14 Aralık 2011 Çarşamba

Kadıköy-Heidelberg Vapuru


Pervaneler çalışıyor ve Kadıköy’den Beşiktaş'a doğru yol almaya başlıyorum. Vapur pervanesinin tam üzerine denk gelen koltukta oturan kadın, titreşimden yararlanarak orgazm olmaya çalışıyor. Bu hidronomik koltuğa oturmak için sırada en az elli kadın bekliyor. Bir süre sonra içlerinden biri, sırasında sıkıldığı için olsa gerek gelip karşıma oturuyor. On sekiz yaşlarında, düşlerinde ailesini sayısız kez öldürmüş bu genç kızı, senaryolarımdaki karakterlerden birine benzetiyorum. Cebimden, yarısına kadar içilmiş bir sigara çıkarıp ona uzatıyorum. Sembolleşememiş bir 'teşekkür' jestiyle başını sallayıp o da cebinden yarısına kadar çekilmiş bir fotoğraf çıkarıyor. Fotoğrafta elma şekeri yiyen on yaşlarında bir kız ve hemen yanında Hegel’in balmumu heykeli görülüyor. Balın üzerinde yapılanmış onlarca irili ufaklı arı kovanı var, elma şekerinde yeni döllenmiş at sinekleri...

- Hegel büyük büyük dedemdir. Öldükten sonra içinin doldurulmasını istedi, krema ve pudra şekeriyle... Üstünü de balla kapladık. Her Pazar çanlar bizim için çaldığında sıraya girip büyükten küçüğe yalıyoruz onu.

- Fotoğraftaki sen misin?

Kız, üzerinde 'Corpse Bride' baskısı olan buruşuk siyah eteğini beline kadar çekiyor. Kasık kıllarından başlayıp neredeyse diz kapağına kadar uzanan patlıcan moru bir çürük çıkıyor ortaya.

- Bunu annem yaptı, o fotoğrafın çekilmesinden on dakika sonra.

Elindeki fotoğrafı çantasına koyuyor yeniden. Sonra da eteğine çekidüzen veriyor.

- Yanlış preslendiği için şömine ateşini karıştırmak için kullandığımız çelik korsesiyle dövdü beni. Söylediğine göre yediğim elma şekeri, büyük büyük dedemin tadını bozacak bir şeker kıvamı içeriyormuş. Annem, elma şekeri yemenin büyük büyük dedemin düşüncelerine hakaret olacağını düşünerek cezalandırdı beni. Onun elinden babam sayesinde kurtuldum.

Kız, elini yeniden çantasına atıyor ve bu kez başka bir fotoğraf çıkarıyor.

- Bu da babam.

Fotoğrafta, arkasında yüzlerce kanalizasyon kapağı olan kırk yaşlarında bir adam görünüyor.

- Şehrin kanalizasyon kapaklarını üreten bir fabrikanın sahibi o. Almanya’dan ithal ettiği preslerle şekil verdi bu şehrin gider sistemine. Akan yağmur suları, dükkanların ve evlerin yosunlu borularından sızan sabunlu sular babamın boşluğuna doluyor. Kendi midesine de taktırdı bu kapaklardan. İşine aşık biri o.

Son sözüyle birlikte kız, sağ ayakkabısıyla sol ayakkabısının üzerine basıyor ve tıpkı bir sigarayı söndürür gibi eziyor ayağını, dişlerini sıkıyor, kızgın bir ifadeyle çenesini ileri doğru sürüyor.

- Yine uyandı! Hep böyle yapıyor. Ne zaman babamdan söz etsem sol ayağım kontrolüm dışında kıpırdamaya ve parmağımın arasından garip bir sıvı akıtmaya başlıyor. Nefret ediyorum bundan!

Kızın lacivert bez ayakkabısının parmak hizasına gelen bölümü giderek ıslanıyor. Sonra sinirli yüzü aniden mutlu bir ifade alıyor.

- Siz ne yaparsınız?

- Set işçisiyim, aktristlerin soyunma odasına elektrik çeker, şaryo iterim.

- Ne yöne itersiniz?

- Eğer devrime inanıyorsam ileri, karşı devrime inanıyorsam geri.

- Buna siz mi karar veriyorsunuz?

- Hayır yönetmen.

- Öyleyse siz başkasının devrimini itekliyorsunuz.

- Sınıf bilincim yok benim, mazoşistlerin sınıf bilinci yoktur.

- Evlenin benimle. Heidelberg’te bir evim var. Her ay büyük büyük dedemin kütüphanesinden bir kitap satarak yaşarız. Oksijen kırmızısı yanaklarından verimli kurtçukların baş verdiği çocuklarımız olur. Ben onlara 'Kırmızı Şapkalı Tin' masalları, sizse masal yerine kamera altı aksesuarlarını anlatırsınız. Böylece büyük büyük dedem kadar gizemci ve siz kadar mekanik olurlar, oportünist olurlar. Ahırda beslemeksizin ölüme terk ettiğimiz atlar var. Her hafta sonu birisine biniyorum. Her haftasonu birisi zayıflıktan can veriyor altımda. Bir atı çökertip de yavaşça üzerinden bakır rengi bikinimle indiğim o anı görmenizi istiyorum.

- Kasığınızdaki morluğun üzerine koyacak bir cevap anahtarım yok benim. Bu yüzden evlenmemiz olanaksız.

