorum. Gözü uzaklarda bir noktaya takılıyor Genç Tan'ın ve sorumu yanıtsız bırakıyor. Onu üzdüğümü düşünerek özür diliyorum. Özüre aldırış etmeksizin konuyu değiştiren Tan, Arzu'yu hala görüp görmediğimi soruyor. Arzu'nun kim olduğunu hatırlamadığımı söylüyorum. O da "ilk öpüştüğün kadını nasıl hatırlamazsın, Arzu işte" diye yanıtlıyor. Sonra yine gözlerindeki ışık sönüyor Genç Tan'ın ve dramatik bir hal alıyor. Tam "ne oldu yine" diye soracakken susturmak için elini dudaklarıma götürüyor ve söze kendisi devam ediyor. Arzu ile yatmış olmaktan dolayı duyduğu pişmanlığı dile getiriyor. Kadının ilk benimle öpüştüğünü, o yüzden de bana ait olması gerektiğini söylüyor. İçini rahatlatmak adına ona Arzu'yu tanımadığımı, ilk öpüştüğüm kadının da o olmadığını yineliyorum. Cümlemi bitirmemle birlikte Genç Tan'ın gerçekten 'Tan' olup olmadığı konusunda korkunç bir şüphe duyuyorum. Akabinde, 'kendim' dışında bir başka erkeğin kucağıma oturması düşüncesi müthiş bir tiksinti duymama neden oluyor. Bu sarsıcı şüpheye daha fazla dayanamayarak sadece benim değil onun da Arzu diye birini tanımadığını ve dahası onunla yatmadığını söylüyorum. Kendisini ilk kez gördüğüm halde böyle bir yargıya nasıl vardığımı merak ediyor Genç Tan. Ben de ona, onun 15 yıl sonraki hali olduğum gerçeğini tekrarlıyorum. Söylediklerimi hiç de inandırıcı bulmayan Tan, tam kucağımdan kalkmaya hazırlanırken ona vücudundaki izlerken söz etmeye başlıyorum. Sol kalçasının üzerinde 'ben' olup olmadığını soruyorum. "Hiçbir yerimde 'sen' yoksun" diye yanıtlıyor inatla. Vücudundaki 'ben'i görmek için ısrar ediyorum. Krem rengi eşofmanını bir parça aşağı çekerek kalçasını gösteriyor Genç Tan. Gerçekten de 'ben' falan göremiyorum. Yalanımı yüzüme vuruyor Tan ve onun yaşlılığı olmadığım konusunda nihayet ikna ediyor beni. Yüz yıllık bir savaştan yenilgiyle çıkmışçasına onu üzerimden iterek ayağa kalkıyorum. Müthiş bir düş kırıklığı bakışlarımı ele geçiriyor ve hala yerde oturmakta olan genç halime bakarak filmi 'olması gerektiği' gibi çekmezse onu öldüreceğimi söylüyorum. Yüzündeki alaycı tavrı bozmuyor Genç Tan. Onun bu aldırmaz tavırlarından duyduğum öfkeyi tam fiziksel bir saldırıyla dışa vuracakken stüdyoya hızlı adımlarla giren babam buna engel oluyor. Soğuk bir ses tonuyla iyi geçinmemiz gerektiğini aksi taktirde birimizden birinin hastalanıp öleceğini söylüyor. Ani bir hamleyle ayağa kalkan Genç Tan, babama sarılarak onun kaygısını ve sözlerini onaylıyor. Başedebileceğim bir kıskançlık duygusu geçiveriyor içimden ve babama sarılmak için sıramın gelmesini bekliyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder