Üç durak kala yanıma oturdu. Eliyle metalik direği sıkıca kavradı. Düşmekten korkuyordu, yuvarlanıp yok olmaktan... Garip bir koku yayıyordu. Korkunç bir basınçla yükselirken tutuşarak alev almış genzinden geliyordu koku. Geniz kokusu, oksitlenmiş nefes kokusu... Gözleri gitgide çekiliyordu. Parmağındaki alevli yüzük düşmekten korkuyordu, yuvarlanıp yok olmaktan...
I could escape this feeling, with my China Girl
I feel a wreck without my, little China Girl
I hear her heart beating, loud as thunder
Saw the stars crashing
Üzerindeki tişörtte Çince 'I'm already death to everything' yazıyordu. Bacakları süreksiz yürümekten kırılmak üzereydi.
I'm a mess without my little China Girl
Wake up in the morning. Where's my, little China Girl?
I hear our heart's beating, loud as thunder
I saw the stars crashing down
Elim cebimdeydi, bıçağın tam üzerinde... Çinli kız, metro camından dışarı karanlığa bakıyor, kendi yansımasını izliyordu. Denizden geliyordu yansıma, iç organları pullanmış deri çizmeli balıklardan... Yansıması düşmekten korkuyordu kızın, yuvarlanmaktan, yok olmaktan...
I'm feelin' tragic like I'm Marlon Brando
When I look at my China Girl
I could pretend that nothing really meant too much
When I look at my China Girl
Kızın camdaki yansıması, verdiği koca nefes sonunda kendisine dönüştü. Karnından geliyordu nefes... Sezeryan nefes... Sezeryan nefes... Titriyordu dudakları. 'Hava soğuyacak' diyordu Çince, 'şömineler yakmalısın beyaz çoraplarını bileklerinde yuvarlak yapmış pembe topuklu ayakkabılara... Isıtmalısın dans pistlerini, ısıtmalısın dans pistlerini...
I stumble into town just like a sacred cow
Visions of swastikas in my head
Plans for everyone
It's in the white of my eyes
Gözlerinde makaslar değişti kızın... Bacaklarında, nefesinde, yansımasında makaslar değişti... Elimdeki bıçağı kaldırdım. Neredeyse gülümsedi kız, saçları uzadı, nefesiyle oksitlendi, bembeyaz oldu... Tişörtündeki yazı değişti: 'C'est encore l'amour'
My little China Girl
You shouldn't mess with me
I'll ruin everything you are
I'll give you television
I'll give you eyes of blue
I'll give you a man who wants to rule the world
Gözlerimi kapadım. Bıçağı kaldırıp sağ gözüne sapladım, tam gözünün karnına. Ani fren yaptı dudakları... Metalik direği kavrayan parmakları gevşedi. Gülümseyişi, aksanı bozuk orospu cümleleri gibi devrildi. Vücudu, dengesi bozulmuş ahşap bir kan terazisi gibi omuzuma düştü. Açık gözünde bir çift dolunay belirdi. Saçlarındaki balık yağı kokusu, ordu çöplüklerindeki paslı ranza kokusuna dönüştü. Bıçağı, çekiği gevşemiş gözünden çıkardım.
And when I get excited
My little China Girl says
Oh baby just you shut your mouth
Diğerine sapladım... Direği kavrayan parmakları biraz daha gevşedi.
She says... shh
Bir daha sapladım... Biraz daha gevşedi.
She says... shh
Bir daha sapladım... Biraz daha gevşedi.
She says.. shh
Bir daha sapladım... Parmakları direkten düştü, yok oldu...
Taksim son durak... Bu kez dışardan içeri baktım. Sadece ikimizin olan, sadece ikimizin kalacak cama... Tek görebildiğim camda yansıyan kızın tişörtü ve üzerindeki yazıydı: 'Tu es mon maitre, Je ne suis qu'un atome qui respire au coin de tes levrés ou qui expire. Je veux toucher la sérénité d'un doigt mouillé de larmes...'