- İmkansızlıktan türeyen trajedi muhafazakardır. Yapmayın bunu kendinize.

- Şaryo iterken geliştirdiğim kaslar içime doğru eriyor. Hiç değişmiyorum, değişim yok benim için.

- Heidelberg’i seveceksiniz. Havası, suyun altında ıslak kalmamayı başaran bir tanrı inancı, oradaki tüm lunaparklar dumanı olmayan fabrikalardır.

- Lunaparkları sevmem. Dönme dolap obsesif siyasi düşünce, korku tüneli psikanalisti olmayan seans, gondol boşalacağı anda aşağı inen libidinal ekonomi, ahtapot bağlılık korkusunu kışkırtan anne imgesi, dönen salıncak aynı yönde ilerlesen bile hiçbir zaman önündekini yakalayamayacağın platonik kanser hücresi, çarpışan arabalar giderek kaynayan ayrılık düşüncesinin post biyolojik moleküler yapısı, atlı karınca Musa’nın 11.emridir: Döneceksin!

- Benimle gelin yalvarırım!

Çantasını aralayan kız, bu kez içinden altın suyuna batırılmış koca bir kitap cildi çıkarıyor. Cildin üzerinde altından bir fallus çeşmesi ve etrafında sidiğin toplandığı eski bir havuzcuk eskizi görülüyor.

- Bu babamın pasaportu. İçinde kadın olmam için yapmam gerekenler yazılı. Sondan başa doğru okumam emredildi. Eğer birlikte okursak, karşısında direneceğimiz en ufak bir günah bile kalmayacak yeryüzünde. Eğer birlikte okursak, sevişemeyeceğimiz tüm anların kara büyüyle bağlanmış lanetli olasılıklarını söküp atacağız zihnimizden.

Kız hızlı bir nefes alıp yeniden sol ayakkabısına basıyor. Bu kez öyle sert yapıyor ki bunu, ayakkabı sağ yanından patlak veriyor, yere cilt rengine benzer bir sıvı sızıyor.

- Benimle gelmezseniz bu vapurdan inemeden ölmüş olacağım. Sizi buraya bağlayan ne varsa yok etmek istiyorum, annenizi, babanızı, kardeşinizi, hepsini yok etmek istiyorum!

O sırada vapurun bulunduğumuz bölgesine, kollarında onlarca at nalının dizili olduğu bir seyyar satıcı giriyor. Ağzında sigara, mallarını pazarlamaya başlıyor. Vapurdaki yolcuklardan bazıları ayakkabılarının altına bakıyor. Yaşlı bir kadın, satıcıyı çağrıyor ve üzerinde kara deliklerin çizili olduğu ayakkabısını çıkarıp ona veriyor. Satıcı, ağzındaki sigara dumanının rahatsızlık verdiği sol gözünü kapayarak kadının ayakkabısına elindeki nallardan en küçüğünü çakıyor. Yaşlı kadın, satıcı işini yaparken elindeki tarot kartlarını karıştırıyor. Vapur giderek yavaşlıyor. Kıza dönüyorum:

- Gitmeliyim.

- Ölümünüz benim elimden olacak! Babam düşündüğünüzden de önemli biridir. Ona vapurda sizinle karşılaştığımı söylemem yeterli. Karşılaştığım herkesi öldürür, neden aramadan, kendini suçlamadan.

Ayaklanıp çıkışa doğru yöneliyorum. O sırada koşarak arkadan belime sarılıyor kız ve kafasını sırtıma dayayıp ağlamaya başlıyor.

- Başkalarının şiirsel çöplüğünden kendi sarayını inşa eden Fransız bir yönetmen bozdu kızlığımı. Adını bile hatırlamıyorum. Bana mutfağındaki kocaman baca deliğini gösterdi ve içi doldurulamaz bir uzay boşluğu olduğumu söyleyerek kovdu evinden. Yaptığı son yemeği içimden çıkarmamak için uzun süre tuvalete gitmedim. Giderek içimde çürüdüğünü hissediyordum onun. Ve eğer giderseniz şimdi, bağırsaklarımda size ait birşey bırakmadan yani, gerçekten bu kez yok olacağım!

Kızın karnımda kenetlenmiş parmaklarını çözerek yüzümü ona dönüyor ve şaryonun altında kalarak ortasından kırılmış, kopmak üzere olan işaret parmağımı gösteriyorum.

- İşte sınıf bilinci.

Sonra parmağımı ağzına uzatıyorum kızın. Kurumuş dudaklarını aralıyor ve ekleminden sallanmakta olan işaret parmağımı ağzına alarak diliyle damağı arasına sıkıştırıyor. Tarot kartlarını karıştıran yaşlı kadın, şeytani bir gülümsemeyle ve ayağından çıkan nal sesleriyle geçiyor yanımızdan. Tam vapur iskeleye çarpmışken, parmağımın eklem yerinden ince bir ses geliyor. Vücudumdan ayrılan parmağımı çekiyorum kızın ağzından. Önce donuk bir ağız jestiyle bekliyor ve sonrasında karnıyla göğüs bölgesi arasından gelen trajik bir çiğneme emriyle ağzında dolaştırmaya başlıyor parmağımı. Bir süre sonra da çiğnemenin hazzıyla gözlerini kapatıyor. O anı fırsat bilerek arkamı dönüp kalabalığa karışıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder